12 Aralık 2013 Perşembe

KANUNİLİK VE MEŞRULUK: TÜRK HUKUK KÜLTÜRÜNE ELEŞTİREL BİR YAKLAŞIM İCİN NOTLAR



Hukuk Kültürü Kavramı
Bu yazı, kanunîlik ve meşrûluk kavramları temelinde Türk hukuk kültürüne eleştirel bir yaklaşım için bazı ön tesbitlerde bulunmak amacındadır. Türkiye’de, geçmişte ve bugün, özellikle kurulu devlet düzenini yakından ilgilendiren veya ilgilendirdiği kabûl edilen bazı kritik mes’elelerde belirli bir “hukuk kültürü”nün, anahatlarıyla da olsa teşhis edilebilir bir biçimde ortaya çıktığı söylenebilir. Hâl böyle ise, bu kültürün eleştirel bir analizi, son on yıldır hızlı bir normatif değişim geçirmekte olan Türkiye’deki hukuk sistemi ile uygulamada ortaya çıkan birçok sorun arasındaki etkileşimin, daha demokratik bir devlet ve hukuk düzeninin oluşması yönünde evrilmesine katkıda bulunabilecektir. Böyle bir eleştirel analiz için de, önce hukuk kültürü kavramından ne anlaşıldığının açıklanması ve sonra bu analizin ana eksenlerinin belirlenmesi yerinde olacaktır.
Hukuk normlarının ve kurumlarının içinde oluştuğu târihî ve toplumsal ortam içindeki durumunu ilgilendiren analitik bir kavram olarak “hukuk kültürü,” birçok değişik anlamlara gelecek biçimlerde kullanılabilmektedir. Örneğin, bir yaklaşıma göre “hukuk kültürü, en geniş anlamıyla, hukuka yönelik görece istikrarlı bir toplumsal davranış ve tutum örüntülerini anlatmanın bir yoludur. Hukuk kültürünün teşhisini mümkün kılan öğeler, hukukçuların sayıları ve oynadıkları rol veya hâkimlerin atanma biçimlerinden dava veya mahkûm oranı ile diğer uçta yer alan fikir, değer, hedef ve zihniyetlerden oluşan daha bulanık boyutlara dek uzanmaktadır.”[1] Bununla çelişmeyen ama hukuk kültürü kavramını daha ziyâde hukukla ilgili değer, tutum ve davranışlara yönelik olarak tanımlamak isteyen bir başka yaklaşıma göre hukuk kültürü, “insanların kendi hukuk sistemleri, kurumları ve kuralları hakkında sâhip oldukları fikir, beklenti ve değerler kümesini anlatmak üzere kullanılmaktadır.”[2] Bu tanım açısından bakıldığında, bir toplumda yaşayan herkesin o toplumdaki hukuk sistemi, kurumları veya kuralları hakkında böyle bir fikir ve değerler kümesine sâhip olabileceği de açıktır. Hukuk kültürünü sanki çok bireysel bir temelde belirleniyormuş gibi ortaya koyan bu ifâde yanıltıcı olmamalıdır. Hukuk kültürü kavramının bireylere özgü farklılıklar içermesi mümkün olduğu gibi, değişik toplumsal gruplar arasında da farklılıkların olması gâyet olağandır ve bu gruplar arası .farklılıklar hakkında genelleyici yaklaşımlar ortaya konulabilir. Nitekim, “doktorlara veya muhasebecilere özgü bir hukuk kültürü de vardır. Ayrıca, çok kesin olarak söyleyebiliriz ki avukatların, hâkimlerin ve genel olarak hukukçuların da bir hukuk kültürü vardır. Bu meslekler, elbette, bir hukuk sisteminin ve onun işleyişinin incelenmesi bakımından özel öneme sâhiptirler. Bu bakımdan belki de bir iç hukuk kültürü (hukukçuların ve hâkimlerin kültürü) ve genel veya dış hukuk kültürü ayrımını da yapabiliriz.”[3]
Bu yazıda eleştirel analiz nesnesi olarak ortaya koymaya çalışılan “hukuk kültürü”, Friedman’ın tanımladığı anlamda “iç hukuk kültürü”nü, özellikle de “hâkimlerin hukuk kültürü” başlığı altında yer alabilecek “fikir, değer ve tutumları” ifâde etmektedir. Şimdi sorun, bu konunun nasıl ele alınabileceğine yönelik bir sorundur ve bu bağlamda, hâkimlerin hukuk kültürü”nü de içeren bir araştırma önemli veriler sunmaktadır.  “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” başlıklı bu araştırma, Türkiye’de hâkimlerin kendileri hakkındaki “imaj”ını (öz-imgesini) şöyle özetlemektedir: Hâkim, “‘Siyasal, toplumsal, dinsel düşünce çatışmalarının dışında; her türlü ön yargıdan uzak saf bilgi çabası adalet çabası içinde olan; kendisine tamamen yabancı bir olayı araştıran ve ardından hukuku bu olaya uygulayan kisi[dir].’ Buna göre hâkim, içinde yasadığı dünyadan, onu çevreleyen toplumsal, siyasal, ekonomik, dinsel, kültürel atmosferden etkilenmeyen, bir tür insanüstü varlık veya ‘peygamber postunda oturan insan’dır.”[4]
            Türkiye’de yargı organı mensuplarının bu öz-imgesi, aslında yaygın kabûl gören, hukuku bir anlamda vâz edilmiş normlardan ibâret (pozitif) bir sistem diye anlayan, organ (ve fonksiyon) olarak yargının, görevli birey olarak da hâkimin yapması gerekenin bu sistemi her türlü değer yargısından arındırılmış (tarafsız) bir biçimde işletmek diye kavrayan “kanuncu” bir zihniyet öğesidir. Hukukî pozitivizmin normativist biçimiyle özdeşleşen bu zihniyet açısından hukuk, pozitif hukuktur, pozitif hukuk da, hem belirli bir zaman ve mekânda varolan ve hem de yetkili bir organ (devlet) tarafından vâzedilmiş normatif bir sistemdir. Hâkimin görevi, bu sistemin nesnel ve tarafsız bir biçimde işletilmesidir. [5]
            İlk bakışta ve sadece bu yönüyle değerlendirildiğinde, Türkiye’de “iç hukuk kültürü”ne hukukî pozitivizmin hâkim olduğunu düşünmemize neden olacak bu “öz-imge”, salt bu yönüyle bile sorunludur. Bu sorunlu olma hâli, Türkiye’ye özgü nedenlerden değil, bizâtihi bu öz-imgeye hâkim olan hukukî pozitivizm anlayışından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de hukuk kültürünün eleştirel analizi, öncelikle, hukukî pozitivizmin bir yukarıda izâh edilmeye çalışılan anlamda bir hukuk kültürü olarak taşıdığı sorunlar bağlamında eleştirisinden başlamalıdır. Bu da, “düzen düzendir” ve “kanun kanundur” diyen ve kanuna (düzene) uygunluğu (kanunîliği), kanuna (düzene) içkin her türlü değer yargısıyla bağını kopartan bir biçimde, “değerlerden arınmış”, bu yüzden de “tarafsız” ve dolayısıyla “bilimsel” bir yaklaşımla ele alıp meşrûlaştıran, bu anlamda kanunîlik ile meşrûluğu özdeşleştiren bir yaklaşımın eleştirisini gerektirmektedir.
            Hukukî pozitivizmin kanunîlik ile meşrûluğu özdeşleştiren yaklaşımının eleştirisi, Türkiye’de hukuk da dâhil olmak üzere tüm sosyal ve siyâsî teori alanlarında karşılaşılan bir terminoloji ve buna bağlı tercüme sorunlarını da içermektedir. Bu nedenle önce bu terminoloji sorunu ve bu sorun üzerinden hukukî pozitivizmin kanunîlik-meşruluk özdeşliği bağlamındaki eleştirisine yer verildikten sonra, Türkiye’deki iç hukuk kültürünün kendine özgü olduğunu söyleyebileceğimiz özelliklerinin eleştirisine geçmek mümkün olacaktır.
Kanunîlik ve Meşrûluk: Terminoloji Sorunundan İçerik Sorununa
Batı dillerinde, örneğin İngilizce’de legality ve legitimacy terimleri, Türkçe’ye kanunîlik ve meşrûluk diye tercüme edilebileceği gibi, ikisi de “hukuka uygunluk” veya bu anlamda “hukukîlik” diye de tercüme edilebilir. Türkçe’deki meşrûluk (veya meşrûiyet) sözcüğünün de Arapça kökenine bakarak “hukuka uygunluk” anlamının bulunduğu ileri sürüldüğünde, legality=legitimacy=kanunîlik=hukukîlik gibi özdeşliklerden oluşan bir söz ve anlam dizisi kurulabilir. Bu dizinin doğrulanabilmesi içinse, hukukun pozitif hukuk ile özdeşleştirilmesi zorunludur. Bu özdeşlik olmazsa, kanunîlik (legality) ile meşruluk (legitimacy) da özdeş olamaz.
Şimdi, bir ân için bu özdeşliğin mecut ve doğru olduğunu düşünelim. Bu durumda, kanunîlik ile meşrûluk özdeşliğinin tam olabilmesi için üç kabûlün daha söz konusu olması gerektiğini görürüz: (1) Hukuk, nesnel olarak gözlemlenebilir, betimlenebilir ve açıklanabilir, zaman ve mekân bağımlı bir gerçekliktir. (2) Böyle bir gerçeklik olarak hukukun varlığı ve geçerliliği, her türlü ahlâkî ve siyâsî argümandan bağımsız bir tarzda karşımızdadır. (3) Bu özellikleriyle hukukun özü, kendisi bir başkasına itaat etme konumunda olmayan bir “egemen” tarafından vâzedilmiş davranış kurallarından (komutlardan) oluşur ve hukuk bu anlamda da (vâzedilmişlik anlamında) “pozitif”tir.[6]
Hukukî pozitivizmin bu kabûllerinden çıkan sonuçlar ise şöyle özetlenebilir: (1) Hukuk, genel olarak pozitivizmin yücelttiği nesnel ve değerlerden arınmış (value-free) bir bilimsel araştırma konusu yapılabilir. (2) Bu bilimsellik hukuk pratiğini, mahkeme tatbikatını (jurisprudence) belirlemeli, bu bağlamda kanun-hukuk özdeşliği üzerinden mevzuatın kavram ve terimler betimleyici-açıklayıcı bir biçimde ortaya konulmalıdır (descriptive jurisprudence[7]). (3) Hukuk, kanunîlik-meşrûluk özdeşliği içinde hukuk-dışı, hukuk-olmayan, ahlâk ve siyâset alanlarından ayrılmalı, hukukun varlığı ve geçerliliği hukuk-dışı bu alanlara âit değer ve tercih yüklü iddialara dayandırılmamalıdır.
Klâsik pozitivist tezlerin en yalın ifâdesi olarak bu kabûller, neticede, belirli bir toplumda, yâni belirli zaman-mekân boyutlarında varolan bir dizi kurallar uyarınca işleyen her türlü düzeni, her türlü ahlâkî ve siyâsî iddiadan arındırılmış bir biçimde, “hukukî” (kanunî) ve meşrû görmektedir. Bu anlamda, bütün modern toplumların hukukun üstünlüğüne (rule of law) dayandığı yolunda bir değerlendirme, “hukukun üstünlüğü [rule of law] sadece ‘kamu düzeninin varlığı’ demektir. Anlamı, hukukî emirlerin çeşitli araçlarını ve kanallarını kullanarak işleyen örgütlenmiş devlet demektir. Bu anlamda tüm modern toplumlar, sosyalist ve liberal olanlar kadar faşist olanlar da, hukukun üstünlüğü altında yaşamaktadırlar.”[8]
Kanunîlik ile meşrûluk arasında, pozitivizmin genel esprisine ve bu espriyle gâyet uyumlu olarak hukukî pozitivizmin temel kabûllerine uygun bir biçimde kurulan bu özdeşliğin, bir “egemen” özne (devlet) tarafından vâzedilmiş her türlü kurala “hukukîlik” ve dolayısıyla “meşrûluk” atfetmesi, çok çarpıcı bir biçimde, vâzedilmiş (posited) dolayısıyla pozitif kurallar aracılığıyla, hukukî olmayan bir düzen kurulabileceğini gör(e)memektedir. Bu “pozitivist körlüğün” çarpıcı olmasının nedeni, alıntılanan paragrafın yayınlanmasından beş yıl kadar önce, Gustav Radbruch’un “Kanunî Hukuksuzluk ve Kanun-Üstü Hukuk” diye tercüme edebileceğimiz ve başlığı bile yeterince “göz açıcı” olan makalesinin göz ardı edilmiş olmasıdır.[9]
Bu durumda, kanunîlik (legality) ile meşrûluk (legitimacy) arasında bir özdeşlik kurulamayacağı, dolayısıyla kanuna uygunluk ile hukuka uygunluğun, kanun ile hukuk özdeşliğinin yokoluşuna bağlı olarak, aynılaşamayacağı tezini ciddiye almak gerekmektedir.[10] Bu tez, kanunîliği pozitif hukuka uygunluk, meşruluğu ise pozitif hukukun “hukukîliği”ni değerlendirme ölçülerine, bu anlamda da klâsik hukukî pozitivizmin dışlamak istediği “ahlâkî” ve “politik” ölçüleri içerecek biçimde anlamaktadır.
Kanunîlik ile meşrûluk ayrımının yapılması gerektiğini ifâde eden bu tez, kendi içinde, hukukun varlığını ve geçerliliğini (buna bağlı olarak da meşrûluğu), hukukun içeriğinin ve dolayısıyla amacının adâlet ve insan hakları gibi hukukun dışındaki alanlara da âit olabilen özsel değerler veya amaçlar açısından ele alınması gerektiğini ileri sürenler ile hukukun kendi içsel ahlâkîliğini bir meşrûluk ölçütü olarak ortaya koymaya yönelen görüşler arasında ikiye ayrılmaktadır.
Birincilerin en güçlü temsilcisi olan Radbruch, “kanun kanundur” ilkesini benimseyen pozitivizmin, “indî ve kriminal nitelik taşıyan” (Nazi dönemi) yasalarına karşı (Alman) hukuk mesleğini savunmasız bıraktığını, burada da “hukukî kesinlik” ilkesinin her şeyin önüne geçtiğini belirttikten sonra, hukukun “kesinlik” dışında, “amaçsallık” ve “adâlet” gibi değerlere de sâhip olduğunu vurgulamaktadır. “Hukukî kesinlik ile adâlet arasında, itiraz edilmesi mümkün ama usûlüne uygun bir biçimde yaqılmış bir kanun ile henüz kanun biçimini almamış bir âdil hukuk arasında bir çatışma çıktığında, aslında adâletin kendi içinde bir çatışma, görünüşteki ve hakikâtteki adâlet arasında bir çatışma vardır.”[11]
Radbruch’un tezinde varolan, “pozitif kanun” ile “âdil hukuk”, bunlara tekâbül eden “görünüşte adâlet” ile “hakikî adâlet” ayrımları, aslında pozitif hukukun dışında ve onun “hukukîliğini” (yâni meşrûluğunu) yargılamamız için gereken ölçüleri bize sağlayan bir “doğal hukuk”un varlığını anlatmaktadır. Doğal hukukun dar kanuncu pozitivizme yönelik önemli bir eleştirel işlevinin bulunduğu inkâr edilemezse de, içeriğinin belirlenmesi ve uygulamaya yansıma biçimleri bakımlarından sorunlu olduğu söylenebilir. Bugün, özellikle merkezinde insan hakları öğretisinin yer aldığı bir adâlet kavramının somut olarak belirlenmesi bakımından, elli-altmış yıl öncesine göre daha belirginleşmiş normlara sâhip olduğumuzu söyleyebilirsek de, yine de doğal hukuk yaklaşımının, modern hukukta pozitivizmden kaynaklanan temel sorunlara sâhici bir çözüm üretmek bakımından elverişli olup olmadığı çok tartışmalıdır. Kaldı ki, çağdaş hukuk teorisinde pozitivizm, klâsik pozitivizmin katı, ahlâkî değer ve talepleri “dışlayıcı” (exclusive) yaklaşımı yerine, ahlâk ile hukuk arasında belirli bir ilişkinin olabilriliğini kabûl eden (inclusive) bir yönde gelişmiştir.[12] Bu nedenle, çağdaş hukuk teorisinde, pozitif hukukun kendi içinde, daha önce ahlakî veya “doğal hukuk kökenli” diye dışlanan öğelerin içerildiği de bilinmektedir. Örneğin, hukukun insan davranışlarını komut vererek yönlendiren “birincil normlar” ile bu normların (a) vâzedilmesi, değiştirilmesi ile (b) yargılama yoluyla uygulanması ve (c) norm olarak tanınmaları hakkındaki konuları düzenleyen “ikincil normlar”dan oluştuğunu belirten Hart, “tanıma normunun ahlâkî ilkeler veyâ özsel değerler ile uyumlu hukukî geçerlilik kriterlerini içerebileceği”ni[13] kabûl etmektedir.
Bu durumda, hukukî pozitivizmin klâsik, katı ve dışlayıcı tarzına özgü kanunîlik-meşrûluk özdeşliği terk edilmiş, bundan kaynaklanan ve belli “özsel değerleri” dışlamaktan kaynaklanan “meşrûluk” sorunlarının ağırlığı da büyük oranda giderilmiştir. Buna karşılık, modern hukuka özgü bir dizi problem ve bunlara dayanan “meşrûluk sorunları” varlığını muhafaza etmektedir.
Pozitif Hukukun Meşrûluğu Sorunu
Ulrich Preuss, “İletişimsel İktidar ve Hukuk Kavramı” başlıklı yazısında, modern hukukun temel problem alanlarını şöyle belirlemektedir: (1) Hukuk vâzetmek bir uzmanlık işi hâline gelmiş, hukuk, bir denetim ve gözetim işlevinin aracı durumuna gelerek bir mühendislik niteliği kazanmıştır. (2) Bu gelişmenin de belirleyici olduğu bir netîce, hukukun içinde oluştuğu demokratik sistem ile meşrûluk değerleri arasında, siyâsetin güçsüzleşmesinden kaynaklanan bir kopukluk ortaya çıkmıştır. (3) Hukukun geçerliliği ile ilgili değilse de, etkililiği ile ilgili bir sorun görünür hâle gelmiş, hukuk gerçekleştirmek istediği sonuçları elde etmekte başarısızlıklar yaşamaya başlamıştır. (4) Son olarak, “açık denizlerde ve mahkeme önünde hepimiz Allah’a emânetiz” türünden bir deyişi haklı çıkarırcasına ve modern hukuku belki de en temelinden belirleyen hukukî kesinlik (ve dolayısıyla rasyonellik) özelliğini yok eden bir “belirlenemezlik “ durumu ortaya çıkmıştır.[14]
Kanunîlik ile meşruluğu özdeşleştiren katı ve dışlayıcı pozitivizme yönelik doğal hukukçu eleştirinin ve bu eleştirinin başarısını gösterircesine kendisini yenileyerek, ahlâkî olanı içselleştirebilmiş çağdaş pozitivizmin çözemeyeceği sorunları içeren bu alanlardan ikisi, burada el aldığımız konu bakımından özellikle önemlidir. Bunlardan ilki hukuk kurallarının oluşma/oluşturulma süreçleriyle, diğeri de mahkemeler tarafından uygulanmaları ile ilgilidir.
Hukukun kavramsallaştırılmasında bir bakıma daha çok usûlî (procedural) özellikleriyle öne çıktığı söylenebilecek olan bu iki noktayı birlikte ele alarak, hukuk kavramını içkin bir ahlâkî değerle birlikte yeniden oluşturmak isteyen Lon Fuller,  modern hukuk teorisini pozitivizm-doğal hukuk karşıtlığının belirlediği ikilemlerden[15] kurtarmaya yönelmiştir. Bir hukuk düzeninin sıfırdan oluşturulmasında hangi yanlışların yapılmaması gerektiğini vurgulayarak, hukukun içsel ahlâkî değerini ortaya koymaya yönelen Fuller’a göre, hukukun oluşumunda yapılmaması gereken yanlışlar şöyle sıralanmaktadır:

“İlk ve en belirgin yanlış, her bir mes’elenin ad hoc bir biçimde kararlaştırılması sonucunu doğrucak bir biçimde, hiçbir kural koymayı becerememektir. Diğer yanlış yollar ise şöyledir: (2) Kuralları bunlardan etkilenecek olan taraf için alenî hâle getirememek veya onun tarafından riayet edilmesi beklenen kurallardan kişiyi haberdar edememek; (3) yasama yetkisini geçmişe etkili kurlar koyarak kötüye kullanmak ki, bu da hem eylemi yönlendirme imkânını bulamayacak ve hem de aslında geleceğe yönelik düzenleme yapması gereken kuralların bütünlüğünü, bu kuralların kendilerini gelecekte geçmişe dönük olarak değişitirilme tehlikesine maruz bıraktığı için, yok edecektir; (4) kuralları anlaşılabilir kılamamak; (5) çelişkili kurallar koymak veya (6) kurallardan etkilenecek olanların güçlerini aşan yükümlülükler getirmek; (7) kuralları sık sık değiştirmek ve böylece tâbi konumdakilerin eylemlerini bu kurallara göre yönlendirebilme yeteneğini ortadan kaldırmak; (8) kuralların ilân edildikleri biçimleriyle uygulanışları arasında bir uyum sağlamayı becerememek.”[16]

            Fuller’ın sözünü ettiği bu yanlışlara düşmeyen bir hukuk oluşturma pratiği, yalnızca katı, dışlayıcı pozitivizmin her türlü ahlâkî ve siyâsî değer tercihini değerlendirme dışında bırakan yaklaşımını reddetmekle kalmayıp, ahlâk ile hukuk arasında belirli bir bütünleşmeyi kabûl etme noktasına gelmiş olan yumuşak veya içerici pozitivizmin kabûl edebileceği bir tür sosyolojik temelli değer göreliliğini de aşmaktadır. Bir diğer deyişle, Fuller’ın yaklaşımında, örneğin Hart’ın yukarıda değindiğimiz “tanıma normunda bâzı ahlâkî değerler düzenlenmiş olabilir” ifâdesinde yansıyan ve bu ahlâkî değerlerin hukukun içinde oluştuğu toplumsal ortamın koşullarınca belirlenebileceğinin kabûlü diye özetlenebilecek sosyolojik göreliliğin[17] de reddedildiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan Fuller, hukukun varlığı için yukarıda alıntıladığımız yanlışlara düşülmeyecek bir hukuk oluşturma pratiğini öngördüğü gibi, herhâlde bu pratiği mümkün kılan ilkeleri de hukukun içinde görmektedir.
            Şimdi, hukukun bu içsel ahlâkî değeri, bu değerin gerçekleşmesini sağlayacak ilkeler, Fuller’ın analizine göre hem “hukuk kurallarının oluşması” bağlamında ve hem de bu kuralların “uygulanması” düzeyinde geçerli olduğuna göre, hukukun doğru anlaşılması ve uygulanması için bu iki düzeye denk düşen bazı noktalar üzerinde durmak zorunlu olmaktadır.
            Bu düzeylerden ilki, hukuk kurallarının oluşturulması ile ilgilidir ve burada Fuller’ın pozitivizm-doğal hukuk karşıtlığından kaynaklanan ikilemleri aşmaya yönelen yaklaşımının gerçeklik kazabilmesini mümkün kılan pratik ilkelerin örneğin Habermas’ın iletişimsel eylem kuramına dayanan “ideal konuşma durumu” içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Aslında, bir toplum üyelerinin ortak sorunlarına ilişkin çözümler olarak ortaya çıkan ve bu nedenle de ortak bağlayıcılığı bulunan hukuk kurallarının, bu kurallardan ve onların uygulanmalarının etkilerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenecek olanların özgür ve eşit olarak üretilmiş rızalarına dayanmaları gerektiği biçiminde özetleyebileceğim Habermasçı usûlî meşruluk yaklaşımı, Fuller’ın yanlışları işâret ederek doğrusunu gösterdiği hukuk pratiği bakımından da gerçek bir teminat olmaktadır. Zira, Fuller’ın sözünü ettiği ve “doğru hukuku oluşturma pratiğinin nitelikleri” olarak özetleyebileceğimiz anlayışı, her bireyin eşitlikçi, özgürlükçü, şeffaf, tabusuz bir kamusal tartışma ortamında, kendi serbest kanaat ve irâde oluşturma süreçleriyle birlikte yer alabildikleri bir konuşma-anlaşma durumu ile gerçeklik kazanabilir gibi görünmektedir.[18]
            Hukukun içsel ahlâkî değerinin hukuk kurallarının demokratik ilkelere uygun bir biçimde oluşturulmasıyla bütünleştiğine dair bu değerlendirmenin hemen ardından, ikinci düzeye, kuralların uygulanması düzeyine geçebiliriz. Bu düzeyle ilgili olarak, Fuller, doğru hukuk oluşturma yolunun, hukuk kurallarının ilân ediliş biçimleriyle uygulama arasında bir uyum sağlanmasından geçtiğini belirtmektedir. Bu tesbit, elbette sorunsuz değildir. Bunu söylerken, sadece kuralların ifâde ediliş tarzlarının her somut davada uygulanırken orta çıkabilecek olan yorum sorunlarından söz etmiyoruz. Özellikle hukukta boşluk kabûl etmeyen pozitivist yaklaşım açısından, “hâkimin hukuk yaratması” boyutuna kadar uzanan bir “takdir alanı”nın mevcudiyeti ile ilgili tartışmalar burada önem kazanmaktadır. Bir yandan, “yargıcın yaratıcı görevini, yani hukuk boşluklarını kendi yarattığı hukukla doldurmasını kabul” etmeyen ama “öte taraftan da, yargıcın hukuk boyluğuna dayanarak adaleti yerine getirmekten kaçınamayacağı ilkesini getirmiş” olan hukukî pozitivizm, “müsbet hukuk düzeninin tamlığı faraziyesini kabûl etmiş”tir.[19] Bu “faraziye”, dışlayıcı pozitivizm açısından pozitif hukukta boşluk olmadığı anlamına gelirken, daha yakın dönemlerde gelişmiş bulunan “içerici pozitivizm” açısından pozitif hukukun kendi içinde varolabilecek boşlukların yine pozitif hukuk içinde yer alan bir takım ilke ve kurallara göre doldurulacağı biçiminde anlaşılmaktadır.
            Buna karşılık Keyman’ın da haklı olarak belirttiği gibi, pozitif hukuk düzeninde varolabilecek boşlukların doldurulmasında müracaat edilen örneğin “hukukun genel ilkelerinin müsbet hukuka dahil kurallar olmaktan ziyade, çeşitli alanlardan gelen ve genellikle yargı kararlarınca yaratılan kurallar olduğu bilinmektedir.”[20] Bu da göstermektedir ki, hukukî pozitivizmin “tamlık” iddiasının aksine, pozitif hukuk tarafından düzenlenmemiş uyuşmazlıklarla da karşılaşılabilmektedir. Nitekim, Türk Medeni Kanunu md.1, bu durumu açıkça düzenlemekte ve hakkında hüküm bulunmayan davalarda hâkimin kanun koyucu gibi hareket ederek karar vereceğini belirtmektedir. Bu durum, bir yönüyle hâkimin hukuk yaratmasına imkân veren bir düzenlemeyi pozitif hukukun bir paçası hâline getirmek sûretiyle, hukukî pozitivizmin “tamlık” varsayımını destekliyormuş gibi görünse de, hâkimin hukuk yaratma boyutuna kadar varan geniş bir takdir yetkisi alanı içinde hareket ettiğini göstererek, pozitif hukukur meşrûluğu ile ilgili sorunsalın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Modern hukukun sorun odakları ile ilgili olarak, yukarıda değindiğimiz Preuss’un dört başlığından biri hukuk yapma ile demokratik siyâset arasındaki bağlantının kesilmesi (demokratik meşrûluk sorunu veya kısaca demokrasi sorunu) ise, diğeri de mahkemelerin nasıl karar vereceklerinin belirsiz olması olarak ifâde edilen “belirsizlik sorunu”dur. Hâkimin kanun koyucu gibi davranmarak karar vermesi, hukukî pozitivizmin normun varlığını ve geçerliliğini bağlamış olduğu hiyerarşik sistemin dışına çıkması nedeniyle de ayrıca problemlidir ve TMK’ndaki düzenleme bu hiyerarşinin dışına çıkıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Böylece, içinde hâkimin kanun koyucu gibi davranarak karar verme imkânının da yer aldığı geniş bir takdir yetkisi alanı pozitif hukukun meşrûluluğunu ciddî ölçüde krize sokmuş olmaktadır.
Bu kriz, tekrar vurgulayalım, demokrasi ile ilgili sorunlar bir yana, özellikle hukukî pozitivizmde hâkimin kararının hiçbir hukukî standardla bağlı olmaması biçiminde anlaşılan “güçlü takdir yetkisi” durumunda belirginleşmektedir.[21] Hâkimin karar verirken bir hukukî standardı belirli bir olaya uygulaması da bir takdir yetkisidir ama “güçlü takdir yetkisi”, hiçbir hukukî standardın söz konusu olmadığı bir karar verme durumudur ve bunu daha da pekiştiren durum, hâkimin kararının başka bir otorite tarafından iptâlinin söz konusu olamadığı, kesin hüküm örneğidir. Dolayısıyla, tartışmanın seyrinin geldiği nokta, mahkeme kararlarında bir yandan “demokratik olarak üretilmiş normların etkililiğini sağlama, diğer yandan da hâkimin takdir yetkisini mutlaka bir hukukî standarda tâbî kılma ve bu ikisini birbirlerini bütünleyecek, en azından birbirlerinden ayrılmayacak biçimde gerçekleştirebilme yollarının bulunmasıdır.
Pozitivizm ve Devletçilik Arasında Türkiye’nin İç Hukuk Kültürü
            Esasen hukukî pozitivizmin, hukukun üstünlüğüne dayanan çoğulcu demokratik sistemler içinde karşı karşıya kaldığı, bir yanıyla hukukî pozitivizmi de dönüştüren ama, diğer yanıyla aslında farklı bir hukuk-demokrasi ilişkisi paradigmasını oluşturma noktasına da gelmiş bulunan bu sorun ve tartışma alanları karşısında Türkiye’nin iç hukuk kültürü hangi noktada bulunmaktadır? Bu sorunun kapsamlı bir cevabı elbette burada verilemez ama, bâzı tesbitler yapılabilir. Burada, Dworkin’in “güçlü takdir yetkisi” bağlamında ve bir mahkeme kararının kesin hüküm niteliğinde olması anlamına gelecek biçimde sözünü ettiği, “hâkimin kararının başka bir otorite tarafından iptâl edilememesi” durumuna yaklaşan bâzı kritik davalarda verilen, idârî yargı, adlî yargı ve anayasa yargısı alanlarından bazı yüksek mahkeme kararları, bu tesbitler için örnek olarak seçilmişlerdir.
            Önce idârî yargı örneği ile başlayabiliriz. Kıt’a Avrupası hukuk sistemine dâhil olan Türkiye’nin kamu hukuku sisteminde hâkim olan ilkelerden biri, bilindiği gibi, “kanunîlik ilkesi”dir. Anayasa’nın 6. maddesindeki “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmü ile 8. maddedeki “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” hükmü, yine Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir” hükmü birlikte değerlendirildiğinde, devlet idâresinde kanunîlik ilkesinin temelleri de açıkça ortaya çıkmış olur. Bu ilke, aslında (a) tüm devlet yetkilerinin Anayasa ve kanunlardan kaynaklanması gerektiği ve (b) devlet yetkileri kullanılırken Anayasa ve kanunların sınırları dışına çıkılamayacağı anlamındadır. Kanunîlik ilkesinin Türk pozitif hukuku içinde yerleşik olan bu anlamı, idâre hukuk bağlamında, örneğin idârenin yasama organınınkine benzer bir nitelik arz eden, genel soyut, objektif kurallar koyma anlamında düzenleme yetkisine ancak “kanuna dayanarak” sâhip olabileceği anlamını da içermektedir. Nitekim, Anayasa’nın 124. maddesi de “Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla yönetmelikler çıkarabilirler” ifâdesiyle bunu açıkça belirtmektedir. Bütün bu düzenlemelere göre Türk hukukunda yürütme ile idarenin “düzenleyici işlem yapma yetkisi”, mutlaka bir kanuna dayanmak zorunda olan “türev” (ikincil, secundum legem) bir yetki olduğu hâlde Danıştay, 1970’lerde verdiği birçok kararında bunu kabûl etmemektedir. Pek çok çalışmada konu edinilmiş olan bu kararlara göre[22], “İdarenin toplum ve hizmet yararına bir alanı düzenlemesi için yasanın idareye bu konuda yetki vermesine gerek yoktur,”[23] hattâ, “idarenin genel ve aslî düzenleme yetkisi vardır”[24] ve düzenleme yapmak için “mutlak surette bu hususta yetki tanıyan bir metnin varlığı zorunlu değildir”[25] ve de “hiçbir yasal metin olmasa dahi idarenin genel düzenleme yetkisi içinde düzenlemelerde bulunması zorunluluğu vardır”[26]. Türk pozitif hukukunun Anayasa’da yer alan açık normlarına ve modern devletin hukukun üstünlüğüne dayanması gerektiğinin somut ifâdelerinden olan idarenin pozitif hukuka (kanunlara) göre çalışması gerektiği yolundaki “kanunîlik” ilkesine uygun düşmeyen bu kararlar, “idare hukuku” bağlamında, Türkiye’deki iç hukuk kültürünün önemli bir boyutuyla “pozitivist” olmaktan çok “devletçi” olduğunu ortaya koymaktadır.
            Türkiye’deki iç hukuk kültürünün bu “devletçi” niteliğinin belirgin bir biçimde ortaya çıktığı bir diğer alan ise adlî yargıdır. Burada, “güçlü takdir yetkisi”ne sahip olduğunu, yani verdiği kararların bir başka otorite tarafından iptal edilmesinin söz konusu olmadığını söyleyeceğimiz Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25 Mayıs 2005 târihinde Eğitim-Sen’in kapatılması ile ilgili davada vermiş olduğu karar özel olarak dikkât çekmektedir. Bu dava, Eğitim-Sen tüzüğünün 2/b maddesinde yer alan “bireylerin anadillerinde eğitim görmesi” ifâdesinin Anayasa’nın 3, 42/6 ve kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun 20. maddesine aykırı olduğuna dayanılarak yapılan, söz konusu maddeyi tüzüğünden çıkarma yönündeki ihtara uymayan sendikanın kapatılması talebiyle açılmış olup, ilk derece mahkemesinin Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ni de göz önüne alarak davayı reddetmesi üzerine verilen bozma kararına karşı yine ilk derece mahkemesinin direnme kararı vermesi üzerine de konu Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na (HGK) gelmiş, HGK da Eğitim-Sen’in kapatılmasına karar vermiştir.[27] Olağanüstü kanun yolları müstesnâ, başka herhangi bir otorite tarafından iptali veya değiştirilmesi söz konusu olmayan bu karar, birçok bakımlardan dikkat çekicidir. Bunlar arasında, burada ele aldığımız konu bakımından en önemli olanı ise, bu kararın Türk pozitif hukuku ile ilgili yönleridir. Şöyle ki:
(1) Davanın konusu, Eğitim-Sen’in “bireylerin anadillerinde eğitim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” hükmünü içeren tüzük maddesinin Türk pozitif hukukundaki normlara aykırı olduğu ve dolayısıyla da Tüzük’ten çıkarılması gerektiği talebinin yerine getirilmemesi nedeniyle Eğitim-Sen’in kapatılmasının istenmesidir. Bu durumda, ilgili tüzük maddesinin Türk pozitif hukukuna aykırılığı iddiasının dayanaklarını bilmemiz gerekmektedir.
(2) Bireylerin anadillerinde eğitim görmelerini istemenin Türk pozitif hukukuna aykırılığı iddiasının birinci dayanağı, Anayasa’nın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir” ifâdesiyle 42/6. maddesinde yer alan “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” düzenlemesidir. HGK kararına göre, bu ikisi birlikte okunduğunda, sendika tüzüğünün dava konusu yapılan maddesi, “ulusal bütünlüğünü, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğe ve diline bağlayan Cumhuriyetin üniter yapısı ile bağdaşma[maktadır].”
(3) HGK’na göre, Cumhuriyet’in temel yapısı ve değişmez, değiştirilemez ilkeleriyle bağdaşmayan böyle bir tüzük maddesi, ilgili sendikanın “sendika özgürlüğü” ile de bağdaşmayan bir faaliyeti yürütmesini öngörmektedir. Bunun hukuken geçerli kabûl edilmesi mümkün değildir. “Çünkü bir sendika, Anayasanın kamu görevlileri sendikası için öngörüp çizdiği sınırlar çerçevesinde faaliyette bulunmak zorundadır ve faaliyette bulunurken de, Anayasanın öngördüğü  ve buna dayalı olarak çıkartılan Kanunun da belirlediği ilkelere kesinlikle uyması gerekir. Davalı sendikanın bireylerin anadilde öğrenim görmesini amaçlaması, bu bakımdan da Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’na (KGSK) ve Anayasaya aykırıdır.”
(4) HGK’nun Anayasa ve kanunların ilgili hükümlerine ilişkin bu yorumuna göre Türk pozitif hukukuna aykırı görünen sendika tüzüğünün ilgili maddesinin çıkarılmaması sendikanın kapatılmasını gerektirmektedir. Bu gereklilik, Anayasa’nın 90. maddesine göre Türk pozitif hukukunun bir parçası olan uluslararası sözleşmeler, en başta da Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne aykırı değildir. Çünkü, sendika özgürlüğünün de içinde yer aldığı genel bir kategori olarak ifâde ve örgütlenme özgürlüklerinin, kanunla getirilen ve “demokratik toplumlarda zorunlu olan” meşrû sınırları bulunmaktadır.
(5) Türk pozitif hukukunda ifâde ve örgütlenme özgürlüklerinin önemli bir kertesi olarak yer alan sendika özgürlüğü ile ilgili olarak HGK’nun bu değerlendirmesi, yine HGK’nun bâzı sosyolojik tesbitleriyle de desteklenmektedir. Yalnız, farklı anadillerin mevcudiyeti konusu ile ilgili olan bu tesbitlerin tutarlılığı, en hafif terimle biraz kuşkulu gibi görünmektedir. Örneğin, HGK “Ana dil en yalın tanımıyla, bireylerin yakın çevreleriyle ilk etkileşimini sağladığı dili ifade eder” dedikten sonra, Kişi ana dilini çevresinde öğrenir ve Türkçe’nin kullanımının zorunlu olduğu alanlar dışında bu dili istediği gibi kullanır” yargısına varmaktadır. Fakat, bunun hemen sonrasında, anadil yerine “farklı dil ve lehçeler”den ve bunların “öğrenilmesi” ile ilgili hukukî imkânlardan söz edip, “anadilde eğitim farklı bir şeydir” diyerek bunun mümkün olamayacağı yargısına ulaşmaktadır.
(6) HGK’nun bu bakımdan kendi içinde pek tutarlı görünmeyen bu tesbitlerinin desteklediği kararı, aslında, Türk pozitif hukuku içindeki bir çatışmaya öncelikle işâret etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu çatışma, burada ele aldığımız karar bakımından, öncelikle Anayasa’nın kendi hükümleri arasındadır. Anayasa’nın yukarıda alıntılanan 3. ve 42/6. maddelerinde, bu iki maddenin birlikte okunmasıyla pekiştirilen “anadilde eğitim yasağı” ile Anayasa’nın 90. maddesinde yer alan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” hükmü, HGK’nun yorumunun aksine sonuçlar çıkartmaya daha müsaittir. Çünkü, Anayasa’nın 3. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden üniter devlet yapısını ve resmî dilini düzenlemekte, 42/6 ise bu düzenlemeyi pekiştireceği düşünülen bir “Türkçe’den başka dillerin anadil olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği” hükmünü koymakta, KGSK ise buna aykırı faaliyetleri yasaklamaktadır. Çatışma, KGSK’ndaki yasak ve dolayısıyla bu yasağın dayanağı olan Anayasa hükümleri ile, Anayasa’nın 90. maddesi dolayısıyla AİHS arasındadır. AİHS, Anayasanın 90. maddesinde zikredilen “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlükler ilişkin” bir uluslararası sözleşmedir ve bu sözleşmenin ifâde ve örgütlenme özgürlüklerini düzenleyen 10. ve 11. madde hükümleri ile KGSK ve dolayısıyla Anayasa aynı konuda farklı hükümler içermektedirler. KGSK yasakları ile AİHS’nin ifâde ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin hükümleri, bu hükümlerin Avrupa İnsan hakları Mahkemesi tarafından yorumlanış biçimi uyuşmamaktadır zira, AİHS ve buna ilişkin içtihatlarda, ifâde ve örgütlenme özgürlükleri, bir devletin anayasal düzenini değiştirmeyi de amaçlayabilir, önemli olan bu değiştirme amacının “şiddet”, “ırkçılık” ve AİHS ile getirilen özgürlükler düzenini tahrip edici nitelikte olmamasıdır. Şimdi sorulabilir: Eğitim-Sen’in HGK kararına konu olan tüzük maddesinde yer alan “bireylerin anadillerinde eğitim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” hükmü AİHS’ne aykırı mıdır? Cevap herhâlde olumsuzdur. Bu durumda, Eğitim-Sen tüzüğü, AİHS’ne uygun, fakat Anayasa’nın 3 ve 42/6. maddelerine aykırı ise, Anayasa’nın 90. maddesine göre AİHS’ni esas almak gerekmez miydi? Gerekirdi herhâlde ama, HGK AİHS’nin özgürlük anlayışını esas almak yerine, Türk pozitif hukukunun devlet düzenini özgürlüklere karşı korumaya daha fazla değer veren “devletçi” yanını öne çıkararak ve bunu da AİHS’nde yer alan özgürlükleri sınırlandırma sebeblerine dayandırarak, sendikanın kapatılması yönünde karar vermiştir. Bu değerlendirme, “devlet düzeninin muhafazası” ile “ifâde ve örgütlenme özgürlüğü” ilkesinin çatıştığı bir davada, yüksek yargı organının tercihini (“güçlü takdir yetkisi”ni) Türk pozitif hukukunun devletçi yorumundan yana koyduğuna iyi bir örnektir ve Türkiye’nin “iç hukuk kültürü” hakkında, idare hukuku bağlamında yaptığımız tesbitin adlî yargı alanında da geçerli olduğunu göstermektedir.
            Konuyla ilgili son örnek anayasa hukuku alanından. Söz konusu örnek, Anayasa Mahkemesi’nin yüksek öğretimde böşörtüsünü serbest bırakmaya 1989 ve 1990 târihli kanunî düzenlemeleri Anayasa aykırı bulup iptâl ederken verdiği kararların yarattığı hukukî netîce üzerinde durmamızı gerektirmektedir. Şöyle:
            (1) Resmî Gazete’nin 27 Aralık 1988 günlü, 20032. sayısında yayımlanan 10.12.1988 günlü, 3511 sayılı kanunla, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na eklenen Ek Madde 16’da, “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” hükmüne yer verilmiş ve bu hüküm, “dinî inanç sebebiyle” ifâdesine yer vermesi yüzünden ve lâiklik ilkesinin dinî sebeblerle hukukî düzenleme yapılmasına izin vermediği gerekçesinin ağırlık taşıdığı bir değerlendirme ile Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı bulunarak iptâl edilmiştir.[28]
            (2) Bu karardan hemen sonra, 25.10.1990 günlü, 3670 sayılı kanunla, yine 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle eklenen Ek Madde 17’de, “Yürürlükteki Kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; Yükseköğretim Kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” hükmü getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi”nin, bu maddenin de lâiklik ilkesine aykırılığı iddiasıyla açılan davada verdiği karar[29], birçok bakımdan ilgi çekicidir. (a) Bu kararıyla Anayasa Mahkemesi, kanunların anayasa uygunluğunu denetlemek olarak belirlenen (Anayasa md. 148) görevini yerine getirirken, anılan maddenin “Anayasaya aykırı olmadığına” hükmetmiş ve böylece anılan madde yürürlükte kalmıştır. Buna karşılık, aynı kararında Anayasa Mahkemesi, maddede geçen “serbestliğin”, “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak” şartına bağlandığını, yürürlükteki kanunlar arasında Anayasa’nın da yer aldığının, Anayasa’nın da bu konu ilge ilgili olarak yukarıda yer verilen kararda olduğu gibi Anayasa Mahkemesi tarafından yorumlandığını ve dolayısıyla buradaki serbestlik düzenlemesinin “dinî sebeblerle örtünme”yi kapsamadığını söylemiştir. Kimi hukukçular tarafından “yorumlu red” diye nitelendirilen bu karar, Anayasa Mahkemesi’nin bir kanun hükmü ile Anayasa düzeni arasında varolduğu iddia edilen uyumsuzluğu gidermek üzere verebileceği “iptâl” veya “iptal isteminin reddi” biçimindeki iki karardan farklı olarak, düzenleyici nitelikte bir kural koyması sonucunu doğurmuştur. Böylece, Anayasa’nın 153. maddesinde açıkça yer verilen “Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez” kuralına da ters düşen Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, pozitif hukukun Fuller’a atfen söylemek istersek, muhatablarına (yurttaşlara) duyurulmuş olan kuralların yazıldığı gibi değil, mahkemeler tarafından uygulandığı gibi anlaşılması gerektiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır ki, mahkemelerin neyi nasıl anlayacağı, hem belirsiz olduğundan ve hem de ancak sonradan (dava açıldıktan sonra) bilinebileceğinden, hukukî kesinlik ve dolayısıyla yurttaşların davranışlarını hukuka göre tanzim etmeleri imkânından yoksun bir “hukukî olmayan” durum yaratmaktadır. (b) Yine, pozitif hukuk ile devletin temel kurulu düzeninin nitelikleri arasında, mahkemelerin yorumuyla görülen çelişki içinde, devleti korumayı tercih eden bir zihniyeti ortaya koyan bu yaklaşım, yukarıda değinilen HGK’nda olduğu gibi, bâzı sosyolojik tesbitlere de yer vermektedir. Danıştay’ın bâzı kararlarında başörtüsü hakkında yaptığı değerlendirmeleri onaylayarak zikreden bu tesbitlere göre Türkiye’de başörtüsünün iki türü bulunmaktadır: Masum bir gelenek olarak başörtüsü ile “kadın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi” olarak başörtüsü[30]. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’ya aykırı bulmadığı ve dolayısıyla iptâl etmediği Ek Madde 17 hükmündeki serbestliğin, zikredilen “sosyolojik” tesbite yıkıcı bir ideolojinin simgesini kapsayamayacağını özellikle vurgulamaktadır. Bu vurgunun da, özgürlükçü bir yoruma değil, devletçi bir yoruma dayandığı, yalnız ilginç bir biçimde, bu kez Türkiye Cumhuriyeti’nin temel anayasal düzeninde nihâî hedefin toplumu, bütünüyle “çağdaşlaştırmak”  olduğuna atfen böyle bir neticeye varıldığı görülmektedir. Bu özel örnekte Türkiye’nin iç hukuk kültürünün baskın devletçiliği, hukukî pozitivizme değilse de, genel bir ideoloji olarak pozitivizmle uyumlu görünmektedir.[31]
Örnekler çoğaltılabilir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Hrant Dink’in ünlü TCK m. 301 kapsamında “Türklüğe hakaretten” mahkûm ettiği ve AİHS’nin ifâde özgürlüğü ile çelişip çelişmediğini Hrant Dink’in katledilmiş olması nedeniyle öğrenme imkânından mahrum kaldığımız kararı[32], Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli, Cumhurbaşkanı seçiminin birinci tur oylamasının iptâli hakkında verdiği kararında, başörtüsü kararındakine benzer ve hattâ bundan daha da ileri giden ve hem Anayasa’da lâfzî olarak da, gâî olarak da varolmadığı açıkça ortada olan bir düzenlemeyi sanki orada mevcutmuş gibi gösteren bir tarzda, kendisini adetâ “Anayasa koyucu” yapan[33] kararı gibi.

* * *

Sonuç olarak belirtmek gerekirse: (1) Hukukî pozitivizimin hukuk-ahlâk ayrımı temelinde kurmaya çalıştığı kanunîlik ve meşrûluk özdeşliğinin neticede her türlü devlet düzenini onaylayabileceği eleştirisi; (2) Hukuku ahlâktan bütünüyle ayırmanın imkânsızlığının görülmesi üzerine ortaya çıkan yeni ve içerici pozitivist görüşün sosyolojik görelilik (veyâ çoğulculuk) temelinde hukuk ile ahlâk arasında kısmî de olsa bir berâberliğin kurulabileceğinin kabûlü; (3) Hukukî pozitivizmin reddi ve pozitif hukukun kendi dışında varolan standardlara göre değerlendirilmesinin gerektiği yolunda doğal hukukçu diye kabûl edilen anlayışın yarattığı pozitivizm-doğal hukuk ikileminin aşılması gerektiği; (4) Bu ikilemin aşılmasının hukuk kurallarının oluşmasında demokratik siyâset ilkelerine uyulmasıyla sağlanacak meşrûluğa ve hukukun uygulanmasında da mahkeme kararlarının “güçlü takdir yetkisi” bağlamında gözlenen belirsizlikten kaynaklanan meşrûlukla ilgili sakıncaların giderilmesini sağlayıcı politik ve moral ölçülere bağlanmasının zorunlu olduğu noktalarında özetlenebilecek hukuk tartışmalarının, Türkiye’nin hukuk kültüründe karşılık bulmadığı, Türkiye’nin “iç hukuk kültürü”nün hukukî pozitivizmden çok devletçiliğe yakın durduğu, Türkiye Devleti’nin temel ideolojisinde varolan bir pozitivist anlayışın bu bağlamda kabûl gördüğü anlaşılmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin kendi iç hukuk kültürü bakımından, ulus-devlet yapısını aşan, en azından bu yapının tek siyâsî-idârî merkezli ve tek (ulusal) kültürlü klâsik kuruluş tarzına uymayan çoklu ve çoğulcu siyâsî-kültürel birliktelik biçimlerine uyum göstermekte zorlandığını, yaklaşık olarak son on yıldır köklü anayasal ve hukukî reformlar gerçekleştiren Türkiye’de bu bakımdan bir hukuk kültürü yenilenmesine de ihtiyaç olduğu görülmektedir.

Levent Köker


* Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
[1] David Nelken,  Using the Concept of Legal Culture,” http://www.law.berkeley.edu/institutes/csls/nelken%20paper.pdf (12.04.2008).
[2] Lawrence M. Friedman veRogelio Perez Podromo, eds., Legal Culture in the Age of Globalization: Latin America and Latin Europe (Stanford, CA: Stanford University Pres, 2003), s. 2.
[3] Ibid. (Vurgular eklenmiştir-LK.)
[4] Mithat Sancar ve Eylem Ümit, Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları (İstanbul: TESEV, 2007), s. 4.  http://www.tesev.org.tr/etkinlik/algilar_zihniyetler_raporkasim_2007.pdf (05.04.2008).
[5] Bkz. Selâhattin Keyman, Hukuka Giriş (Ankara: Yetkin yay., 2000), s. 202 vd.
[6] Levent Köker, “Hukukî Pozitivizm ve Eleştirileri,” Aydınlanma ve Hukuk (İstanbul: Osmanlı Bankası, 2008), 22-29..
[7] “The Methodological Problem in Legal Theory: Normative and Descriptive Jurisprudence Revisited,” Ratio Juris, vol. 19, no.1 (Mart, 2006), s. 26-54.
[8] W. Friedman, Law and Social Change (1951), s. 281’den aktaran Lon Fuller, The Morality of Law (New Haven, Conn.: Yale University Pres, 1969), s. 107 (vurgular eklenmiştir-LK).
[9] Gustav Radbruch, “Statutory Lawlessness and Supra-Statutory Law (1946),” Oxford Journal of Legal Studies, vol. 26, no.1 (2006), s. 1-11. (Bu makalenin İngilizce tercümesine dikkatimi çeken Ece Göztepe’ye teşekkür ederim.)
[10] Bu bağlamda hemen belirtelim ki, bir tercüme sorunu olarak legitimacy karşılığı meşrûluk yerine “öztürkçe” “yasallık” sözcüğünün önerilmesi, önerilmenin ötesinde kullanılması ve hattâ kısmen de olsa yerleşmesi, Türkçe’de ve dolayısıyla Türk hukuk kültüründe kanunîlik (yasallık)-meşrûluk ayrımının –meşrûluk sözcüğü dışlandığı için- yapılamayacağına işâret eder ve bu da hukuk üzerine ve hukuk içinde Türkçe düşünme/eyleme imkânını dar bir pozitivizme hapsetme tehlikesini doğurur. Bu nedenle, örneğin Münci Kapani’nin Politika Bilimine Giriş (Ankara: Bilgi yay., 1975) başlıklı önemli kitabının meşruluk ve yasallık ayrımını inceleyen bölümü bugün belki biraz daha özel bir anlam ve önem taşımaktadır.  
[11] Radbruch, “Statutory Lawlessness,” s. 6-7 (vurgular eklenmiştir-LK).
[12] Köker, “Hukukî Pozitivizm,” s. 26-27.
[13] H. L. A. Hart, The Concept of Law (Oxford: Clarendon Pres, 1994), s. 250.
[14] Ulrich Preuss, “Communicative Power and the Concept of Law,” Michel Rosenfeld ve Andrew Arato (eds.), Habermas on Law and Morality (Berkeley, CA: University of California Pres, 1998), s. 323-335.
[15] Bu ikilemler sadece pozitif hukuku, onun dışında varolduğu kabûl edilen aşkın (transcendental) değerlerin belirlediği bir yargılamaya tâbi tutabilip tutamayacağımızdan ibâret olmayıp, ayrıca belirli zaman-mekân boyutlarında varolan bir gerçeklik olarak betimleyici-açıklayıcı amaçlarla yaklaşmayı bir “normatif tez”e bağlayan pozitivizm ile hukuka normatif ölçülerle yaklaşmak gerektiğini kabûl eden yaklaşımın “betimleme-açıklama” boyutunu da içermek durumunda kalmasıyla ortaya çıkan daha karmaşık ikilemleri de içermektedir. (Rodriguez Blanco, “The Methodological Problem”, passim.
[16] Fuller, The Morality, s.39.
[17] Hart’ın hukuk kavramında sosyolojik olan ile hukuk arasındaki geçişlilikler konusunda bkz. Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji (Ankara: Doruk yay., 1981), s. 45-51.
[18] Fuller-Habermas bağlamı için bkz. Köker, “Hukukî Pozitivizm,” s. 28-29.
[19] Keyman, Hukuka Giriş, s. 208.
[20] Ibid., s. 209. (Vurgular eklenmiştir-LK.)
[21] Kavram için bkz. Ronald Dworkin, Taking Rights Seriously (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1977).
[22] Lütfi Duran, İdare Hukuku Ders Notları (İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1982), s. 392. Ayrıca bkz. İştar B. Tahranlı, MüslümanToplum, “laik” Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı (İstanbul: Afa yay., 1993), s. 63-64, dipnot 217.
[23] Dava Daireleri Kurulu, E. 1968/709, K. 1972/364.
[24] Dava Daireleri Kurulu, E. 1970/453, K. 1972/385.
[25] Dava Daireleri Kurulu, E. 1968/709, K, 1972/364
[26] Dava Daireleri Kurulu, E. 1972/358, K, 1974/437.
[27] Hukuk Genel Kurulu, E. 2005/ 9-320, K. 2005/355.

[28] AYM, E. 1989/l, K. 1989/12.

[29] AYM E. 1990/36 K. 1991/8.
[30] Ibid.
[31] Burada ilginç olan bir diğer husus, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararındaki yorumunun, AİHM tarafından da, Leyla Şahin kararında kabûl görmüş olmasıdır. Burada AİHM, davacının özgürlüklerle ilgili kısıtlamaların “ancak kanunla yapılabileceği” kuralına aykırılık iddiasını kabûl etmezken, “kanun” (veyâ hukuk, yahût pozitif hukuk anlamında “law”) kavramının sâdece kanunun “lâfzını” (wording) değil aynı zamanda ilgili mahkeme içtihatlarını (case-law) da içerdiğini, bu davada da Anaya Mahkemesi kararına bu kapsamda itibâr etmek gerektiğini ifâde etmiştir. Leyla Şahin v. TURKEY (Application no. 44774/98), 10 November 2005. http://cmiskp.echr.coe.int/tkp197/view.asp?action=html&documentId=789023&portal=hbkm&source=externalbydocnumber&table=F69A27FD8FB86142BF01C1166DEA398649 (13.04.2005).
[32] Eser Köker ve İnan Özdemir, “Yargının Siyasal Söylemi: Metaforu Tanımamak, İroniyi Anlamamak,” Aydınlanma ve Hukuk (İstanbul: Osmanlı Bankası, 2008), s. 155-169.
[33] Ergun Özbudun, “Anayasa Mahkemesi ve Demokrasi,” Zaman, 3 Mayıs 2007.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder