Uzun bir zaman sonra, nihâyet silâhların sustuğu, barış
atmosferinin hâkim olduğu bir ortamdayız. Şimdi bu atmosferi kalıcı bir barış
düzenine dönüştürmek gerekiyor ve bu da “Kürt sorunu”nu çözecek hukukî ve
siyasî kapasiteye sâhip yeni bir anayasa düzenini inşâ edebilmekten geçiyor.
İşte tam da bu noktada, “barış ve çözüm” sürecine muhalif çevrelerin çeşitli
vurguları arasında ortaya atılan “anayasadan Türklüğü çıkarma” diye oldukça
provokatif bir dille ortaya atılan itiraz gündeme gelmiş bulunuyor. Kullanılan
dilin provokatifliğini bir ân için unutarak, biraz daha serinkanlı bir biçimde,
bu “anayasal Türklük sorunu”na bakmaya çalışalım.
Anılan itirazın temel dayanağı, ki kamu oyunda yaygın kabûl
de görüyor, şu: “Anayasa’daki vatandaşlık tanımında kullanılan Türk ifadesi
etnik bir anlam taşımamaktadır.” Öyle mi acaba?
(1) 1982 Anayasası’nın 66. maddesinde kullanılan
“Türk”sözcüğünün etnik bir anlam taşıdığını düşünen ve bundan dolayı da
kendisinin mensup bulunduğuna inandığı grubun anayasa düzeni tarafından
dışlandığına inanan milyonlarca vatandaş var. Dolayısıyla, istenildiği kadar
“etnik anlam taşımıyor” densin, sadece bu ifâde nedeniyle dışlanmışlık hissi
içinde olan farklı grup veya grupların mevcudiyeti, derin bir meşrûiyet yarasının
varlığına işâret eder ki, “Kürt sorunu”nun en temel kaynaklarından biri de bu
“anayasal Türklük sorunu”ndan kaynaklanmaktadır.
(2) Gelelim daha objektif bir başka boyuta. Anayasa
–dikkat!- “değiştirilemezlik” niteliği atfettiği 1. ve 3. maddelerinde devleti
“Türkiye devleti” olarak nitelendirirken, pekâlâ değiştirilebilir bir hüküm
olan vatandaşlık ile ilgili maddede devlet birden “Türk devleti” oluveriyor.
Bu, anayasa içi bir çelişkidir ve esasen 1982 Anayasası’na aynen 1961
Anayasası’ndan miras kalmıştır. “Türkiye” bir ülkenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin
ülkesinin adı iken, Türk bir ülke adı değil, bir insan grubunun öncelikle
“anadil” (Türkçe) mensubiyetiyle karakterize edilen niteliğidir. “Türkiye
devleti bir cumhuriyettir” ifâdesi ne kadar doğru ve tutarlı ise, “Türk
devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” hükmü de o kadar
yanlış ve tutarsızdır. Buradaki doğruluk ve tutarlılık ölçümüz kuşkusuz
evrensel ölçüdür: Modern demokratik devletler “territoryal” (yani ülkesel)
devletlerdir, modern devleti niteleyen unsur, üzerinde hâkimiyet tesis ettiği
ülkedir, insan unsurunun nitelenişi de bu ülkeye göredir. Dolayısıyla,
herşeyden önce, 66. maddedeki ifadenin “Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla
bağlı olan herkes Türktür” biçiminde yazılması gerekirdi. Ama bu da sorunu
çözmeyecektir.
(3) Tesbit etmeliyiz ki, 1923 (Cumhuriyet) sonrasında
devlete “Türkiye devleti” diyen bir anayasal geleneğimiz var (1924, 1961, 1982
anayasalarının hepsinde –yine dikkat!- değiştirilemez 1. madde “Türkiye devleti
bir Cumhuriyettir.” Ama sadece 1961 ve 1982 anayasalarının vatandaşlığı
düzenleyen maddelerinde devlet birdenbire “Türk devleti” oluyor, 1924’teki
vatandaşlık tanımında “Türkiye ahalisi” (bugünkü tâbirle herhalde “halkı”
demeli!) tâbiri kullanılmış. Bu tesbitlerle birlikte, vatandaşlık tanımındaki
Türk kelimesinin etnik bir tâbir olmadığı iddiasına tekrar dönelim: Etnik
mensubiyetin en temel ve geçerli olçülerinden biri “anadil”dir. Bu durumda,
1982 Anayasası’nda varolan “Türkçe’den başka hiçbir dil . . . Türk
vatandaşlarına anadil olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmü karşısında,
vatandaşlık tanımı olarak müracaat edilen Türk sözcüğünün etnik bir referans
taşımadığını savunmak nasıl mümkün olmaktadır? 42. maddenin mefhum-ı
muhalifinden “sâdece Türkçe Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulabilir”
anlamı çıkmıyor mu? Bunun bir zorlama yorum olduğunu düşünmeyiniz. Zirâ 1983
yılında çıkarılan ve 1991’de ilgâ edilen Kürtçe yasağı getiren kanundan epeyce
sonra, 2005 yılında çıkarılan ve Kürtçe öğretilmesini serbest bırakan kanun,
vatandaşların Türkçe dışındaki dillerinden “anadil” olarak değil de “farklı dil
ve lehçe” olarak bahsetmektedir. Ezcümle, mevcut hukuk düzenimizde –onca
demokratik açılım ve reforma rağmen- Türkçe tam bir bulanıklık içinde hem “resmî
dil” hem de “anadil”, Cumhuriyet vatandaşlarının sosyolojik olarak sâhip
oldukları Türkçe dışındaki anadilleri ise “farklı dil” veya “lehçe” oluyor. Bu
durumda “Türk”, hem devleti, hem de vatandaşı, hem de bu devletteki “hukuken”
yegâne anadili niteleyen bir terim olarak nasıl etnik bir referans içermiyor?
Tümüyle yersiz bir iddiâ, anlayacağınız.
(4) Dahası da var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan
“Türk”ler var mı? Kıbrıs, Irak, Suriye, Azerbaycan, “Orta Asya Türk
devletleri”, Doğu Türkistan, ya da YÖK Kanunu’nda sözü geçen “akraba Türk
toplulukları” gibi bağlamlarda sıkça hem hukukî, hem siyasî, kültürel vs.
referanslarla kullandığımız “Türk” sözcüğü etnik anlam taşımıyor mu? Yâni bu
Türk kelimesi, ülke içinde Kürt sorunu bağlamındaki tartışmalarda “hukukî”,
bağlam Kürt sorunu olmayınca, “etnik” içerik taşıyan esnek bir tâbirdir ve
işimize nasıl gelirse öyle kullanırız mı denilmek isteniyor?
(5) Biraz daha geriye gidelim: “Burada [Büyük Millet
Meclisi’nde-LK] maksud olan ve Meclis-i Alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk
değildir, yalnız Çerkes değildir, Yalnız Kürd değildir, yalnız Lâz değildir.
Fakat hepsinden mürekkeb anasır-ı İslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. . . .
Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasile iştigâl ettiğimiz millet bittabî bir unsurdan
ibâret değildir. Muhtelif anasırı İslâmiyeden mürekkebtir.” 1920’de Millî
Mücâdele içinde bizzat Atatürk’e âit olan bu sözlerde Türk tâbiri açıkça bir
etnik grubu ifâde etmektedir. Farklı etnik grupları birleştirici üst kimlik ise
–millet teriminin Osmanlı Devleti’ndeki kullanımıyla uyumlu bir biçimde-
İslâmiyet’tir. Bu doğrultuda Cumhuriyet’in ilânı ve 1924 Anayasası’ndaki
vatandaşlık tanımının “Türk” sözcüğü ile belirlenmesinden önce imzalanan Lozan
Andlaşması’nda da referans etnisite değil dinî içeriğiyle millet kavramı
olduğundan azınlıklar “gayrimüslim” olarak ifîâde bulmuştur. Hâl böyle iken,
1924 Anayasası vatandaşlık tanımı yaparken “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı
yapılmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlâk olunur” hükmünü getirirken, Türk
sözcüğünü vatandaşlık için kullandığını belirtme ihtiyacını “gayrimüslim
azınlık mensuplarının asâdece vatandaşlık bakımından Türk olabilecekleri”
kabûlüyle hareket etmiştir. Bu da 1925’ten itibâren birbiri ardına gelen isyân
ve direniş hareketleriyle başlayıp bugünlere uzanan Kürt sorununun hukukî
düzeyde beliren ilk kaynağı olmuştur. Zira 1924’e göre, Atatürk’ün yukarıdaki
konuşmasında belirttiği tüm etnik farklılıkları, etnisitelerden biri olan
“Türk” kavramı altında birleştirmek ve Türk’ün bu tarihten sonra “millet”in adı
olarak kullanılması yönünde bir tercih yapmak söz konusu olmuştur. 1961 ve 1982
anayasaları ise Cumhuriyet’in insan unsurunu Türk tâbiriyle belirlemek
konusunda daha da ısrarcı olmuşlardır.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, yeni anayasada
vatandaşlığın etnik veya dinî bir referansla tanımlanması yerine vatandaşlığın
bir temel hak olarak anayasal güvence altında olduğunu tesbit eden bir
düzenlemeye gitmek en doğru tercih olacaktır. Devletin ve vatandaşların
oluşturduğu ortak siyâsî topluluğumuzun referansının da tüm çağdaş
demokrasilerde olduğu gibi ülke adıyla –Türkiye referansıyla- belirlenmesini
sağlamak da en geçerli yol olarak görünmektedir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder