Problem: Çıkar Temelli Hukukun Savaşın Üstünlüğü
Karşısındaki Zaâfiyeti
11 Eylül 2001 târihinde ABD’deki
hedeflere yönelik saldırıların sonrasında, ABD’nin “terörizme karşı küresel
savaş” ilân ederek giriştiği eylemler zinciri ve bu eylemlerin
haklılaştırılması için ABD’nin güvenliğini öne çıkarıp, uluslararası hukuku
gerekirse yok sayabileceğini ortaya koyması, uluslararası kamu oyunda çok
hayâtî öneme sâhip bir iki noktada haklı endişeler üretti. Bunlardan ilki,
ABD’nin, hukukun üstünlüğünü “ulusal” ve “uluslararası” güvenlik endişelerine
fedâ etmeye hazır müttefikler de bularak, tüm dünyâyı, tarafları belirsiz bir
“savaş alanı”na çevirmesi, böylece yüzyılların kazanımı olan ve daha
derinlemesine demokratik bir dünyâ düzeni yönünde geliştirilmesi gereken
uluslararası hukuk kurumlarını, daha önemli olarak da bu kurumların gerisinde
yatan ilke ve değerleri tahrip etmesidir. Amerikan yeni-muhafazakârlarının
böylesi bir “savaşın üstünlüğü” mantığının yarattığı ikinci hayâtî endişe ise,
küreselleşmenin bir yönüyle önünü açmaya yöneldiği, ulusal devletlerin kendi
içlerinde daha çoğulcu ve demokratik bir politik topluma doğru evrilme imkânına
karşı, küreselleşmenin öbür yüzü olarak yükselişe geçen milliyetçilik
dalgasının eşliğinde, baskın bir savaş ortamının körüklenmesidir. Devletlerin,
ulusal politik kurumlarla süreçlerin dayanmaları gereken demokratik meşrûluğun
yerine, Amerikan yeni-muhafazakârlarının dünyâ görüşlerine paralel bir biçimde,
ülkelerinin güvenliğini sağlama kapasitesini ikâme etmeyi tercih eden,
totaliterleşme potansiyeli gâyet yüksek bu dalganın önüne geçilebilip
geçilemeyeceği gerçekten ciddîye alınması gereken bir sorun olarak ortada
durmaktadır. Bu yazı, bu iki hayâtî endişenin politik-teorik temellerine
değinmeyi amaçlamaktadır.
Modern Devletin Hukukî
Meşruluğu ve Savaş
Modern devlet,
târihi oluşum sürecinde, ülkesel (territorial),
ulusal (national) ve egemen (sovereign) sıfatlarını kazanmıştır. Yine
bu süreç içinde modern devlet, egemen devletlerin birbirleriyle olan
ilişkilerini düzenleyen bir sistem olarak uluslararası hukukun da kurucu öznesi
olmuştur. Böylelikle Avrupa’da, XIX. yüzyılda büyük ölçüde tamamlanıp XX.
yüzyılla birlikte dünyâ ölçeğinde yaygınlaşan bu modern devlet ve uluslararası
hukuk düzeni, ulusal devletlere göreceli de olsa bir özerklik tanımış,
dolayısıyla devletlerin “iç” ve “dış” egemenliklerinden olduğu gibi, “iç” ve
“dış” politikalarından da bahsedilebilmiştir.[1]
Bu ayrım
temelinde modern devlet, iç egemenliğini örgütleyişinde, Weber’in ünlü “meşrû
zor kullanma tekeli”[2] ile bilinen
hükümranlığını, süreç içinde anayasal devlet çerçevesine yerleştirilmiş bir
liberal-demokratik modele dayandırmıştır. Bu modelde iç politika, David Easton
tarafından teorileştirildiği edildiği üzere, “değerlerin otoriteye dayalı
dağıtımı” sorununda temellenmiş bir iktidarı ele geçirme ve paylaşma faaliyeti
olarak görülen, yarı korporatist bir nitelik kazanmıştır.[3]
Dış politika ise, ulusal devletin varlığını güvence altına almaya dönük,
“realist” çizgiler[4]
taşıyagelmiştir ki, uluslararası hukuk da, her ne kadar “tamamlanmamış bir
pozitif hukuk” alanı gibi görünse de, savaşı hukukî çerçeveye tâbi kılmaya
yönelik niteliğiyle, ulusal devletlerin kendi “çıkarları” esâsında
oluşturdukları kabûl edilen dış politika doğrultularına, yine aynı biçimde
çıkar (ve dolayısıyla savaş) ile temellendirilen uygun bir zemin
oluşturabilmiştir.[5]
Modern devletin
ulusal ve uluslararası ilişkilerdeki özelliklerini ana hatlarıyla özetleyen bu
tesbitler doğru ise, burada, hem iç, hem dış ilişkilerde “hukukî zemin” önemli
bir tâyin edici işlev üstlenmiş olmaktadır. Modern devletin ülke içinde “meşrû
zor kullanma tekeli”ne sâhip olması, dış ilişkilerde de hukuk aracılığıyla
kendisini ifâde edebilmesi, bir yanıyla, modern devletin hukuk ile âdetâ özdeş
olması gerçeğinin tezâhürleri olarak görülebilir. Ancak, devlet ile hukuk
arasındaki bu özdeşlik, modern devletin zor kullanma tekelinin “meşrûluğu”na
kaynaklık eden hukukun üstünlüğü kavramını anlamamızı mümkün kılsa da, üstün
hukukun “geçerlilik kaynağı”nın ne olduğu ve nasıl temellendirildiği sorularına
doğrudan bir cevap içermemektedir.
Hukuk-Politika İlişkisi veyâ Hukukun Bir Meşruluk Kaynağı Olarak Temellendiriliş Tarzları
Hukukun
geçerlilik kaynağının hukukun içinden türeyip türemediği sorusuna, modern
devletin oluşum sürecini başlatabileceğimiz târihî moment olan XVII. yüzyıldan
itibâren verilen cevapları “toplumsal sözleşme”, “politik olanın önceliği” ve
“hukukî pozitivizm/normativizm” başlıkları altında toplayabiliriz.
Bilindiği gibi,
toplumsal sözleşme düşüncesinin Thomas Hobbesçu biçimi devleti, devletin
olmadığı bir (doğal) durumdan, “herkesin herkesle savaştığı” bir hâlden
kurtulmak ve doğa durumundaki kısa, güvensiz ve vahşi olan hayatı güvenli ve
yaşanır kılmak için bireylerin irâdeleriyle oluşturulmuş bir yapay varlık
olarak görmektedir. Buna göre devlet, varlığını ve meşrûluğunu doğa durumundaki
“savaş”tan almaktadır.[6]
Toplum
sözleşmesi düşüncesinin Lockeçu biçimi ise, çoğu kez, Hobbes’un görüşüyle
karşıtlık içinde sunulmaktadır. Buna göre devletin varlığı doğal hukukla
sınırlanmış, bu sınırlar yurttaşların direnme hakkıyla da pekiştirilmiş olup
devlet, sâdece bireylerin mülkiyetlerini güvence altına alan bir işlevle
birlikte “dış ilişkileri” yürütmekle yükümlü kılınmıştır. Hobbes ile Locke
arasında, iyi bilinen ve (devletin olmadığı) doğa durumunda insan yaşamının
betimlenmesine dâir farklılıklar bir yana, aslında her ikisinde de devletin
meşrûluk temeli, bireylerin “güvenlik ihtiyâcı” olmaktadır. Bir diğer deyişle,
modern devletin varlığının hukukî zemini, geçerliliğini birbirleriyle sürekli
savaş hâlinde olan (Hobbes) veyâ savaşma (huzuru ve güvenliği bozma) ihtimâli
besbelli olan (Locke) bireylerin güvenlik ihtiyâcı olmaktadır.
Toplum
sözleşmesi düşüncesinin Hobbesçu ve Lockeçu biçimlerinin devletlerarası
ilişkileri de aynı ve hattâ çok daha belirgin bir biçimde, hukukîliğin dışından
gelerek düşündükleri görülmektedir. Hobbes’a göre devletlerarası ilişkiler
“sona ermesi mümkün olmayan bir sürekli doğa durumu,” yâni bütün devletleri
kendi hâkimiyetine sokabilecek denli güçlü ve diğer devletlerin rızâsını
alabilen bir “(uluslararası) Leviathan”ın kuruluşunun imkânsızlığı nedeniyle,
bitmesi de mümkün olmayan bir sürekli savaş hâlidir.[7]
Locke’a göre ise, dış ilişkiler, yürütme organının (Kralın) tüm toplumun ortak
iyiliğini (commonwealth) gözeterek gerçekleştireceği
eylem ve işlemlerinde, kendi takdirine göre “hukukun dışına çıkma” ayrıcalığına
neredeyse mutlak olarak sâhip olduğu bir “ayrıcalık” (prerogative) alanıdır ki, özünde, devletlerarası ilişkilerin hukuka
değil, devletin varlığını ve çıkarlarını önceleyen bir “politika” kavrayışına
dayandığını göstermektedir.[8]
Modern devletin
varlık ve meşrûluk zeminini ve modern devletin kurucu özne olarak yer aldığı
devletlerarası ilişkiler sistemi olarak uluslararası hukuku, “içerde” bireyler,
dışarıda ise “devletler” arasındaki çıkar çatışması, potansiyel veyâ fiilî
savaş ve dolayısıyla buradan kaynaklanan “güvenlik ihtiyâcı” üzerine inşâ eden
bireyci-liberal yaklaşım, özünde, otoriteryenliği Lockeçu liberalizm tarafından
maskelenmeye çalışılan bir Hobbes taşımaktadır. Bu nedenle, böylesi bir
“bireyci liberalizmin,” savaşın sâdece devletler arasında olabileceği üzerine
kurulu, Kaldor’un ifâdesiyle “klâsik modernite”den bir kopuşu belirleyen
günümüzün “yeni savaşlar” dünyâsında, hukukun değil savaşın üstünlüğünden başka
bir yere varmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.[9]
Modern devletin
sâhip olduğu meşrû zor kullanma tekelinin “meşrûluğu”na kaynaklık eden hukukun
geçerliliğini, “normu önceleyen istisnâ (exception)”dan
türeten Carl Schmitt de, benzer bir noktada durmaktadır. Hukukun modern devlet
için bir meşrûluk zemini olması, “doğru davranış normları”nı içeren bir yapı
olarak asgarî ilişki içinde bulunduğu “ahlâk” ile birlikte politik kararların
dayanaklarını oluşturması türünden, hukuk-ahlâk-politika üçlüsü arasındaki
ilişkiler dâir bilinen klâsikleşmiş tüm bağlantı noktalarını koparan Schmitt’e
göre politikanın anlaşılması için “şiddetin gerçekten mevcut olma ihtimâli”
esaslı bir öneme sâhiptir. Schmitt için politikayı anlamak bakımından şiddetin
sâhip olduğu bu merkezî önem temelinde düşünüldüğünde politika, özünde âdetâ
savaşla aynı şey olmaktadır. Savaş, düşmanı irâdemizi kabûle zorlamak için
kuvvet kullanma eylemi veyâ “politikanın başka araçlarla devâm ettirilmesi”[10]
ise, bu tanımdaki “düşman”ın ve “biz”in tanımlanışları da aslında Schmitt’in
politika anlayışını oluşturmaktadır. Buna göre “düşman, yalın bir biçimde
Diğeri’dir, Yabancı’dır” ve düşmanın kim olduğuna karar verme işi olarak
politika, “akıl ve tartışma temeline dayanmayan ve kendisini haklılaştırmayan
saf bir karardır . . . yâni hiçlikten yaratılmış bir mutlak karardır.”[11]
Bu doğrultuda,
modern devletin temel niteliklerinden olan “egemenliği” yeniden formüle eden
Schmitt, egemeni, normatif her türlü ölçünün, dolayısıyla da hukukun dışında,
ötesinde ve öncesinde, politik birliğin dışındakilerin (istisnânın) kim ve ne
olacağına karar veren özne olarak tanımlamaktadır. Bundan bir sonraki aşamada
ise, politik birliğe yönelebilecek tehditlerin sâdece “dış düşmanlar”dan değil,
“içeriden” de gelebileceğini ileri sürerek, bireyci-liberal modelden farklı
olarak, modern devletlerarası ilişkilerde “savaş”ın merkezî ve tâyin edici
konumunu, “iç savaşı” da dâhil ederek genişletmiş olmaktadır.
Schmitt’in
görüşleri üzerinde daha uzun boylu durmak sûretiyle, savaşın üstünlüğüne dayalı
bir politika ve devlet anlayışının nasıl savunulduğunu, XX. yüzyılda doruğuna
ulaşmış olan ulus-devletler sistemi ile bu sistemin içerdiği totaliterlik ve
savaş barbarlığını da kapsayan bu savununun bugünün dünyâsına da kolaylıkla
uyarlanabileceğini izâh etmeye yönelmek mümkündür.[12]
Şu ân için, aslında, modern devletin oluşumuyla birlikte süreç içinde iyice
elle tutulur hâle gelen, politikanın, Schmitt’in öngördüğü anlamda, homojen bir
egemen birimi temsil eden devletin varlığını ve çıkarlarını (reason of state/raison d’Etat) korumayla özdeşleştirilmesine yönelik
tercihin, günümüz dünyâsındaki yeni- (veyâ millîyetçi) muhafazakârların
ideolojik konumlarına çok uygun düştüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bu politika
kavrayışı, Amerikan yeni-muhafazakârları için kendilerine ayak bağı gibi
gördükleri tüm uluslararası hukuku gerektiğinde, düpedüz ihlâl etme değilse
bile “by-pass” etme ruhsatı
anlamına gelmekte ise, Amerika’nın bu anlamdaki bir dünyâ ölçekli imperium arayışını kendi ulusal politik
amaçlarına hizmet ettiği oranda uygun bulan diğer “müttefik milliyetçi” politik
tavır sâhipleri için de, uluslararası hukuku hani neredeyse yok sayıp, yeni
savaşlar dünyâsında savaşın üstünlüğüne gerçek bir uyum göstererek huzur bulma
anlamını taşımaktadır. Her halükârda, ulusal devletin (iç) egemenliğini
yitirdiği “küreselleşme” ve “yeni savaşlar” sürecinde, bu egemenlik yitiminin
bir dışavurumu olarak, hukukun
üstünlüğünün, hem iç (ulus-devlet içi) ve hem de dış (ulus-devletlerarası)
politikada, savaşın üstünlüğü lehine erimekte oluşu gibi bir tehlikeyle yüz
yüzeyiz demektir.
Çözüm: Etik Temelli Hukukun Üstünlüğü İçin
Kozmopolit Politika
Bu tehlikenin
giderilmesi doğrultusunda modern devletin ulusal ve uluslararası varlığının
meşrûluk zemini olarak hukukun yine hukuk içinden temellendirilmesi gerektiğini
düşünebiliriz. Böyle bir düşüncenin başlangıç noktası olarak, her hukuk
öğrencisinin çok iyi bildiği bir hukukî düşünme tarzını, “hukukî pozitivizm”i[13]
alabiliriz.
Hukukî
pozitivizm, özellikle de Hans Kelsen’in formüle ettiği biçimiyle “normativizm,”
hukuk normları arasında hiyerarşik bir ilişki öngörmekte ve devleti bu
hiyerarşinin tepesindeki “temel norm”la (Grundnorm)
özdeş saymaktadır. Kelsen’in ortaya koymak istediği düşünce sisteminin özü, bir
normlar sistemi olarak hukukun geçerliliğinin hukuk dışından kaynaklanmayacak
bir biçimde ve nihâî olarak tesis edilmesidir. Böylece Kelsen, hukuku, hukukî
olmayan “değerler”den (örneğin ahlâk alanından) ve politikadan ayrı ve saf bir
bilim olarak kavramanın mümkün olabileceğini; bunun da hukuku bir saf ve
pozitif bilim gibi düşünmenin önünü açacağını düşünmekteydi.[14]
Kelsen’in
düşüncesinin çekirdeğini meydana getiren ve hukuku devlet tarafından konulmuş
bir normlar hiyerarşisi olarak kabûl etmeye yönelen sistemin tıkandığı nokta,
bütün normların üstünde yer alan ve onlara âdetâ kaynaklık eden, onları hukuken
geçerli kılan “temel norm”un
geçerliliği sorunu olmuştur. Bu temel normun bir devletin “anayasası” veyâ onun
da üstünde bâzı “genel hukuk ilkeleri” olarak formüle edilmeye çalışıldığı
bilinmektedir.[15] Ancak
sorun, bu temel normun içeriğine ve geçerliliğine nasıl karar verileceğidir ki,
Kelsen’in geçen yüzyılın ortalarında bıraktığı yerden itibâren süren
gelişmeler, temel normun niteliğinin ve içeriğinin “uluslararası hukuk” ile,
uluslararası hukukun da “uluslararası politika” ile belirlenmesi gerektiğini
söylememize imkân vermektedir.
Şimdi burada,
daha önce bireyci-liberal veyâ Schmitt’in görüşlerine atfen sergilemeye
çalıştığım türden bir uluslararası “güç politikası”na ve ancak buna dayalı
olduğu oranda varlığı kabûl edilebilen bir “uluslararası hukuk” anlayışına
değil de, insan haklarının uluslararası hukuk tarafından korunmasına yönelik
bir dizi mekanizmayı da içeren bir başka tür uluslararası politik ilişkiler
dizisini ve bunun ürünü olan bir uluslararası hukuk düzenini düşünmemiz
gerektiğini söyleyebiliriz. Uluslararası (international) sözcüğü, ulus ile
devletin özdeşliği esâsına göre, devletlerarası demek olduğundan, belki de daha
doğru bir biçimde “uluslarüstü” diye adlandırılması gereken bu düşünce
doğrultusunda ortaya koyacağımız sonuçlar, Amerikan yeni-muhafazakârları ile
onların Amerika dışındaki milliyetçi (ve muhafazakâr ve milliyetçi-muhafazakâr)
müttefiklerinin üzerine atladıkları “güç politikası” temelinde, (devlet ile
toplum yahût ulus özdeşliği hatırlandığında, toplumun, ulusun bekası ile
eşanlamlı olan) “devletin bekası”
kaygılarıyla gerekçelendirilerek bir kenara itiliverme ihtimâliyle yüz
yüze gelen uluslararası
hukukun yeniden ve çok daha güçlü
bir biçimde tesisini hedeflemelidir. Bir anlamda “uluslararası hukukun
üstünlüğü” (international rule of law)
denebilecek olan bu yeniden tesis sürecinde, klâsik ulus-devletlerarası
ilişkiler mantığını aşan ve hukuku hem (1) devletin varlığının ve meşrûluğunun
kaynağını belirleyici ve (2) hem iç politikada, hem de dış ilişkilerde savaşı
da hukukî süreçlere tâbi kılan bir tarzda üstün konuma getirmek gerekmektedir.
Uluslararası hukukun, klâsik görüşte sık sık ve bir
bakıma da yakınılarak dile getirilmiş olan ulusal (iç) hukuk düzenlerine göre
“eksik” oluşu da bu hedefin gerçekleştirilmesi için de önemli bir potansiyelin
varlığını göstermektedir çünkü, uluslararası hukuk devletlerin kendi iç
düzenlerinde sâhip olduklarından farklı bir “pozitif hukuk” niteliği
taşımaktadır. Fark, meselâ müeyyide unsurunun geçerliliği ve etkililiği
açısından ileri sürülebilecek olan görüşlere ek olarak, devletlerin iç hukuk
düzenlerinde, pozitivist açıdan hukuk dışı kabûl edilen, sözgelimi etik ve
politika gibi alanlardan birtakım katkılar yapma gereğinin duyulamayacağını
ileri sürme imkânının iç hukukta daha savunulabilir bir temele sâhip olmasında
yatmaktadır. Bu bakımdan, uluslararası hukukun bu tür “eksik pozitivizmi”,
sürekli bir biçimde, ahlâkî ilkeler ışığında yeniden yorumlanmayı gerektiren
dinamik bir açılıma da işâret etmektedir.[16]
Bu açılımın
gerçekleştirilmesi için, uluslararası hukuku ve uluslararası politikayı etik
ilkelerden kopuk olarak düşünmeyen bir sürece ve devletlerin ulusal ve
uluslararası (iç ve dış) politika alanlarında yapıp ettiklerinin meşrûluğunu bu
çerçevede sürekli bir sorgulama, gözetim ve denetim altına alma imkânı verecek
etkin usûllere ihtiyâç vardır. Bu ihtiyaç, ABD’nin dünyâ ölçeğindeki imperium arayışına karşı Birleşmiş
Milletler’i yeni bir uluslararası “respublica”
olarak gören, yahut Birleşmiş Milletler de dâhil, bir dizi yeni uluslararası
süreç aracılığıyla bir “küresel sivil toplum,” bir “kozmopolit proje” peşindeki
eylemli oluşumlar yoluyla mı giderilebilir?[17]
Bunu zaman gösterecektir ama, XX. yüzyıl sonlarıyla XXI. yüzyıl başlarında
tanıklık ettiğimiz şu gelişmeler umut verici görünmektedir:
(1) Kosova’da,
ilk defâ “ulusal çıkarlar” gibi bir gerekçeye değil de, beşerî ilke ve değerler
esâsına dayanan bir “savaşın” gerçekleşmiş olması, devletlerin, “egemen
ulus-devletler dönemi”ne ilişkin barbarlıklarına kolay kolay devâm
edemeyeceklerine bir işâret olmalıdır.
(2) Uluslararası
hukukta, devletlerin iç hukuk düzenlerinin temel insânî değerleri ihlâl etmesi
durumunda bunlara karşı çıkmak gerektiğinin bir norm olarak yerleşmiş olması ve
buna bağlı olarak kalıcı bir Uluslararası Ceza Mahkemesinin
kurumsallaştırılması yönündeki gayretlerin işâret ettiği üzere,
ulus-devletlerin politik güçlerinin tedricî bir biçimde sınırlandırılmasına
paralel bir biçimde, uluslararası hukuk ve adâletin önemi artmaktadır.[18]
Bu çerçeve
içinde bakıldığında, günümüz dünyâsının, (1) bir yanıyla çıkar ve savaş
kavramlarını adetâ birer ahlâkî değer mertebesine çıkarmaya hazır gelişmelere,
diğer yanıyla da “ebedî barış” idealini gözeten politik hareketlenmelere sahne
olduğunu; (2) bu gelişmelerin, hukuku çıkar ve savaş kavramlarıyla
temellendirmeye yönelenlerle, hukuku etik temele oturtmaya yönelenler
arasındaki çelişkiyi açığa çıkardığını ve (3) bu çelişkinin savaşın üstünlüğünden
yana olanlar lehine aşılabilme ihtimâlinin gâyet yüksek olduğunu
söyleyebilmekteyiz. Savaşın üstünlüğünün muhtemel hükümranlığının engellenmesi
için, beşerî târihin oluşturduğu uluslararası hukuk birikiminin etik bir
temelde, bir ebedî barış dünyâsının oluşturulabilmesi yönünde, yeniden inşâ
edilmesi gerekmektedir. Bu gereklilik, Kant’ın yüzyıllar öncesinden gördüğü
üzere, tüm insanları bir dünyâ cumhuriyetinin yurttaşları olma bilincine dâvet
etmeyi içeren bir politik projenin aktive edilmesiyle karşılanabilecektir[19]
ve ilk büyük adım da herhalde ulus-devlete özgü ulusal çıkarlar ve ulus
devletin bekasını koruma mantığının uluslararası politika ve hukuk alanlarından
dışlanması olacaktır.
Levent Köker
* Atılım
Üniversitesi 2005-2006 Akademik Yılı İlk Dersi’nin (27.09.2005) özet metnidir.
[1] Bkz.
Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi (çev. Binnaz
Toprak-Şule Kut), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yay., 2002, özellikle
s. 107-137.
[2] Modern
devletin ayırdedici niteliği olarak kısaca “meşrû zor kullanma tekeli” için
bkz. Max Weber, Economy and Society,
an Outline of Interpretive Sociology, Gunther Roth ve Claus Wittich,
eds., Berkeley: University of California Press, 1978, Cilt I, s. 54: “Zorlayıcı
bir siyâsî örgütlenme, yönetici kadrolarının, düzenin pekiştirilmesi için
müracaat edilecek olan fizikî gücün meşrû
kullanımını tekellerinde tuttukları
iddiâsında başarılı oldukları ölçüde bir ‘devlet’ olarak adlandırılacaktır.”
(Vurgular orijinaldir.)
[3] David
Easton’in “politika” kavrayışı için bkz. Poggi,
a.g.e., s. 16 ve devamı. David Easton’ın kavramsallaştırdığı bu politik
yapılanmanın eleştirisi için bkz. C. B. Macpherson,
“Liberalism as Trade-offs,” The Rise and
Fall of Economic Justice and Other Essays, Oxford: Oxford University Press,
1985, s. 44-54.
[4] Uluslararası
politika alanında “realizm”in eleştirel bir sunumu için bkz. Atila Eralp, “Uluslararası İlişkiler
Disiplinin Oluşumu: İdealizm-Realizm Tartışması,” Atila Eralp (der.), Devlet, sistem
ve Kimlik, Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, İstanbul: İletişim
yay., 2001, s. 57-88.
[5] Uluslararası
hukukun “hukuk niteliği” için bkz. Hüseyin Pazarcı,
Uluslararası Hukuk, Ankara: Turhan
Kitabevi, 2004, s. 6 vd.
[6] Hobbes’un
devlet ve siyâset teorisi hakkında bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, “Thomas Hobbes: Ölümlü Tanrı,” Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker, Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara: İmge Kitabevi, 2004, s.
163-280, özellikle s. 198-216.
[7] Hobbes’un
görüşlerinin uluslararası ilişkiler teorilerindeki bu yansımaları ile ilgili
olarak bkz. A. Nuri Yurdusev, “
‘Uluslararası İlişkiler’ Öncesi,” Atila Eralp,
Devlet, Sistem ve Kimlik, s. 43-47.
[8] “Kamu yararı
için, yasanın talimatı olmadan ve hatta, bazen yasaya karşı biçimde, takdir yetkisiyle hareket etme iktidarı,
ayrıcalık olarak adlandırılan şeydir.” (Vurgular eklenmiştir.) John Locke, Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, Sivil Yönetimin Gerçek Kökeni, Boyutu
ve Amacı Üzerine Bir Deneme (çev. Fahri Bakırcı), İstanbul: Babil yay.,
2004, s. 136. Ayrıca bkz. Pasquale Pasquino,
“Locke on King’s Prerogative,” Political
Theory, Vol. 26, No. 2 (Nisan, 1998), s. 198-208.
[9] Mary Kaldor, New and Old Wars, Organized Violence in a Global Era, Stanford:
Stanford Univeristy Pres, 1999.
[10] Savaşın bir
tür “politika” diye nitelenmesi ve hukuku dışlaması hakkında bkz. Carl von Clausewitz, On War, Michael Howard ve Peter Paret (eds.), Princeton, NJ:
Princeton University Press, 1976.
[11] Aktaran
William E. Scheuerman, Between the Norm and the Exception, the
Frankfurt School and the Rule of Law, Cambridge, Mass.: the MIT Press,
1994, s.20.
[12] Carl
Schmitt’in politika teorisi ile ilgili eleştirel bir inceleme için bkz. Cem Deveci, “Faşizmin Yorumsanması ya da
Carl Schmitt’in Saf Siyaset Kuramı,” E. Fuat Keyman, der., Liberalizm,
Devlet, Hegemonya, Türk Modernleşmesi Üzerine Kuramsal ve Tarihsel Yansımalar İstanbul:
Everest yay., 2002, s. 32-87.
[13] Bkz.
Selâhattin Keyman, “Hukuki
Pozitivizm,” Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXV, Sayı: 1, 1978, s. 17-55.
[14] Keyman, “Hukuki Pozitivizm,” s. 30 ve
devâmı.
[15] Selâhattin Keyman, Hukuka Giriş, Lefkoşa: Yakın Doğu Üniversitesi yay., 1997, s.
174-176.
[16] Michael Walzer, Just and Unjust Wars, a Moral
Argument weth Historical Illustrations, New York: Basic Books Inc., 1977,
s.51 ve devâmı.
[17] Bu ve
benzeri soruların tartışıldığı önemli bir eser için bkz. Mary Kaldor, Global Civil Society, an Answer to War, Cambridge: Polity Press,
2003.
[18] Bu önemin
teorik temelleriyle birlikte ele alındığı bir eser için bkz. John Rawls, Halkların Yasası, “Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması,” (çev.
Gül Evrin), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yay., 2003; burada özellikle
s. 24-31.
[19] Bkz. ve
krş. Jürgen Habermas, “İki Yüzyıl
Sonrasından Geriye Bakışın Kazanımlarıyla Kant’ın Ebedî Barış İdesi,” (çev.
Ayşegül Çakal), Cogito, Sayı 41-42,
Kış 2005, s. 381-417.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder