11 Aralık 2013 Çarşamba

YENİ ANAYASA TASLAĞI BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ



  1. Yeni Anayasa Taslağı bağlamında Türkiye’de din-devlet ilişkileri konusunu ele alırken, herhalde ilk dikkat çekilmesi gereken nokta, yeni anayasa taslağının genel nitelikleri olmalıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2007 genel milletvekili seçimleri öncesinde Türkiye seçmenine sunduğu beyannamenin ilk ve en önemli unsuru olan “yeni ve sivil” bir anayasanın yapılacağı vaadi olmuştur. Böyle bir yeni anayasanın toplumsal olarak tartışılması sürecinde bir temel oluşturmak üzere, altı hukuk profesöründen meydana gelen bir komisyon tarafından bir “Taslak” hazırlanmıştır. Sözü edilen Taslak, (a) Türkiye’de temel hak ve özgürlükleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Avrupa Anayasası Taslağı, BM’in hak ve özgürlüklerle ilgili temel sözleşmeleri esas alınarak yeniden düzenlemiş ve (b) bu özgürlükçü yaklaşımı parlâmenter bir demokrasi ile pekiştirmeyi önermiştir.

  1. Taslak’ta din ve devlet arasındaki ilişkileri konu alan düzenlemeler, din ve vicdan, düşünce ve kanaat özgürlükleri, eğitim hakkı ile ilgili maddeler ile Türkiye devletinin genel idarî örgütlenmesi içinde yer alan “Diyanet İşleri Başkanlığı” ile ilgili maddedir.

  1. Türkiye Cumhuriyeti’nin yürürlükteki 1982 Anayasası, bilindiği gibi, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ürünüdür ve hak ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımı, çağdaş demokratik çoğulcu ilkelerle uyumlu olmaktan bir hayli uzak bir biçimde, otoriter bir nitelik taşımaktadır. 2001 ve 2004 yıllarında, Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde yapılan çok önemli reformlar neticesinde, bu otoriter nitelik bir ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Bu bağlamda, burada ele aldığımız konu bakımından önemli olan hususlardan biri, temel hak ve özgürlüklerle ilgili yapılan değişiklerdir. Şöyle ki: (a) 2001 yılında yapılan değişiklikler sonucunda, Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak getirdiği “genel sınırlandırma sebebleri” kaldırılmış, bunun yerine her hak ve özgürlüğün ilgili maddede belirtilen “spesifik” sebeblerle ve ancak kanunla sınırlandırılabileceği kabul edilmiş ve (b) 2004 değişikliği ile de, usulüne uygun olarak yürürlüğe konmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler ile kanunların aynı konuyu düzenlerken çatışmaları halinde sözleşmelere öncelik verileceği hükmü Anayasa’nın 90. maddesine eklenmiştir. Böylece mevcut Anayasa düzeninde, AİHS’nin bağlayıcılığı çok daha güçlü bir biçimde hükme bağlanmış olmaktadır ki, “Taslak” bu bağlayıcılığı, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerde AİHS’nin hemen hemen aynen alınması suretiyle en ileri bir noktaya getirmeyi önermektedir. [Burada hemen bir parantez açıp kaydetmek gerekir ki, AİHS’nin yanında, Türkiye açısından çok önemli olan Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümleri de (m. 37-45), temel hak ve özgürlüklerle ilgili dikkat edilmesi gereken referans noktaları sunmaktadır.]

  1. Bu bağlam içinde, Türkiye’de din-devlet ilişkilerini ilgilendiren Anayasal düzenlemelerin konu edildiği mevcut maddelerle Taslak’taki önerileri mukayeseli olarak ele alabiliriz. İlk örnek olarak, mevcut Anayasa’nın “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni düzenleyen 24. madde ile Taslak’da “Din ve İnanç Hürriyeti” başlığını alan 24. madde ele alınabilir. Burada, iki madde arasında görülen en temel fark, devletin din kültürü ve ahlak bilgisi eğitimindeki yeri ve rolü ile ilgilidir. Mevcut düzenleme, “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır” hükmünü içermektedir. Taslak ise, AİHS’nin “eğitim hakkı”nı düzeneyen Protokol 1, Madde 2 hükmü doğrultusunda, “Devlet, eğitim ve öğretim alanındaki görevlerini yerine getirirken, eğitim ve öğretimin ana ve babanın dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını isteme hakkına riayet eder”  hükmüne yer vermekte ve ayrıca “Din eğitim ve öğretimi, kişinin kendisinin, küçüklerin ise kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Devlet bu taleplerin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür” hükmünü önermektedir.

Dikkât edilmelidir ki, mevcut 24. madde din eğitimi ile ilgili iki ayrı durumu düzenlenmektedir. Bunlardan ilki zorunlu bir ders olan “din kültürü ve ahlâk öğretimi”, ikincisi ise “bunun dışındaki din eğitimi”dir. Anayasa’da bu ayrım yapılmasına rağmen, uygulamada “zorunlu din eğitimi”  yapıldığı ve bu durumun hem Anayasa’daki düzenlemeyle ve hem de AİHS ile çeliştiği anlaşılmaktadır. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 9 Ekim 2007 tarihli “Hasan ve Eylem Zengin Davası”ndaki (Hasan and Eylem Zengin vs. Turkey) kararında ve Danıştay 8. Dairesi’nin 28.12.2007 ve 29.02.2008 tarihli kararlarında, Türkiye’deki tatbikatın AİHS’ne aykırı olduğuna “oybirliği” ile hükmedilmiştir. [Burada, kararların oybirliği ile alınmış olmasının yanında dikkat çeken bir diğer husus da, Danıştay’ın 29.02.2008 tarihli kararının bir “onama” kararı olmasıdır. Bir diğer deyişle, Danıştay kararında AİHM’nin yukarıda belirtilen kararına atıf yapılmakla birlikte, Danıştay’ın “aynen onadığı” İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nin kararının AİHM kararından önce (12.10.2006) ve ağırlıklı olarak TC Anayasası’nın mevcut 24. madde hükmüne göre verilmiş olduğu dikkat çekmelidir.] Dolayısıyla Taslak,  mevcut düzenleme karşısında dahi din ve inanç hürriyetiyle ilgili olarak “hukuka aykırı” bir uygulama haline gelmiş olan “zorunlu din kültürü ve ahlâk öğretimi”nin, özgürlükler düzenine uygun bir biçimde ve daha kesin bir ifadeyle düzenlenmesi amacıyla, AİHS Protokol 1, Madde 2 hükmünü anayasa maddesi haline getirmeyi önermektedir. Bu bağlamda, hemen eklemeliyim ki, Taslak’ta AKP’ne bir tercih imkânı sunmak üzere alternatifli olarak önerilen, din eğitiminin “seçimli ders olması” ile “zorunlu din eğitiminden muafiyete imkân verilmesi” düzenlemelerinden “seçimli ders” uygulamasının, özgürlükler düzeni bakımından daha yerinde olacağı kanısındayım.

  1. İkinci örnek, Anayasa’nın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddesi ile ilgilidir. Mevcut Anayasa’da yer alan “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” hükmüne karşılık, Taslak, (buna tekabül eden 45. maddesinde) Eğitim ve öğretim, demokratik, lâik, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” hükmünü getirmektedir. Burada maksat, çağdaş demokratik çoğulculuğun temel gereklerinden biri olan özgürlükler düzeni ile tam bir uyum sağlamak ve herhangi bir fikir veya inanç sisteminin tüm eğitim ve öğretim hayatının düzenleyici çerçevesi haline getirilmesi gibi, az önce belirttiğimiz türden yorum ve uygulama sorunlarına yol açmamaktadır. Esasen eğitim ve öğretimde, özellikle de zorunlu temel eğitim alanında, ebeveynin dinî ve felsefî tercihlerine saygılı olma ile çocuklara eleştirel ve çoğulcu bir dünya görüşünü kazandırabilme hedeflerini uyumlu hale getirebilmek amaç olmalıdır.

  1. 42. maddeyle ilgili olarak belirtilmesi gereken son nokta, Taslak’ta Türkiye’de yaşanmakta olan önemli bir sorun olarak yükseköğretim kurumlarındaki “başörtüsü yasağı”nın kaldırılmasına yönelik bir önerinin de açıkça yer aldığı husudur. Bu husus, doğrudan olmasa bile, dolaylı olarak Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin ne gibi boyutlar kazandığına iyi bir örnektir zira, bir yandan devletin dinî inanç esasına göre hukuk yapmaması gerektiğini anlatan lâiklik ilkesinin, Türkiye’ye özgü olduğu ileri sürülen şartlar altında, dinî inançları referans alan “yasaklama”ları içerebileceğini göstermektedir. Diğer yandan da, devletin kılık-kıyafet de dahil, gerekli gördüğü tüm alanlara müdahalede bulunmasının hukukî dayanakları için de anlamlı bir örnek oluşturmaktadır.

  1. Bu noktada, Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin niteliğine ilişkin, meselelerin esasına yönelik bazı değerlendirmelere yönelmemiz mümkün olmaktadır. Bunları, şöyle bir sıralama içinde özetleyebiliriz.

(a)   Türkiye’de din-devlet ilişkileri, târihî olarak hep dinin devlete tâbî bir konumda olması biçiminde gerçekleşmiştir. Burada ayrıntılarına girmemizin gerekmediği nedenlerle oluşan bu “dinin devlete tâbi olması” durumu –Bizans’taki İmparator-Patrik ilişkisiyle benzerliğe hiç değinmeksizin- Şeyhülislâm’ın Padişah “kulu” olmasından başlayarak hikâye edilebilir. Bizim buradaki konumuz açısından önemli olan ise, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan yapıdır. Bilindiği gibi Türkiye’de Cumhuriyet, târihî olarak, bir “millî mücadele” sonucunda kurulmuştur. Bu kuruluş sürecinde, özellikle de Lozan sonrasında, 1924 tarihinde gerçekleşen nüfus mübadelesi, Cumhuriyet’in insan unsurunun çok ağırlıklı bir biçimde İslâm dininin tanımladığı bir kültür dâiresi içinde yer alması sonucunu doğurmuştur. Buna karşılık, Cumhuriyet’in hedeflediği “millî devlet”, insan unsurunun dinî inanca göre tanımlanmasını aslında problemle buluyordu zira, Atatürk’ün de 1930’larda vurguladığı üzere, İslâmiyet, Türk milletinin ve Türk millî devletinin tanımlanması bakımından sorunlar içeriyordu. Bu nedenle, yeni devletin çağdaş millî kimliğinin oluşması bakımından lâiklik ilkesi hayata geçirilirken, bunun devletin dini kontrol etmesi suretiyle olabileceği de vurgulanmıştı. Bu doğrultuda, 1924 yılında 429 sayılı kanunla “Şeriye ve Evkaf Vekaletleriyle Erkânı Harbiyeyi Umumiye Nezaretinin İlgası” gerçekleştirilirken, Diyanet İşleri Reisliği de kurulmuştu. Böylece, Devlet’in din üzerindeki târihî kökleri olan kontrolü, şimdi, modern devlet düzeninin gereklerine uygun olarak, devletin toplumu düzenlerken insanların inanç alanlarını da devletçe belirlenen doğrultulara göre şekillendirmesine aracılık edecek bir biçim alıyordu.

(b)  Bu durum, tek-partili Cumhuriyet döneminde çok sorun yaratmamış gibi görünse de, çok paritili siyâsî hayata geçilmesinden sonra problem yaratmaya başlamıştır. Problemler, sâdece toplumun az sayıdaki gayrimüslim nüfusu ile Müslüman çoğunluk arasındaki farklılaşmadan ve bu farklılaşmanın devletin din üzerindeki kontrolü bağlamındaki yansımalarından değil, toplumun Müslüman çoğunluğunun kendi içindeki farklılıklardan da kaynaklanmaktadır ve büyük ölçüde devletin resmî bir kurum aracılığıyla din (inanç ve pratik) alanını kontrolüne bağlıdır. Şöyle ki:

(c)   1982 Anayasası’nın 136. maddesi, kendisinden önceki bütün anayasalardan farklı olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini yürütürken “milletçe bütünleşme ve dayanışmayı amaç” edineceğini öngörmüştür. 12 Eylül 1980 askerî rejiminin öngördüğü otoriter rejimin, Türkiye’de özellikle gençlerin, elbette devlet tarafından uygun görülen bir biçimde “din eğitimi ve öğretimi”ne tâbi kılınmaları ile önemli ölçüde pekişeceğini düşünmeleri bu düzenlemede kuşkusuz etkili olmuştur. Böylece, devletin sadece lâikliği yerleştirmek amacıyla din alanını kontrol etmek istemesi biçiminde özetlenen Türkiye’ye özgü lâiklik anlayış ve pratiğinin, bunu aşarak millî dayanışma ve bütünleşme amacı ile din alanını kontrol etmeye yönelmesi, Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla çatışmaya başlamıştır. Bu çerçevede, içeriğini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belirlediği  zorunlu “din ve ahlak bilgisi” dersleri, özellikle Alevi yurttaşların yoğun itirazlarına maruz kalmıştır. Bu itirazların, yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye için bağlayıcı olan AİHS ile bağdaşmayan bu pratiğin terk edilmesine yönelik bir netice vermesi gerektiği anlaşılmakta ancak bu yönde atılmakta olan herhangi bir somut adım da görünmemektedir. Nitekim, Anayasa ile “milletçe bütünleşme ve dayanışmayı amaç” edinme görevi verilmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın AİHS ölçülerine ve dolayısıyla çağdaş demokratik toplum ve siyaset düzeninin ilkelerine uymayan düzenleniş biçimini ve uygulamalarını değiştirmek için zorunlu olan politik iradenin ortaya çıkması da, Siyasi Partiler Kanunu’nun 89. maddesindeki engele takılmaktadır. Bu maddeye göre, “Siyasi partiler, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe bütünleşme ve dayanışmayı amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek durumunda olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa’nın 136ncı maddesi hükmüne aykırı amaç güdemezler.”

(d)  Anayasal konumu bu ölçüde sağlamlaştırılmış olmakla birlikte, devletin merkezî idaresinden bağımsız olarak oluşma ve davranma kabiliyeti hukuken mevcut olmayacak bir biçimde, genel idare içinde Başbakanlık’a bağlı bir birim niteliğinde düzenlenmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, “kamu tüzel kişiliği”ne sahip olmaması nedeniyle, doğrudan siyasî etkilere de açık bulunmaktadır. Sonuç olarak, Anayasa’nın 136. maddesinde yer verilen “her türlü siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak” ifadesinden sonra gelen ve sanki bir siyasi nitelik taşımıyormuş gibi görüldüğü anlaşılan “milletçe bütünleşme ve dayanışmayı amaçlamak” arasındaki açık ve ironik çelişkiden hareketle de yakalayabileceğimiz gibi, zâten siyasî bir işlevle donatılmış bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı, ayrıca kamu tüzel kişiliğine sahip olmayışı nedeniyle de, siyasî iktidarların etkisine açık bir konumda bulunmaktadır. Anayasa Taslağı, bu düşüncelerin de etkisiyle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bir anayasal birim olarak muhafaza etmekte ama “miletçe bütünleşme ve dayanışmayı amaç edinme”  ifâdesini çıkarmak suretiyle, bu idârî birimin görevlerini yürütürken sadece kamu hizmeti hedefine yönelmesini ve toplumdaki farklı din, mezhep ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlamayı öngörmektedir.

  1. Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin, (a) din ve vicdan hürriyetini yerleştirmeyi gerektiren “bireysel” boyutunda ve (b) Diyanet İşleri Başkanlığı örgütlenmesinin Anayasal ve kanunî statüsünü ilgilendiren kurumsal boyutunda, yeni ve çağdaş demokratik çoğulculuk ilkelerine uygun düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Yeni bir anayasa, sadece din-devlet ilişkilerini çağdaş özgürlükçü demokrasi ilkelerine uygun olarak yeniden düzenlemekle yetinmeyip, günümüzün karmaşık toplumları için bir zorunluluk olan ve “anayasal yurttaşlık” bilincinin oluşturulması bakımından gerekli asgari hukukî-kurumsal yapıyı de oluşturabilecektir. Böyle bir yenilenme, kuşkusuz Türkiye ile AB arasında gelecekte gerçekleşmesi arzu edilen birlikteliğin de en önemli gerekleri arasındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder