6 Şubat 2014 Perşembe

Hukukun Üstünlüğü ve Demokratik Siyâset


Peşinen belirteyim: “Hukukun üstünlüğü” yoksa demokratik siyâset de yoktur. Son günlerin hararetli tartışmaları içinde, bu noktanın gözden kaçırılabildiğine şâhit oluyoruz. O kadar ki, iş neredeyse “hukukun üstünlüğü de neymiş” noktasına kadar vardırılabiliyor. Bu kadar âmiyâne değil de, daha bilgiç bir tavrı tercih edenler “hukukun üstünlüğü”nün bir “klişe” olduğundan dem vuruyorlar. Daha mâkûl gibi duran bir görüş ise hukukun üstünlüğünün tartışmalı ve dolayısıyla izâha ve temellendirilmeye muhtaç bir kavram olduğunu vurguluyor. Tüm nüanslarıyla birlikte ele alındığında, bu yaklaşımların ortak noktası şu: Hukukun üstünlüğü, özünde yargının siyâset üzerindeki vesâyetçi üstünlüğü anlamına geliyor ve bu kabûl edilemez çünkü siyâset, “halka hesap verme” anlamında “demokratik meşrûiyet” temeline dayanıyor, yargı ise böyle bir temelden yoksun, düpedüz bürokratik bir mekanizma. Bu yaklaşımı biraz daha ileri götürenler, çok tartışmalı bir yargıyla demokratik meşrûiyet zemininden mahrum diye niteledikleri yargının yanlış olarak kullanılan bir kavramla “vesâyetçi” diye gördükleri uygulamalarını ortadan kaldırmanın bir yolu olarak yargıyı demokratik siyâsî sürece tâbi kılmayı öneriyorlar. Öneri, pratikte yargıyı yürütmeye tâbi kılmayı ihtivâ ettiği için hassasiyetle üzerinde durmayı gerektiriyor. Sırayla gidelim.
(1) Bilgili okurların affına sığınıyorum. Lâkin, yukarıda özetlemeye çalıştığım yaklaşımların bilmediği, unuttuğu, daha da vahimi, unutturmak istediği bâzı temel kavramsal bilgileri hatırlatmadan ilerlemek mümkün değil. Şu: Hukuk, bir ilkeler ve kurallar sistemi. Kurallar anayasa, kânun, tüzük, yönetmelik gibi adlar alıyorlar ve bu kuralları bir “sistem” hâlinde birbirine bağlayan bir ilişki mevcut: Hiyerarşi. Buna göre yönetmelik kânuna, kânun da anayasaya aykırı olmamalı. Bu hiyerarşinin gerekçesi basit: her hukuk kuralı geçerliliğini kendi üstündeki kuraldan almaktadır. Bir diğer deyişle, kaynağına ters düşen hukuk kuralı geçersizdir.
Hukuku bir hiyerarşik sistem olarak görmenin gerisindeki düşünce de şu:  Hukuk kurallarının önemli bir bölümü kişilerin nasıl davranmaları gerektiğini gösteren emirlerden oluşuyor. Bir diğer deyişle hukuk, “olması gereken” davranışları belirtiyor ve böyle davranılmaması hâlinde karşılaşılacak olan müeyyideleri ortaya koyuyor; insanların gerçekte nasıl davrandığı (“olan”) ile ilgili tesbitler veyâ açıklamalar hukuk kuralının konusu değil. Bu çerçevede, “olan” ile “olması gereken” arasında mantıkî bir bağ bulunmadığından, hukuk kurallarının kendi aralarındaki ilişkilerin “olması gereken”ler arasındaki ilişkiler olarak düşünülmesi gerekiyor. Bir diğer deyişle, “olması gereken davranış”ı gösteren bir “kural”ın kaynağı da yine ancak bir başka “olması gereken”i gösteren bir kural olabilir ki bu da bizi, hukuk kurallarını bir sistem hâlinde birbirine bağlayan ilişkinin “hiyerarşi”, yani “alt-üst” ilişkisi olduğu sonucuna götürmektedir. Sonuç: Hukukun üstünlüğü, bir hiyerarşik ilişki hâlinde birbirlerine bağlanmış kurallar sistemi olarak hukukun üstünlüğü demektir.
(2) Türkiye'nin mevcut hukuk sistemine bu açıdan bakarsak, “hukukun üstünlüğü”nün bir temel kavram olarak benimsendiği açıktır. Bu benimsemenin en açık ifâdelerinden biri “kânunların anayasaya aykırı olamayacağı” kuralıdır. Bunun dışında, hiç kimsenin kaynağını anayasadan ve kânunlardan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı, yürütme ve idârenin –tartışmalı istisnâlar dışında- tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tâbi olduğu gibi kuralları da hatırlatmak gerekir. Bunlara ek olarak, Türkiye'nin hukuk sisteminde, kurallar hiyerarşisi içinde, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler”in de en azından “kânunların üstünde” bir yere sâhip olduklarını da vurgulamak gerekmektedir.
Bütün bunları ve hukuk sistemini bütünleyen “uluslararası hukukun emredici kuralları”, “dürüstlük ve iyiniyet kuralları”, “kamu hizmetinin devamlılığı”, “hak, nısfet ve vicdan” gibi ilke ve değerleri göz önüne aldığımızda, “hukukun üstünlüğü” ifâdesinin bugünkü hukuk sistemindeki kapsamı netleşmiş olur.
(3) Gelelim siyâsete. Bu da temellendirilmeye muhtaç bir kavram. Yaygın kabûl gören bir anlamıyla siyâset, var olan kuralları muhafaza etme veyâ değiştirme amacına yöneliktir. Daha açık bir ifâdeyle siyâset, benimsenmiş olan bir “iyi (hattâ ideâl) toplum” anlayışına göre, mevcut düzeni kısmen yâhût tamâmen korumayı veyâ yine kısmen yâhût tamâmen değiştirmeyi amaçlayan bir faaliyettir. Siyâsetin önüne ‘demokratik' sıfatını getirdiğimizde bu, birbirinden şu ya da bu ölçüde farklı iyi toplum anlayışlarına sâhip tasavvurların rekâbetçi iktidar mücâdelelerini anlatmaktadır. Böyle bir siyâsetin olabilirliğinin önşartı ise farklı iyi toplum tasavvurlarına sâhip görüşlerin serbestçe ifâde edilmesine, bu tasavvurlar etrâfında örgütlenilebilmesine imkân verecek temel hak ve özgürlüklerin yerleştirilmiş olmasıdır. Temel hak ve özgürlüklerin demokratik siyâseti mümkün kılacak ölçüde yerleştirilmiş olması ise, yukarıda îzâh etmeye çalıştığım bütünlüğü içinde “hukukun üstünlüğü”nün benimsenmesiyle mümkündür.
İşte bu noktada, mâhiyeti gereği toplumu bir bütün olarak düzenleme potansiyel gücüne sâhip devleti, temel hak ve özgürlüklere dayalı hukukun üstünlüğüne tâbi kılmak ve sınırlandırma zorunluluğu açıkça belirmektedir. Çağdaş demokrasilerde bu zorunluluk kuvvetler ayrılığı ve yasama ile yürütmenin yargı denetimine tâbi kılınması ile gerçekleştirilmektedir. Bunun lâyıkıyla yapılabilmesi için de yargının bağımsız olması gerekmektedir.
(4) Yargının bağımsızlığı, gerçekten te'sis edilebildiği takdirde, aynı zamanda yargının tarafsızlığının da teminâtıdır. Şöyle ki: Yargı “hukuka aykırılık” iddiâları üzerinde kesin hüküm vererek son sözü söyleyen organdır. Hukuka aykırılık ise, yukarıda îzah etmeye çalıştığım bütünlüğü içinde, kuralları ve ilkeleriyle bir sistem olarak “hukuka aykırılık”tır ve bu sistem, belli bir kişiye veyâ gruba yâhût spesifik bir “hâdise”ye (“olan”a) göre kurulmamıştır. Dolayısıyla, yargı “bağımsız” bir biçimde hukuku uyguladığı zaman zâten “tarafsız” (yâni çekişme [nizâ] konusunun taraflarına göre hukukun nesnelliği temelinde) davranmış olur.
Türkiye'nin temel sorunu, temel hak ve özgürlükleri içeren bir ilkeler ve kurallar sistemi olarak hukukun üstünlüğünü doğru dürüst yerleştirememiş olmasından kaynaklanmaktadır. (Bu, kuşkusuz, Türkiye'nin hukukun üstünlüğü açısından hiçbir birikiminin olmadığı anlamına gelmemektedir.) Dolayısıyla, bu yönde yeterli çaba göstermeyen siyâset erbâbının, kendi eyleminin ürünü olan anayasa, kânun ve yönetmelik hükümlerini uygulayan yargıdan rahatsızlık duyması mümkündür. Ancak, bu rahatsızlığın her türlü yargı denetimini üstelik de tamâmen yanlış kullanılan bir kavramla “vesâyet” diye bertaraf etmeye yönelik bir “siyasetçi üstünlüğü”ne dönüştürülmeye çalışılması kabûl edilemez. Doğrusu, kurulu düzenden ve işleyişinden duyulan rahatsızlığı hukukun üstünlüğünü “bihakkın” yerleştirmeye vesîle kılabilmektir.