AK Parti’nin çok değerli hukukçu milletvekillerinden, TBMM
Adâlet komisyonu Başkanı ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi Ahmet İyimaya,
geçtiğimiz günlerde “Başkanlık Sistemini Tartış(ama)mak yahut AK Parti Modeli”
başlıklı bir makale yayınladı.* Bu
makalede yer verilen bazı tesbitlere katılmakla birlikte, makalenin “Türkiye
tipi başkanlık sistemi” adı altında savunduğu sistemi ve savunma
gerekçelerinden bazılarını tasvip etmenin mümkün olmadığını düşünmekteyim.
Sözü edilen makalede yer verilen tesbitlerden bazıları
Türkiye’nin yakın dönem siyaset ve anayasa tarihi hakkındadır ve ayrıntılı bir
biçimde eleştirilmesi bu yazının amacını ve buradaki yer sınırlamalarını
fazlasıyla aşmaktadır. Bununla birlikte, bazı noktalar üzerinde kısaca durmak
gerekmektedir. Sözü geçen makalenin tarihî bağlam ile ilgili birinci tesbiti,
Türkiye’nin 1920-1950 arasındaki dönemde “fiilî başkanlık sistemi” ile
yönetildiği yolundadır. Yazarın “başkanlık sistemini ‘yürütme yetkisinin başkanda
temerküz ettiği sistem’ biçiminde okuduğumuzda” kaydıyla yer verdiği bu tesbit
1924 sonrası için, Atatürk ve İnönü’nün târihî kişilikleri ile zamanın
konjonktürü dikkate alındığında kabûl edilebilirse de, 1920-1924 arası dönem
için doğru değildir. 1920-1924 dönemi (hattâ bu dönemi tek-parti diktasının
konsolide olduğu 1931’e kadar uzatabiliriz), bırakın fiilî başkanlığı, Atatürk’ün
ve CHP’nin tek-parti yönetimini sağlamlaştırmak için TBMM içinde ve dışında
varolan görece güçlü muhalefeti tasfiye etme mücâdelesiyle geçmiştir. Ayrıca,
günümüzde “başkanlık sistemi” etrafındaki tartışmalar Türkiye’nin
demokratikleşme yönünde ilerlemesi bağlamında yapılması gereken tartışmalardır.
Bu dönem, Türkiye’nin yakın târihinde “fiilî başkanlık sistemi” örenği olarak değil,
faşizme özenen bir “millî şeflik” dönemi olarak târihî yerini almıştır.
Makalede yer alan ikinci tesbit ise, “vesâyet rejiminin hukûmet sistemlerinin
gelişimini önlediği (bozduğu)” tesbitidir ki, katılmamak mümkün değildir. Bugünkü
sistem tartışmalarının temelinde de epeyce mesafe almış olduğumuz vesâetçiliğin
tasfiyesine yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yaparak son noktayı koyma
hedefi yatmaktadır. Hedef bu olunca, en azından kısmen de olsa “Türkiye tipi
başkanlık modeli”ni tek-parti diktatörlüğünün faşizan geleneklerinde bulmaya
çalışmak kendi içinde çelişkili biryaklaşım olmaktadır.
Nitekim makale de, başkanlık sistemi de dâhil olmak üzere,
tüm hükûmet sistemlerinin “demokratik karakter”de olduğunu belirtmektedir ki,
buna da katılmamak mümkün değildir. Evet,
ister parlâmenter veya başkanlık, ister yarı-başkanlık olarak
adlandırılsın bütün bu sistemler demokratik karakterdedir. Lâkin unutmamak
gerekir ki, bu sistemlerin tümünün demokratik olmayan örnekleri de bolca
mevcuttur. Dolayısıyla, sistem tartışması yaparken, tartışmaya çalıştığımız
sistemlere sâhip demokratik ülkeleri gözönüne almak ve demokratik olmayan
ülkelerdeki sistemleri gözardı etmek gerekmektedir. Nasıl ki kendi yakın
târihimizde, biraz önce temas ettiğim tek-parti diktatörlüğü gibibugün
reddettiğimiz vesâyetçi sistemin kurucusu olan şeflik dönemlerini örnek
alamazsak, hangi sisteme sâhip olursa olsun, demokratik nitelik taşımayan
diktatörlükleri de örnek alamayız. Hattâ biraz daha ileri gidip, yaklaşık yirmi
yıl öncesine kadar tek-parti diktatörlükleri altında baskıcı bir rejime sâhip
olan bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Rusya gibi devletleri de siyâsî
sistem tartışmalarında örnek almak yerinde olmayacaktır. Gözümüzü çevirmemiz
gereken örnekler, hürriyetçi demokratik ilke ve değerleri yerleştirmekte
başarılı oldukları tartışmasız olan ülkelerde bulunmaktadır ve bunlar da
çoğunlukla Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yer alan ülkelerdir.
Tam da bu bağlamda makalede yer verilen ve “Türkiye tipi
başkanlık sistemi” adı altında özgün bir model geliştirilebileceği tezine
dayanak oluşturan bir diğer tesbite de hiç katılmadığımı belirtmeliyim.
Makalede, Ak Parti tarafından “önerilen başkanlık modelininin dünyada hiçbir
örneğinin yokluğu” eleştirisi “sosyal ve entelektüel bir arızamızın teşhiri
mahiyetinde” görülmekte ve “Türkiye, hep emsal aramak zorunda mıdır? Kendisi
misal olamaz mı? Emsal üretemez mi?” diye sorulmaktadır.
Bu “arıza” tesbiti son derece yersizdir. Neden? (1) Hükûmet
sistemlerini tartışıyorsak bunu kavramsal bir zeminde yapmak zorundayız, bu
yapılmazsa tartışma, makalenin başlığında da güzelce ifâde edildiği gibi,
“tartış(ama)ma” olur; herkes kendi keyfince bir şeyler önerir ve önerdiği şeyin
de “kendi özgün modeli” olduğunu ileri sürer, tartışma böylece rasyonel bir
zemine oturamaz. (2) Nitekim değerli yazarımız da bunun farkındadır ki önerilen
sistemin “başkanlık sistemi” olduğunu söylüyor ama başına “Türkiye tipi”
kaydını düşüyor. O zaman, “Türkiye tipi”nden önce, “başkanlık sistemi”nin
kavram olarak ne anlama geldiğini ortaya koymak gerekmez mi? Herhalde “evet”,
değil mi! (3) “Başkanlık sistemi”, halk tarafından doğrudan seçilen Başkan’ın
yürütme gücünü elinde bulundurduğu, yasama yetkisinin ise yine halk tarafından
ayrı bir seçimle işbaşına gelen parlâmentoda bulunduğu bir sistemdir. Başkanlık
sisteminin bu özelliğine bağımsız yargıyı da eklemek gerekir. (4) Bu kurumsal
özelliklere sahip olan başkanlık sistemi, hangi meşrûiyet temelinde vücûd bulmaktadır? Bu soru
dikkate alınmazsa, bir hükâmet sistemini demokratik kılan özellikler de
anlaşılamaz, dolayısıyla tartışma da çok yüzeysel kalır. Başkanlık sisteminin
bir demokratik sistem olarak öne çıkaran meşrûiyet zeminini, bireysel
özgürlüklerin devletten gelebilecek suiistimâllere karşı korunması ilkesi
oluşturmaktadır. Bu nedenle başkanlık sistemi, tek kişinin veya bir grubun yanı
sıra seçmen çoğunluğunun desteği ile de oluşabilecek bir “zorbalık” düzenini
engellemeyi amaçlamaktadır. Bu amaç için de, sadece kuvvetler ayrılığına değil,
aynı zamanda birbirinden ayrılmış olan yasama-yürütme-yargı güçlerinin
birbirlerinin aşırılıklarını dengeleme ve denetleme mekanizmalarına yer
vermektedir. Bunlar arasında federasyonun veya bölgeli devlet yapılanmasının ve
iki meclisli yasama organının (Senato’nun) varlığının büyük ve vazgeçilmez bir
önemi vardır.
Sonuç:
Türkiye, başkanlık sistemine yönelecekse, bunu kendi modelini oluşturarark
elbette yapabilir ama bu “Türkiye modeli”nin sınırları vardır: Birinci sınır
Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyesi bir devlet olarak AİHS’ne dayanan demokratik
bir düzen kurma mecburiyetidir. İkinci sınır da, gücün tek elde temerküz
etmesini önleyecek bir denge ve denetleme mekanizması kurmasıdır. Makalenin
savunduğu “Türkiye tipi başkanlık sistemi” olarak önerilen “AK Parti modeli” bu
iki zorunluluğu karşılamaktan fevkâlade uzaktır. Mutlaka “başkanlık sistemi”
hedefleniyorsa, bu hedefe, hiçbir komplekse kapılmadan, Türkiye’den çok daha
demokratik olan başkanlık sistemi örneklerine bakarak oluşturulacak bir modelle
yürümek çok daha isabetli olacaktır. Onyıllar boyu vesayetçilik düzenini
“Türkiye tipi demokrasi” olarak kabûl etmemizin baskısı altında yaşadığımızı da
unutmadan.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder