Gezi Direnişi’ne hükûmetten
gelen şiddetli tepki karşı tepkileri ve hâlen devam etmekte olan toplumsal hâdiseleri de
tetiklemiş oldu. Benim
bu süreçte takıldığım nokta, özellikle iktidar çevrelerinden gelen “Türkiye’nin
uluslararası imajı”nın tam da en yüksek noktalara tırmanmışken birden
zedelenmeye başladığı yorumu.
Türkiye’nin uluslararası imajının bir “başarı öyküsü”
biçiminde oluşturulmaya çalışıldığı ve bunda da büyük ölçüde başarı sağlandığı
ortada. Lâkin, adı üzerinde bu bir “imaj” ve dolayısıyla ne kadar gerçek olup
olmadığı da pek belli değil. Bu belirsizlik, bir türlü tam anlamıyla özgür ve
demokratik bir ülke olamayışımızda açıkça görünüyor. Uluslararası itibarı
yüksek bir derecelendirme kuruluşu olan “Özgürlük Evi” (Freedom House) onlarca yıldır Türkiye’yi “yarı özgür ülke” olarak
nitelendiriyor. Bu nitelendirmeyi, Amerika’da yerleşik bir kurumun Türkiye’yi
tanımayan, yüzeysel yaklaşımına bağlayarak beğenmeyebilirsiniz ve bence yanlış
yaparsınız. Ama, şuna ne demeli: Avrupa Konseyi’nin (AK) 64 yıllık üyesi olarak
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) bağlı kalma yükümlülüğümüz varken
sürekli bu sözleşmeyi ihlâl eden bir devlet konumunda olmamız. Anayasasının 2. maddesinde
“insan haklarına saygılı devlet” diye nitelenen bir devletin, kendisini
bağladığı bir insan hakları sözleşmesini devamlı ihlâl etmesi, aynı zamanda
kendi anayasasına da saygısızlık ettiği anlamına gelmiyor mu? Daha da ötesi
var. İnsan hakları ihlâlleri pek çok gelişmiş demokratik Avrupa ülkesinde de
oluyor. Ama hiçbiri Türkiye’nin sâhip olduğu konumda değil: Ülkemiz AİHS’ni
ihlâl eden ülkeler arasında uzun zamandır ikinciydi (demokratik devlet niteliği
taşımayan Rusya’nın ardından), iki senedir birinciliği almış durumdayız. Bu
mudur Türkiye’nin uluslararası imajı ve itibarı?
Peki, insan hakları ihlâlleri nereden kaynaklanır? Yürütme
ve idarenin eylem ve işlemleriyle bunları insan haklarına uygun bir biçimde
denetleyemeyen otoriter-devletçi yargı kültürünün ürünü olan mahkeme
kararlarından. O hâlde, hem anayasa hükümleri ve hem de Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye aleyhine olan emsal kararları ortadayken,
ihlâllerde ısrar nedendir? Özellikle de derdimiz “uluslararası imaj” veya
“itibar” ise!
Konuyu Gezi Direnişi etrafında somutlaştıralım: Birinci
nokta, idârenin eylemleriyle ilgili olarak “kanunsuz emir” düzenlemesiyle
ilgilidir. Buna göre, bir devlet memuru, âmirinden gelen emrin kanunsuz olduğunu
düşünüyorsa, emrin yazılı olarak tekrarlanmasını isteyecek ve ancak bu takdirde
yerine getirdiği kanunsuz emirden sorumlu olmayacaktır. Ancak, emrin konusu
ceza kanunlarında düzenlenen bir suç ise, o zaman memurun sorumluluktan
kurtulmasıhiçbir biçimde mümkün değildir. 30 Mayıs günü sabaha karşı Gezi
Parkı’na girip oradaki insanların çadırlarını toplayıp yakan memurlar, hangi
emri icrâ etmişlerdir? Gezi Direnişi’ni dağıtmaya yönelik olarak elbette polis
zor kullanabilir ama bu zor, eylemin barışçıl niteliğinin ortadan kalkamasına
bağlıdır. 30 Mayıs sabahında yaşanan olaylarda “çadır yakma” eylemi ise,
“kanunsuz emir” bir yana Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen “mala zarar verme
suçu”nun işlendiği şüphesini de doğurmaktadır. Dolayısıyla bu yakma eylemini yapan
memurların emrin yazılı olarak verilmiş olması hâlinde bile cezaî
sorumlulukları olabilecektir ve nitekim Cumhuriyet Savcılığı’nın bu konuyla ilgili
soruşturma başlattığı bilinmektedir.
İkinci nokta,
olaylara ilgili olarak polis tarafından yapılan müdahalelerde hukuka uygun
davranılıp davranılmadığı sorunudur. Burada hukuk, kuşkusuz AİHM kararlarına
uygun davranma yükümlülüğüne de içeren boyutuyla insan haklarına saygılı olma
anlamında hukuktur. AİHM, Türkiye’den de örneklerin bolca yer aldığı yerleşik
kararlarında, toplanma ve gösteri yapma hakkı ile ilgili olarak şu yargıları
yerleşik içtihat olarak benimsemiş bulunmaktadır:
(1) Barışçı olmak kaydıyla toplantı ve gösteri yapma hakkı ancak
demokratik toplum düzeni açısından zorunlu olmak, kamu düzenini sağlamak ve
başkalarının aynı özgürlüklerini korumak amaçlarıyla ve kanunla
sınırlandırılabilir. Sınırlandırma hakkın özüne dokunamaz ve “dar yorumlanır”.
Bu bağlamda, Türkiye’de getirilen kanunî düzenlemede toplantı ve gösteri
yapmak için 72 saat önce mülkî
âmire bildirimde bulunma şartı ve ilgili mülkî âmirin göstereceği yerlerde
toplantı ve gösteri yapılabileceği kuralı bu hakkın ihlâline dönüşen
uygulamalara neden olmaktadır. Toplantı ve gösteri hakkı, toplantı ve
gösterinin anlamlı olması ve genel kamu oyu tarafından görülüp bilinmesine
imkân verecek zaman ve mekanlarda yapılacaktır. Buna da toplantı ve gösteri
yapacak olanlar karar vereceklerdir, mülki âmirler değil. Aksi, bu hakkın özüne
dokunmaktır ve hukuka aykırıdır.
(2) Barışçı biçimde devam eden
toplantı veya gösteri, kanuna aykırı bile olsa, güvenlik güçleri toplantı ve
gösterinin bitmesini bekleyecek ve bittikten sonra kanuna aykırılıktan ötürü
ilgililer hakkında işlem yapacaklardır. Aksi, yani bir toplantı ve gösteriye
sadece kanunsuz olduğu gerekçesiyle müdahale edilip zor kullanılması insan
hakları ihlâlidir.
(3) Barışçı bir biçimde devam
eden toplantı veya gösteriye güvenlik güçlerinin zor kullanarak müdahalesi
sonrasında toplantı ve gösteri yapanların da şiddet eylemiyle karşılık vermesi,
güvenlik güçlerinin başlangıçtaki müdahalesini hukuka uygun hâle getirmez. 2007
yılındaki bir Türkiye kararında AİHM göstericilere karşı cop ve gaz kullanarak
müdahale edilmesini bu bağlamda değerlendirmiş ve emniyet güçlerinin müdahalesi
sonrasında kaldırım taşları da dâhil çeşitli araçlarla mukabelede bulunulmuş
olmasını, emniyet güçlerinin hukuka aykırı davranışlarını haklı kılamayacağı
hükmüne varmıştır.
(4) Toplantı ve gösterileri
dağıtmak için gaz kullanılması ile ilgili olarak AİHM, 2012 târihli Ali
Güneş-Türkiye kararında, gaz kullanımının doğrudan insanlar üzerine, insanlar
hedef alınarak yapılmasını, “işkence ve gayri insani muamele”yi yasaklayan
AİHS’nin 3. maddesinin ihlâli olarak hükme bağlamıştır.
Tüm bu noktalar gözönüne
alındığında, son olaylarda Türkiye’nin uluslararası imajını ve itibarını
zedeleyen temel hareketler arasında, 30 Mayıs sabahı yaşananlar başta olmak
üzere, yürütme ve idârenin büyük sorumluluğu bulunmaktadır. Bir kısmı
milletvekili sıfatını da taşıyabilen bâzı densiz vatandaşların işlediği suçlar
bireyseldir, şiddete başvuran vatandaşlar adı üzerinde marjinaldir ve asla
genellenemez. Ama, devlet idâresinin hukuk ihlâlleri, yöneticilerin de kabul
ettikleri gibi, basit veya hoşgörülebilir “hâtâlar” diye geçiştirilemez. Önemsiz
gibi görülmek istenen hataların ne kadar büyük zararlara yol açabileceğini
anlatan eski ama güzel bir söz vardır: “Bir nokta hıfz ile göz kör olur!” Arif
olan anlamıştır herhalde.
Levent
Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder