9 Aralık 2013 Pazartesi

TÜRKİYE’NİN İTİBARI “İNSAN HAKLARINA SAYGI”DAN GEÇER






Gezi Direnişi’ne hükûmetten gelen şiddetli tepki karşı tepkileri ve hâlen devam etmekte olan toplumsal hâdiseleri de tetiklemiş oldu. Benim bu süreçte takıldığım nokta, özellikle iktidar çevrelerinden gelen “Türkiye’nin uluslararası imajı”nın tam da en yüksek noktalara tırmanmışken birden zedelenmeye başladığı yorumu.

Türkiye’nin uluslararası imajının bir “başarı öyküsü” biçiminde oluşturulmaya çalışıldığı ve bunda da büyük ölçüde başarı sağlandığı ortada. Lâkin, adı üzerinde bu bir “imaj” ve dolayısıyla ne kadar gerçek olup olmadığı da pek belli değil. Bu belirsizlik, bir türlü tam anlamıyla özgür ve demokratik bir ülke olamayışımızda açıkça görünüyor. Uluslararası itibarı yüksek bir derecelendirme kuruluşu olan “Özgürlük Evi” (Freedom House) onlarca yıldır Türkiye’yi “yarı özgür ülke” olarak nitelendiriyor. Bu nitelendirmeyi, Amerika’da yerleşik bir kurumun Türkiye’yi tanımayan, yüzeysel yaklaşımına bağlayarak beğenmeyebilirsiniz ve bence yanlış yaparsınız. Ama, şuna ne demeli: Avrupa Konseyi’nin (AK) 64 yıllık üyesi olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) bağlı kalma yükümlülüğümüz varken sürekli bu sözleşmeyi ihlâl eden bir devlet konumunda olmamız. Anayasasının 2. maddesinde “insan haklarına saygılı devlet” diye nitelenen bir devletin, kendisini bağladığı bir insan hakları sözleşmesini devamlı ihlâl etmesi, aynı zamanda kendi anayasasına da saygısızlık ettiği anlamına gelmiyor mu? Daha da ötesi var. İnsan hakları ihlâlleri pek çok gelişmiş demokratik Avrupa ülkesinde de oluyor. Ama hiçbiri Türkiye’nin sâhip olduğu konumda değil: Ülkemiz AİHS’ni ihlâl eden ülkeler arasında uzun zamandır ikinciydi (demokratik devlet niteliği taşımayan Rusya’nın ardından), iki senedir birinciliği almış durumdayız. Bu mudur Türkiye’nin uluslararası imajı ve itibarı?

Peki, insan hakları ihlâlleri nereden kaynaklanır? Yürütme ve idarenin eylem ve işlemleriyle bunları insan haklarına uygun bir biçimde denetleyemeyen otoriter-devletçi yargı kültürünün ürünü olan mahkeme kararlarından. O hâlde, hem anayasa hükümleri ve hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye aleyhine olan emsal kararları ortadayken, ihlâllerde ısrar nedendir? Özellikle de derdimiz “uluslararası imaj” veya “itibar” ise!

Konuyu Gezi Direnişi etrafında somutlaştıralım: Birinci nokta, idârenin eylemleriyle ilgili olarak “kanunsuz emir” düzenlemesiyle ilgilidir. Buna göre, bir devlet memuru, âmirinden gelen emrin kanunsuz olduğunu düşünüyorsa, emrin yazılı olarak tekrarlanmasını isteyecek ve ancak bu takdirde yerine getirdiği kanunsuz emirden sorumlu olmayacaktır. Ancak, emrin konusu ceza kanunlarında düzenlenen bir suç ise, o zaman memurun sorumluluktan kurtulmasıhiçbir biçimde mümkün değildir. 30 Mayıs günü sabaha karşı Gezi Parkı’na girip oradaki insanların çadırlarını toplayıp yakan memurlar, hangi emri icrâ etmişlerdir? Gezi Direnişi’ni dağıtmaya yönelik olarak elbette polis zor kullanabilir ama bu zor, eylemin barışçıl niteliğinin ortadan kalkamasına bağlıdır. 30 Mayıs sabahında yaşanan olaylarda “çadır yakma” eylemi ise, “kanunsuz emir” bir yana Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen “mala zarar verme suçu”nun işlendiği şüphesini de doğurmaktadır. Dolayısıyla bu yakma eylemini yapan memurların emrin yazılı olarak verilmiş olması hâlinde bile cezaî sorumlulukları olabilecektir ve nitekim Cumhuriyet Savcılığı’nın bu konuyla ilgili soruşturma başlattığı bilinmektedir.

İkinci nokta, olaylara ilgili olarak polis tarafından yapılan müdahalelerde hukuka uygun davranılıp davranılmadığı sorunudur. Burada hukuk, kuşkusuz AİHM kararlarına uygun davranma yükümlülüğüne de içeren boyutuyla insan haklarına saygılı olma anlamında hukuktur. AİHM, Türkiye’den de örneklerin bolca yer aldığı yerleşik kararlarında, toplanma ve gösteri yapma hakkı ile ilgili olarak şu yargıları yerleşik içtihat olarak benimsemiş bulunmaktadır:

(1) Barışçı olmak kaydıyla toplantı ve gösteri yapma hakkı ancak demokratik toplum düzeni açısından zorunlu olmak, kamu düzenini sağlamak ve başkalarının aynı özgürlüklerini korumak amaçlarıyla ve kanunla sınırlandırılabilir. Sınırlandırma hakkın özüne dokunamaz ve “dar yorumlanır”. Bu bağlamda, Türkiye’de getirilen kanunî düzenlemede toplantı ve gösteri yapmak için 72 saat önce mülkî âmire bildirimde bulunma şartı ve ilgili mülkî âmirin göstereceği yerlerde toplantı ve gösteri yapılabileceği kuralı bu hakkın ihlâline dönüşen uygulamalara neden olmaktadır. Toplantı ve gösteri hakkı, toplantı ve gösterinin anlamlı olması ve genel kamu oyu tarafından görülüp bilinmesine imkân verecek zaman ve mekanlarda yapılacaktır. Buna da toplantı ve gösteri yapacak olanlar karar vereceklerdir, mülki âmirler değil. Aksi, bu hakkın özüne dokunmaktır ve hukuka aykırıdır.

(2) Barışçı biçimde devam eden toplantı veya gösteri, kanuna aykırı bile olsa, güvenlik güçleri toplantı ve gösterinin bitmesini bekleyecek ve bittikten sonra kanuna aykırılıktan ötürü ilgililer hakkında işlem yapacaklardır. Aksi, yani bir toplantı ve gösteriye sadece kanunsuz olduğu gerekçesiyle müdahale edilip zor kullanılması insan hakları ihlâlidir.

(3) Barışçı bir biçimde devam eden toplantı veya gösteriye güvenlik güçlerinin zor kullanarak müdahalesi sonrasında toplantı ve gösteri yapanların da şiddet eylemiyle karşılık vermesi, güvenlik güçlerinin başlangıçtaki müdahalesini hukuka uygun hâle getirmez. 2007 yılındaki bir Türkiye kararında AİHM göstericilere karşı cop ve gaz kullanarak müdahale edilmesini bu bağlamda değerlendirmiş ve emniyet güçlerinin müdahalesi sonrasında kaldırım taşları da dâhil çeşitli araçlarla mukabelede bulunulmuş olmasını, emniyet güçlerinin hukuka aykırı davranışlarını haklı kılamayacağı hükmüne varmıştır.

(4) Toplantı ve gösterileri dağıtmak için gaz kullanılması ile ilgili olarak AİHM, 2012 târihli Ali Güneş-Türkiye kararında, gaz kullanımının doğrudan insanlar üzerine, insanlar hedef alınarak yapılmasını, “işkence ve gayri insani muamele”yi yasaklayan AİHS’nin 3. maddesinin ihlâli olarak hükme bağlamıştır.

Tüm bu noktalar gözönüne alındığında, son olaylarda Türkiye’nin uluslararası imajını ve itibarını zedeleyen temel hareketler arasında, 30 Mayıs sabahı yaşananlar başta olmak üzere, yürütme ve idârenin büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Bir kısmı milletvekili sıfatını da taşıyabilen bâzı densiz vatandaşların işlediği suçlar bireyseldir, şiddete başvuran vatandaşlar adı üzerinde marjinaldir ve asla genellenemez. Ama, devlet idâresinin hukuk ihlâlleri, yöneticilerin de kabul ettikleri gibi, basit veya hoşgörülebilir “hâtâlar” diye geçiştirilemez. Önemsiz gibi görülmek istenen hataların ne kadar büyük zararlara yol açabileceğini anlatan eski ama güzel bir söz vardır: “Bir nokta hıfz ile göz kör olur!” Arif olan anlamıştır herhalde.


Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder