11 Aralık 2013 Çarşamba

“Türkiye Tipi Başkanlık Sistemi”: Bir Eleştiri



AK Parti’nin çok değerli hukukçu milletvekillerinden, TBMM Adâlet komisyonu Başkanı ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi Ahmet İyimaya, geçtiğimiz günlerde “Başkanlık Sistemini Tartış(ama)mak yahut AK Parti Modeli” başlıklı bir makale yayınladı.* Bu makalede yer verilen bazı tesbitlere katılmakla birlikte, makalenin “Türkiye tipi başkanlık sistemi” adı altında savunduğu sistemi ve savunma gerekçelerinden bazılarını tasvip etmenin mümkün olmadığını düşünmekteyim.
Sözü edilen makalede yer verilen tesbitlerden bazıları Türkiye’nin yakın dönem siyaset ve anayasa tarihi hakkındadır ve ayrıntılı bir biçimde eleştirilmesi bu yazının amacını ve buradaki yer sınırlamalarını fazlasıyla aşmaktadır. Bununla birlikte, bazı noktalar üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Sözü geçen makalenin tarihî bağlam ile ilgili birinci tesbiti, Türkiye’nin 1920-1950 arasındaki dönemde “fiilî başkanlık sistemi” ile yönetildiği yolundadır. Yazarın “başkanlık sistemini ‘yürütme yetkisinin başkanda temerküz ettiği sistem’ biçiminde okuduğumuzda” kaydıyla yer verdiği bu tesbit 1924 sonrası için, Atatürk ve İnönü’nün târihî kişilikleri ile zamanın konjonktürü dikkate alındığında kabûl edilebilirse de, 1920-1924 arası dönem için doğru değildir. 1920-1924 dönemi (hattâ bu dönemi tek-parti diktasının konsolide olduğu 1931’e kadar uzatabiliriz), bırakın fiilî başkanlığı, Atatürk’ün ve CHP’nin tek-parti yönetimini sağlamlaştırmak için TBMM içinde ve dışında varolan görece güçlü muhalefeti tasfiye etme mücâdelesiyle geçmiştir. Ayrıca, günümüzde “başkanlık sistemi” etrafındaki tartışmalar Türkiye’nin demokratikleşme yönünde ilerlemesi bağlamında yapılması gereken tartışmalardır. Bu dönem, Türkiye’nin yakın târihinde “fiilî başkanlık sistemi” örenği olarak değil, faşizme özenen bir “millî şeflik” dönemi olarak târihî yerini almıştır. Makalede yer alan ikinci tesbit ise, “vesâyet rejiminin hukûmet sistemlerinin gelişimini önlediği (bozduğu)” tesbitidir ki, katılmamak mümkün değildir. Bugünkü sistem tartışmalarının temelinde de epeyce mesafe almış olduğumuz vesâetçiliğin tasfiyesine yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yaparak son noktayı koyma hedefi yatmaktadır. Hedef bu olunca, en azından kısmen de olsa “Türkiye tipi başkanlık modeli”ni tek-parti diktatörlüğünün faşizan geleneklerinde bulmaya çalışmak kendi içinde çelişkili biryaklaşım olmaktadır.
Nitekim makale de, başkanlık sistemi de dâhil olmak üzere, tüm hükûmet sistemlerinin “demokratik karakter”de olduğunu belirtmektedir ki, buna da katılmamak mümkün değildir. Evet,  ister parlâmenter veya başkanlık, ister yarı-başkanlık olarak adlandırılsın bütün bu sistemler demokratik karakterdedir. Lâkin unutmamak gerekir ki, bu sistemlerin tümünün demokratik olmayan örnekleri de bolca mevcuttur. Dolayısıyla, sistem tartışması yaparken, tartışmaya çalıştığımız sistemlere sâhip demokratik ülkeleri gözönüne almak ve demokratik olmayan ülkelerdeki sistemleri gözardı etmek gerekmektedir. Nasıl ki kendi yakın târihimizde, biraz önce temas ettiğim tek-parti diktatörlüğü gibibugün reddettiğimiz vesâyetçi sistemin kurucusu olan şeflik dönemlerini örnek alamazsak, hangi sisteme sâhip olursa olsun, demokratik nitelik taşımayan diktatörlükleri de örnek alamayız. Hattâ biraz daha ileri gidip, yaklaşık yirmi yıl öncesine kadar tek-parti diktatörlükleri altında baskıcı bir rejime sâhip olan bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Rusya gibi devletleri de siyâsî sistem tartışmalarında örnek almak yerinde olmayacaktır. Gözümüzü çevirmemiz gereken örnekler, hürriyetçi demokratik ilke ve değerleri yerleştirmekte başarılı oldukları tartışmasız olan ülkelerde bulunmaktadır ve bunlar da çoğunlukla Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yer alan ülkelerdir.
Tam da bu bağlamda makalede yer verilen ve “Türkiye tipi başkanlık sistemi” adı altında özgün bir model geliştirilebileceği tezine dayanak oluşturan bir diğer tesbite de hiç katılmadığımı belirtmeliyim. Makalede, Ak Parti tarafından “önerilen başkanlık modelininin dünyada hiçbir örneğinin yokluğu” eleştirisi “sosyal ve entelektüel bir arızamızın teşhiri mahiyetinde” görülmekte ve “Türkiye, hep emsal aramak zorunda mıdır? Kendisi misal olamaz mı? Emsal üretemez mi?” diye sorulmaktadır.
Bu “arıza” tesbiti son derece yersizdir. Neden? (1) Hükûmet sistemlerini tartışıyorsak bunu kavramsal bir zeminde yapmak zorundayız, bu yapılmazsa tartışma, makalenin başlığında da güzelce ifâde edildiği gibi, “tartış(ama)ma” olur; herkes kendi keyfince bir şeyler önerir ve önerdiği şeyin de “kendi özgün modeli” olduğunu ileri sürer, tartışma böylece rasyonel bir zemine oturamaz. (2) Nitekim değerli yazarımız da bunun farkındadır ki önerilen sistemin “başkanlık sistemi” olduğunu söylüyor ama başına “Türkiye tipi” kaydını düşüyor. O zaman, “Türkiye tipi”nden önce, “başkanlık sistemi”nin kavram olarak ne anlama geldiğini ortaya koymak gerekmez mi? Herhalde “evet”, değil mi! (3) “Başkanlık sistemi”, halk tarafından doğrudan seçilen Başkan’ın yürütme gücünü elinde bulundurduğu, yasama yetkisinin ise yine halk tarafından ayrı bir seçimle işbaşına gelen parlâmentoda bulunduğu bir sistemdir. Başkanlık sisteminin bu özelliğine bağımsız yargıyı da eklemek gerekir. (4) Bu kurumsal özelliklere sahip olan başkanlık sistemi, hangi meşrûiyet temelinde vücûd bulmaktadır? Bu soru dikkate alınmazsa, bir hükâmet sistemini demokratik kılan özellikler de anlaşılamaz, dolayısıyla tartışma da çok yüzeysel kalır. Başkanlık sisteminin bir demokratik sistem olarak öne çıkaran meşrûiyet zeminini, bireysel özgürlüklerin devletten gelebilecek suiistimâllere karşı korunması ilkesi oluşturmaktadır. Bu nedenle başkanlık sistemi, tek kişinin veya bir grubun yanı sıra seçmen çoğunluğunun desteği ile de oluşabilecek bir “zorbalık” düzenini engellemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç için de, sadece kuvvetler ayrılığına değil, aynı zamanda birbirinden ayrılmış olan yasama-yürütme-yargı güçlerinin birbirlerinin aşırılıklarını dengeleme ve denetleme mekanizmalarına yer vermektedir. Bunlar arasında federasyonun veya bölgeli devlet yapılanmasının ve iki meclisli yasama organının (Senato’nun) varlığının büyük ve vazgeçilmez bir önemi vardır.
Sonuç: Türkiye, başkanlık sistemine yönelecekse, bunu kendi modelini oluşturarark elbette yapabilir ama bu “Türkiye modeli”nin sınırları vardır: Birinci sınır Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi bir devlet olarak AİHS’ne dayanan demokratik bir düzen kurma mecburiyetidir. İkinci sınır da, gücün tek elde temerküz etmesini önleyecek bir denge ve denetleme mekanizması kurmasıdır. Makalenin savunduğu “Türkiye tipi başkanlık sistemi” olarak önerilen “AK Parti modeli” bu iki zorunluluğu karşılamaktan fevkâlade uzaktır. Mutlaka “başkanlık sistemi” hedefleniyorsa, bu hedefe, hiçbir komplekse kapılmadan, Türkiye’den çok daha demokratik olan başkanlık sistemi örneklerine bakarak oluşturulacak bir modelle yürümek çok daha isabetli olacaktır. Onyıllar boyu vesayetçilik düzenini “Türkiye tipi demokrasi” olarak kabûl etmemizin baskısı altında yaşadığımızı da unutmadan.

Levent Köker


* Yeni Türkiye, Sayı: 51, Mart-Nisan 2013, sayfa 52 vd.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder