I
Hukukî pozitivizm[1],
hukuk teorisinde ve pratiğinde esas itibariyle hâlâ etkisini ve önemini koruyan
bir akım. Bununla birlikte, hem pozitivizm, hem de hukukî pozitivizm
terimlerinin ne anlama geldikleri hususunda bir netlik bulunduğunu söylemek
kolay değildir. Bir kere, genel olarak pozitivizmin sosyal bilimlerde, sosyal ve
politik teoride bir hayli eleştirilmiş olduğunu, bu nedenle de kendi içinde önemli
değişiklikler geçirdiğini, hatta bugün sosyolojide, siyaset biliminde ve sosyal
bilimlerin hukuk dışındaki diğer alanlarında pozitivist yaklaşımı, 1920’lerden
itibaren Viyana Çevresinin yeniden formüle ettiği haliyle dahi savunmanın pek
de kolay olmadığı bir noktada bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Dahası,
pozitivizmin geçirdiği bu değişim nedeniyle de, Anthony Giddens’ın “Pozitivizm
ve Eleştirileri” başlıklı önemli makalesine[2],
aslında kimin pozitivist olduğunu tanımlamanın pek de kolay olmadığını belirterek
başladığını hatırlatıp, kimin, nasıl, hangi anlamda pozitivist olduğunu bilmenin
zor olduğu bir noktada bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Genel olarak sosyal ve
politik teori için geçerli olan bu güçlüğe karşılık acaba, konu hukuk olunca,
biraz daha rahat olduğumuzu düşünebilir miyiz? Örneğin, kimlerin hukukî pozitivizmi
temsil ettiğini veya hukukî pozitivizmin nasıl bir akım olduğunu görece net bir
biçimde ortaya koyabilir miyiz? Hukukî pozitivizmin “olan-olması gereken hukuk
ayrımı”, “hukuk ile ahlâkın birbirinden ayrılması”, bu bağlamda
temellendirilmek istenen bir “saf hukuk teorisi” gibi özellikleri dikkate
alındığı takdirde, soruya evet diye cevap vermek mümkün gibi görünüyor. Ama
biraz içine girdiğimiz zaman, biraz hukukî pozitivizmle ilgili literatüre, kendisini
bu etiket altında tanımlayanların veya böyle tanımlanmalarına en azından itiraz
etmeyecek olanların neler söylediklerine baktığımızda ise, bu işin de o kadar
kolay olmadığı ortaya çıkıyor.
Hukukî
pozitivizm, öncelikle, olan (pozitif) ve olması gereken (doğal veya ideal)
hukuk ayrımı çerçevesinde hukukun olan hukuktan ibaret olduğunu, olması gereken
hukuk diye bir şeyin aslında ya olmadığını ya da, varsa bile bunun hukuk
olmadığını kabûl etmektedir. Bir diğer deyişle, hukukî pozitivizm, “pozitif
hukuk-doğal (ideal) hukuk” ayrımı temelinde, doğal (ideal) hukuku reddeden bir
akım olarak öne çıkmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, “olması gereken hukuk”
anlamında doğal hukukun yokluğu veya hukuk olmadığı şeklindeki bu yaklaşım, esasen
pozitivizmin on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki kurucusuna Auguste Comte’a dek uzanan
genel pozitivist esprinin belirleyici tavrı olan ve bugün de devam eden “metafizik
aleyhtarlığı”nın, hukuku her türlü metafizik düşünceden, bu arada da “olması
gereken (doğal, ideal) hukuk” anlayışlarından arındırmaya gayret eden hukukî pozitivizmde
de muhafaza edildiğini göstermektedir. Dolayısıyla, “hukukî pozitivizm” akımını
kurucularının aynı zamanda doğal hukuk akımına bir tepki olarak ortaya çıkmış
olan faydacılık (utilitarianism) akımının
mensupları olması bu bakımdan çok şaşırtıcı olmamalıdır.[3]
O yüzden ilk faydacılar nasıl ki doğal hak ve dolayısıyla doğal hukuk kavramını
reddederek bir faydacı toplum felsefesi oluşturmuşlarsa, aynı toplumsal felsefe
temelinde, hukukun da aslında doğal hukuk değil, pozitif hukuk olarak
anlaşıldığı görülmektedir. Bu bağlamda hukukun, John Austin tarafından bir
egemenin vermiş olduğu emir niteliğindeki bir kural olarak tanımlanması burada,
hukukî pozitivizmi açıklayıcı bir hareket noktası olmaktadır. Bu tanıma göre
hukuk, kendisi bir başkasından emir almayan ve dolayısıyla da kendisi bir
başkasına itaat yükümlülüğü altında bulunmayan bir öznenin, bir egemenin
başkalarına verdiği emirlerden oluşmaktadır. Bu emirler, kendilerine riayet edilmediğinde,
bir ihlâl söz konusu olduğunda, bir müeyyide unsuru da taşımaktadırlar ve dolayısıyla
kurala (egemenin emrine) uymayanlar, yani egemene itaat yükümlülüğünü yerine
getirmeyenler de müeyyide ile karşı karşıya kalmaktadırlar.[4]
Hukukî
pozitivizm açısından bakıldığında, burada “emrin ne olduğu”, yani egemenin emir
olarak neyi ifade ettiği, daha doğrusu emrin içeriği değil, bu emrin varlığı
önemlidir. Benzer bir biçimde, emri pekiştiren müeyyidenin şiddeti veya
caydırıcılığı da hukukun varlığı açısından bir önem taşımamaktadır. Aslolan
böyle emir niteliğindeki bir kuralın (ve müeyyidenin) varlığıdır ve hukuk
bundan ibarettir. Böylece, hukukî pozitivizme göre hukuk, çok büyük ölçüde belli
bir zamanda belli bir mekanda (belli bir toplumda) var olan müeyyide destekli davranış
kuralları manzumesi olmaktadır.[5]
Austin’den
hareketle örneklediğim bu hukuk tanımında aslında bir dizi sorun bulunmaktadır.
Bu sorunlardan biri, pozitif hukukun bu şekilde tanımlanmasını kabul etsek bile,
olan hukukun nasıl tesbit edileceğidir. Daha doğrusu, bir yönüyle “olan hukuk
nedir?” sorusunun cevaplandırılması çabası gibi görünen hukukî pozitivizmin,
hukukun varlığını hukuk kurallarının geçerliliğine indirgediği, hukuk
kurallarının geçerliliğinin de, en azından Austin örneğinde, çok da açıklayıcı
bir temele oturtulamadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Austin, kuralın geçerliliğini
toplumda var olan egemene itaat etme alışkanlığıyla izah etmeye çalışmaktadır. Egemenin
varlığının ve verdiği emre itaat yükümlülüğünün nereden kaynaklanmaktadır
sorusu (ve tabiî bununla ilişkilendirilebilecek, daha ziyâde emrin kaynağı ve
içeriğiyle ilgili başkaca sorular) hukukî pozitivizm için, hukuk alanının
dışına veya olması gereken hukuka ilişkindirler, bu yüzden de hukukun
“bilimsel” incelenmesi ile ilgili değildirler.[6]
Burada egemenin
ya da hükümranın bu şekilde anlaşılması, İngiltere’den, yani Austin’in
ülkesinden Kıta Avrupa’sına geldiğiniz zaman doyurucu olmaktan iyice
uzaklaşmaktadır. Anglo-Amerikan düşünce geleneğinden farklı tarihî zemine
oturmuş bulunan bir olgu olarak,
Kıta Avrupası’nda bu egemene, hukuk ile (özdeşlik değilse de) sıkı bir
ilişki içinde ‘devlet’ denmektedir.[7]
Devletin, bu ilişki bağlamında normatif bir niteliği vardır ve dolayısıyla Kıta
Avrupa’sındaki hukukçular da bu niteliğin izah edilmesi gibi bir meseleyle
karşı karşıya bulunmaktadır.
II
Bu bağlamda, Austin’den
sonra hukukî pozitivizmin en önemli teorisyeni ve bir bakıma “yeniden inşâcısı”
olarak Hans Kelsen’in özel bir yeri bulunmaktadır. Kelsen, Kıta Avrupası’nda
belki modern devlete geçiş sürecini başlatabileceğimiz on altıncı yüzyıldan
itibaren gelişmekte olan bir devlet teorisini tamamen hukukî bir forma
kavuşturup neredeyse devletle hukuku bir normatif sistem olarak özdeşleştirmek
istemiştir.[8]
Böylece de, modern dünyada yetişmiş bütün hukukçuların yakından bildiği “normlar
hiyerarşisi” kavramı ve normların ancak bu hiyerarşi içinde geçerliliklerini
kazanabileceğini düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, Kelsen’in “normlar
hiyerarşisi” yaklaşımı ve dolayısıyla devleti böyle bir normatif-hiyerarşik sistemle
özdeşleştirmesi de yine çok temel bazı sorular gündeme getirildiğinde yetersiz
kalmaktadır.
Bu yetersizlik,
özel olarak Kelsen’in hukuku, kendince hukuk-dışı olduğu kabûl edilen tüm
(ahlâkî, kültürel ve siyâsî) değerlerden ve ilgilerden arındırılmış bir
bütünlük ve saflık içinde izah etme girişiminin sonunda gelip dayandığı bir
tıkanıklıkta kendisini ortaya koymaktadır. Kısaca söyleyecek olursak, “normlar
hiyerarşisi,” nereden başlarsanız başlayın, somuttan soyuta veya özelden genele
yahut soyuttan somuta, genelden özele giden bir hiyerarşi takip eder ve bu
hiyerarşide alttaki norm geçerliliği üstteki normdan alır. Hukuku bir “saf
hukuk teorisi” ile açıklama girişiminde karşılaşılan tıkanıklık da şu soruda
ortaya çıkmaktadır: Hiyerarşinin en üstündeki norm geçerliliğini nerden almaktadır?
Bir diğer deyişle, Kelsen’in “temel norm” (Grundnorm)
dediği en üstteki norma geçerliliğini veren nedir? Austin’in, “(hukuka
varlığını ve geçerliliğini kazandıran) egemenin varlığı bir toplumsal olgudur”
değerlendirmesiyle sormaktan kaçındığı, ancak Kıt’a Avrupası düşüncesinde böyle
bir kaçınma imkânının bulunmadığı, dolayısıyla da Kelsen’le birlikte bir
“hiyerarşik normlar sistemi” diye anlaşılan “devlet”in hukukî olması gereken
kaynağının niteliğine yönelen bu sorunun, yine Kelsen’in amaçladığı gibi, salt
hukuk içinde kalınarak verilebilecek bir cevabı bulunmamaktadır. Bunun tek
istisnası belki doğal hukuk (ve toplumsal sözleşme) teorilerinin bağlamı
olabilirdi ama, hukukî pozitivizm, bilindiği gibi bu teorileri “metafizik”
(yahut bilim dışı) sayarak reddetmektedir.
O hâlde,
Kelsen’in normlar ihyerarşisi sistemindeki “temel norm”un geçerliliği nasıl
izah edilecektir? Böyle bir izah için ilk akla gelen referanslardan biri
Immanuel Kant’ın felsefî düşüncesi olmuştur. Nitekim Kelsen de, önce temel normun adeta kategorik bir
varsayım (presupposition) olduğunu
düşünmekle bu yola müracaat etmiştir. Kelsen’in bu “yeni-Kantçı” yaklaşımında
temel norm, Austin’in yukarıda değinilen yaklaşımında yer alan ve hukuku bir
egemenin emrine tâbi olma ile belirleyen düşünceden farklı bir biçimde[9]
ve Kant’ın pozitif hukuk içinde yurttaş iradesini kurucu bir unsur olarak gören
yaklaşımına atfen, “yurttaşların belirli davranışları normatif olarak kabûl
etmeleri”ne bağlanmaktadır.[10]
Temel normun böylesi bir temel kabul biçimdeki izahı ya da ancak “felsefî” bir
temele oturtulabilmesi, hukukî pozitivizmin bir “saf hukuk bilimi” inşâ etme
amacını gerçekleştiremediğini göstermektedir. Bir diğer deyişle, hukukî
pozitivizmin, bu bildirinin en başında değinilen bilimselcilik (scientism) yanını öne çıkaran bir
biçimde, hukukun her türlü hukuk dışı unsurdan ayrıştırılarak izah edilmesi,
Kelsen’in deyimiyle bir “saf hukuk bilimi” inşâ edilmesi konusundaki yaklaşımı,
özünde hukukun içinde herhangi bir ahlâkî (ve siyasî) değer yargısının, değerlendirmenin
veya argümanın yer almaması gerektiği düşüncesinin temellendirilmesi bakımından
Kelsen’in yaklaşımı da yeterli olmamıştır.[11]
Bu çerçevede
Kelsen’e yöneltilen eleştirilerin hukukî pozitivizm içinde kalınarak karşılanabileceğini
gösteren ve bu bakımdan da hukukî pozitivizmi Kelsen sonrasında en fazla
geliştirmiş olduğunu söyleyebileceğimiz H. L. A. Hart’ın görüşleri özel bir
önem kazanmaktadır. Hart’ın hukukî pozitivizmi yeniden formüle etmesinde şöyle
bir özellik vardır: Hart bir defa doğrudan doğruya Kelsen ile değil ama daha
ziyade Austin’le hesaplaşarak, hukukun sadece davranışları düzenleyen emredici
kurallardan yani emir ve yasaklardan ve bunlara bağlı müeyyidelerden oluşan bir
kurallar sistemi olmadığını söylemektedir.[12]
Kelsen’i çağrıştıran bir biçimde, Hart’ın yaklaşımına göre de hukuk bir
normatif sistemdir ve bu sistem iki tür normdan meydana gelmektedir. Bu norm
türlerinden birine Hart birincil normlar adını vermektedir ki bunlar, Austin’in
dediği anlamda emirlerden, yasaklardan ve bunlara bağlı müeyyidelerden oluşan
kurallardır. Hart’a göre hukuk, bu tür insan davranışlarını düzenleyen
normlardan ibaret değildir. Hukuk sisteminde bir de Hart’ın ikincil normlar (secondary norms) dediği türden normlar
yer almaktadır. Keyman’ın veciz ifâdeleriyle, “yükümlülük getiren” birincil
normlardan farklı olarak “ikincil normlar ... yetkiler veren normlardır” ve
esasen “birincil normlar koymak, eskileri ortadan kaldırmak veya değiştirmek,
birincil normların varlığını saptamak ve uygulanmalarını kontrol etmek” gibi
yetkilerle ilgilidirler ki, sonuçta “tanıma normu, değiştirme normu ve muhakeme
normu” diye de kendi içinde ayrılmaktadırlar.[13]
Hart’ın hukuku
birincil ve ikincil normlardan oluşan bir sistem olarak kavrayışı, (1) hukuku
bir egemenin ortaya koyduğu ve boyun eğilmesi gereken müeyyideli kurallar
olarak açıklayan Austin’in ve (2) hukuku, bir temel norma bağlanan hiyerarşik
bir sistem olarak gören Kelsen’in açıklamalarının bir “pozitif hukuk” teorisi
ortaya koymaktaki eksikliklerini gidermek üzere ortaya atılmıştır. Bu bağlamda
Hart’ın, özellikle bir ikincil norm olan “tanıma normu” kavramı aracılığıyla
hem Kelsen’in “temel normun geçerliliği” sorununu yeni-Kantçı bir felsefî
yaklaşıma müracaat ederek ve bir “kabul”e veya “varsayıma” dönüştürerek izah etmesindeki
problemi, hem de Austin’in egemeni teorik olarak temellendirilebilir bir
biçimde açıklamaktan ziyade “kişi” gibi gören “sosyal olgu” yaklaşımındaki
problemi çözmeye yönelmektedir. Yine bu bağlamda, Hart’ın, temel normu “fiili
durum ve şartlara ilişkin bir varsayım” olarak gören Kelsen’den farklı olarak,
“gerçek anlamda maddi bir olguyu, fiili durum ve şartları ifade” eden tanıma
normu kavramını[14] ortaya
atmasının hukuk normlarının varlığı ve geçerliliği ile ilgili sorunu çözmeye
yönelik “sosyolojik bir yaklaşım getirdiği”ni de söyleyebiliriz. Böylece,
hukukî pozitivizmin temel problemleri arasında ilk sırada yer alan, bir hukuk
normunun varlığı ve geçerliliği hakkındaki ölçünün ne olacağı problemine,
Kelsenci felsefî normativizmin sosyolojik bir bakışla birleştirilmesine
yönelmiş olan Hart’ın[15],
bu problemle ilgili olarak Austin’ci “sosyal olgu olarak egemen” kavramıyla da
hesaplaştığı görülebilmektedir.
Hukukun
açıklanmasında, hukukun kaynağını bir sosyal olgu olarak egemende gören
Austinci yaklaşımdan farklı olarak, Hart’ın görüşünde, özellikle “ikincil
normlar” (ve daha özel olarak da tanıma normu) kavramı ile birlikte, Austin’in
kişileştirmiş olduğu egemen, aslında bir “makam” (office) olarak anlaşılmaktadır.[16]
Bu makam, herşeyden önce emir vermekle, en temel olarak kanun yapmakla yetkili olan bir makamdır. Dolayısyla
meselâ emir verme anlamında davranış normları (yasa) koyan bir makam olarak yasama
organını kastediyorsak, bu makamın oluşması içinde kurallar vardır. Yani yasama
organının nasıl oluşacağı, emir verme yetkisine sahip olan bu makamın hangi
kurallara göre oluşacağı da gene başka bazı kurallar tarafından belirlenmektedir.
Keza aynı şekilde, normların nasıl yürütüleceği ve bir hukukî uyuşmazlığı hüküm
vererek çözmekle yükümlü (ve yetkili) olan yargının da bu işi nasıl yapacağı
ile ilgili kurallar vardır. Bu nedenle yasama organının nasıl oluşacağı ve
işleyeceği, muhakemenin nasıl
yapılacağı ve işleyeceği ile ilgili kurallar aslında davranış kuralı ya da emir
ve yasak koyan müeyyidesi olan kurallar niteliğinde olmayıp bu tür kuralların
yani birincil kuralların ortaya çıkmasını mümkün kılan süreçlere ilişkin kurallardır.
Burada Hart’ın
yaklaşımının özellikle bu ikincil normlar aracılığıyla, aslında hemen hepsi
ikincil normlarla belirlenen yasama, yürütme ve yargı fornsiyonlarının hangi
makam (kim) tarafından, hangi
usûllerle (nasıl) yerine getirileceğine dair bir düzenin, daha doğrusu resmî
bir devlet düzeninin varlığını anlattığını görmekteyiz.[17]
Fakat burada da gene bir sorun
ortaya çıkmaktadır. Başta tanıma normu olmak üzere, bu resmî devlet düzeninin
nasıl oluştuğu meselesi çözülmüş değildir. Örneğin, böyle bir resmî devlet
düzeninin temellerine ilişkin bir soru olarak, “tanıma normunun kaynağı nedir?”
sorusuna Hart’ın cevabı, “tanıma normunun kendisi, ‘aslında hukuk kuralı
olmayan diğer toplumsal kurallar içinden çıkmaktadır” gibi bir cevap
olmaktadır.
Tanıma normu
üzerinden resmî devlet düzenini ve dolayısıyla da hukuku bir sosyolojik temele
yerleştiren Hart, bir açıdan, hukukî pozitivizmin tüm metodolojik ilkelerini de
benimsemiş görünmektedir.[18]
Bu doğrultuda, olan-olması gereken hukuk ayrımını, hukuku olan hukukla
özdeşleştirerek kabûl eden, bu ayrım uyarınca hukuk ile ahlâk ayrımını da
muhafaza eden Hart, acaba çağdaş hukukî pozitivizm açısından nerede
durmaktadır?
Çağdaş hukukî
pozitivizmde biri “dışlayıcı” diğeri “içerici” diye adlandırılan iki pozitivizm
tarzı arasında önemli ve anlamlı bir ayrım yapılmaktadır. Hukukun normatif
yapısı içinde kaçınılmaz olarak varolan değerleri, hukuk-ahlâk ayrımının
kesinliğine bağlı olarak ve hukukun “bilimsel olarak” izah edilmesinde dışarıda
bırakmak gerektiğini düşünenler “dışlayıcı pozitivizm”i (exclusive positivism) temsil etmektedirler[19].
Bir anlamda “hukuk hukuktur” daha doğrusu “kanun kanundur” diye özetleyebileceğimiz
bu yaklaşım, ahlâkî ve diğer her türlü (ve tabiî bu görüşe göre “hukukî olmayan”)
argümanı hukuk düşüncesinden dışlamak istedikleri için böyle
adlandırılmaktadırlar.
Buna karşılık
Hart’ın yaklaşımında hukukî pozitivizmin sosyolojik pozitivizmle yani tanıma
normu başta olmak üzere, ikincil normların izahında sosyal kuralların devreye
girebileceğini kabul etmesinden ötürü ve bu sosyal kuralların da içinde
oluştukları sosyal ortamdan kaynaklanan bir biçimde bazı ahlâkî normları veya bir
takım değer yargılarını içereceği de açık olduğundan, hukukî pozitivizmin
Hart’çı versiyonunda ahlâkî değer yargılarının hukukun izahında devreye
sokulmasının sosyolojik nedenlerle dışlanamayacağını söyleyebiliriz.[20]
Dolayısıyla bu manada ve özellikle Hart’ın metodolojisinde sosyal olgular ve
uylaşımlar (conventions) ile
yorumsamacı (hermeneutic) yaklaşımın
benimsenmesi de hatırda tutularak, ahlâkî bir argüman yürütmenin hukuku izah
etmekte kabul edilebilir bir şey olduğunun da altının çizildiğini söyleyebiliriz.
Böylece, Hart’ın yaklaşımının ahlâk kurallarını hukukun dışına atan ışlayıcı pozitivizmin
yerine içerici, ahlâki değerlere açık bir pozitivist yaklaşım olarak
anlaşılması gerektiği ileri sürülebilmektedir.[21]
Burada,
hukukî pozitivizmin hukuku geçerlilik kavramı üzerinden tanımlama girişiminde
yer alan ve klâsik olarak hukuk-ahlâk ayrımı olarak kendisini ortaya koyduğunu
bildiğimiz yaklaşımda varolan temel problem devam etmektedir. Esas itibariyle hukukî
pozitivizmin kendi içindeki bir tartışmanın ortaya çıkartmış olduğu bir ayrım
olan bu dışlayıcı ve içerici pozivitist teorilerin, hukuk-ahlâk ilişkilerine
dair bir problemi tam olarak
çözemedikleri söylemek gerekmektedir. Şöyle ki: Dışlayıcı pozitivizmin “hukuk
hukuktur”, daha doğrusu “kanun kanundur” şeklindeki yaklaşımının nasıl dramatik
neticeler verdiği, en azından Nazi deneyiminden beri bilinmektedir. Hukukî pozitivizme
en temel eleştirilerin etkili bir biçimde formüle edilmesinde, İkinci Dünya
Savaşına giden yolda ve İkinci Dünya Savaşı içinde yaşananların önemli bir payı
olmuştur. Örneğin, en azından Gustav Radbruch’tan beri “kanun, kanundur”
demenin ve bunu da hukuk-ahlâk ayrımının bilimselliği temeline oturtmanın epeyce
güçleçmiş olduğunu belirtmek gerekmektedir.[22]
Fakat, hukukun kendi içinde bir takım değerleri kabul edebileceğine ilişkin
Hart’çı yaklaşımda, hukukun uylaşım temelli bir izahının yapıldığı, böylece hukukla
toplumsal alışkanlıklar ve tutumlar arasında bir bağ kurulduğu ve dolayısıyla
da hukuka belli bir “sosyolojik” statükonun meşrulaştırılması gibi bir işlevin zımnen
de olsa yüklendiği ileri sürülebilecektir.
III
Hukuk
ile ahlâkî değerler (ve ilkeler) arasında, hukukî pozitivizmin kurmaya
çalıştığı, dışlayıcı ve içerici pozitivist yaklaşımların ikisinin de aslında
göremedikleri bir nokta, hukukun kendisinin içkin bir ahlâkî değer taşıdığı
iddiasıdır. Bu iddia, Lon Fuller’ın “Hukukun
Ahlâkîliği” diye tercüme edebileceğimiz ve büyük ölçüde doğrudan doğruya
Hart’ın teorisini hedef alarak yazılmış bir metin gibi de okunabilecek olan eserinde
temellendirilmiştir.[23] Fuller,
burada hukukî pozitivizme, hukukî pozitivizmin tüm biçimlerine yönelik bir
eleştiri olarak, hukukun kendi içinde bazı ilkelerin olması gerektiğini ve bu
ilkelerin hukukun ahlâkîliğini, hukukun ahlâken bir değer taşıdığını ifade
ettiğini söylüyor. Bu anlamda hukuk ile ahlâk arasında hukukî pozitivizmin tüm
versuyonlarının yapmaya yöneldiği gibi bir ayrım yapılamayacağını, böyle bir
ayrım üzerinde ısrar etmenin aslında “hukuku mümkün kılan bir ahlâkın”
varlığını gözlerden saklamak suretiyle, hukuku kavramamızı da
imkânsızlaştıracağını belirten Fuller, önce “(ideallere) erişme ahlâkı” ile
“ödev ahlâkı” arasında bir ayrım yapmaktadır. Buna göre, “mutluluk ahlâkı” diye
de adlandırılabilecek olan birinci ahlâk türünün, “İyi Hayat, mükemmellik,
beşerî güçlerin en üst seviyede tam olarak gerçekleştirilmesi” ile
tanımlandığını ve bu anlamda “beşerî başarının en tepesinden işe başladığını”
belirtmektedir. Buna karşılık “ödev ahlâkı”nın “en alttan işe başladığı”nı ve
“düzenli bir toplumsal hayatın onlarsız var olamayacağı veya belirli özel
hedeflere yönemiş bir toplumun hedefine varmakta başarısız olacağı” temel
kuralları ortaya koyduğunu belirtmektedir. Bu ayrıma göre birinci ahlâk türü,
“doğru ve yanlış, ahlâkî iddia ve ahlâkî ödev gibi fikirler yerine, uygun ve
yerinde davranış, insanın en mükemmel biçimde işlevini yerine getirmesini
anlatan bir davranış kavramını” içermekteyken, ödev ahlâkı çoğunlukla
“yapmamalısın”, daha nadiren de “yapmalısın” türünden emir kipiyle insanlara seslenmektedir.
Ödev ahlâkında aslolan, insanın kendi ideal mutluluğunu yakalamak için gereken
tam kapasiteyi kullanamaması değil, “bir toplumsal hayatın temel
gerekliliklerine saygı göstermediği için kötülenmesidir.”[24]
Hukukî
pozitivizm bağlamındaki tartışmaların bu iki tür ahlâk arasındaki ayrımın
yapılmamış olmasından kaynaklandığını belirten Fuller, “ödev ahlâkı” ile
ilişkilendirdiği “hukukun içsel ahlâkîliğini” ortaya koyduğu ve bu bağlamda
“hukuku mümkün kılan ahlâk” diye adlandırdığı kavramı sekiz ilke aracılığıyla
açıklamaya yönelmektedir. Aslında târihî olarak ve bugün, “modern hukuk” kavramından
ne anlıyorsak onu özetleyen bu
sekiz ilke, Fuller için hukuku mümkün kılan değerlerin bir ifâdesidir ve dolayısıyla
bu ilkelere uymayan bir normatif düzenin hukuk olarak adlandırılmasının da
mümkün olmadığını ileri sürmektedir.
Bu
sekiz ilkeyi şöyle özetleyebiliriz: (1) Hukukta kurallar genel terimlerle ifade
edilmelidir. (2) Kurallar aleni olarak yürürlüğe konulmalıdır. (3) Kurallar,
istisnalar dışında, geleceğe şamil olmalı, geçmişe etkili hukuk kuralı
olmamalıdır. (4) Kurallar anlaşılabilir biçimde ifade edilmelidir. (5) Kurallar
birbirleriyle tutarlı olmalıdır. (6) Kurallar, onlara tâbi olanların güçlerini
aşan yükümlülükler getirmemelidir. Davranış normaları yapamıyacağınız şeyleri
emretmemelidirler. (7) Kurallar, onlara tâbi olanların, onlara
güvenemiyecekleri sonucunu doğuracak şekilde sık sık değiştirilememelidir. (8)
Kurallar lâfızları ile tutarlı bir
biçimde icra edilmeli, kuralda ne deniyorsa o yapılmalıdır.[25]
Bu
sekiz ilke ile özetlenen ve hukukun içsel ahlâkî değerini ortaya koyan Fuller,
bu hukuk kavrayışıyla oluşturulacak olan bir toplumsal düzenin insan
özerkliğine saygının bir gereği olduğunu vurgulamaktadır. Burada da aslında
Fuller, modern hukuk kavramının
“bilimsel” olarak izah edilmesi için ortaya bir “saf hukuk teorisi” koymaya
yönelen ve bu yönelişi içinde de hukuk ile ahlâkın birbirinden kesin olarak
ayrılması gerektiğini (ve bunun
mümkün olduğunu) savunan “dışlayıcı pozitivizm”e değilse de, hukukun ahlâk ile
ilişkisinin bu kadar kesin bir ayrışma tarzında ortaya konmaması gerektiğini
kabul edebilen “içerici pozitivizm”e çok da ters düşmemektedir.
Bu
çerçevede, öncelikle belirtilmesi gereken nokta, hukukî pozitivizmin hukuku en
kaba ifade tarzıyla her türlü bir ahlâkî yargıdan arındırılmış bir biçimde “olan
hukuk” olarak kabul etme yaklaşımının aslında geçerli olamıyacağının
kesinliğidir. Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise, hukukî pozitivizmin çağdaş
biçimlerinin ancak Fuller’ın “hukukun içsel ahlâkîliği” kavrayışına dayanılarak
ortaya konacak bir temel üzerine inşâ edilmiş bir hukuk düzenini “olan hukuk”
olarak kabul edebileceği, kendi araştırma programını veya paradigmasını ancak
bu terimlerle ifâde edebileceğidir.[26]
Bütün
bunlara rağmen, hukukî pozitivizmin muhtelif biçimlerinin ve eleştirilerinin bu
bağlamı içinde, gene de değinilmeyen bir boyut vardır. Bu değinilmeyen boyut,
Fuller’ın sekiz ilkesi ile özetlenen hukukun içsel ahlâkîliğinin haklılığını
veya argümantatif gücünü bireyin özerkliğine duyulan saygı üzerine inşâ edilmiş
olmasından almasıdır. Buna göre, bireyin özerkliğine saygı ile bitiştirilen,
ondan ayrılması mümkün olmayan bir biçimde formüle edilen hukukun içsel
ahlâkîliği, hukuk düzeni ancak bireyin özerkliğini gerçekleştirebilecek bir
normatif çerçevede oluşturulabilirse bir anlam taşıyacaktır. Böyle olunca da,
bunun nasıl olacağı, yani Fuller’ın sekiz ilkesine uygun bir hukuk düzeninin
oluşup işlemesi nasıl gerçekleşeceği sorusu hayatî önem kazanmaktadır.
Bu
soruya doğrudan doğruya bir cevap vermek gerekirse, şu söylenebilir: Fuller’ın
içsel ahlâkî değer taşıyan hukuk kavramı, ancak bireyin böyle bir hukukun
oluşmasını kendi iradesiyle mümkün kılabiliyorsa gerçeklik kazanabilecektir.
Dolayısıyla, hukukî pozitivizmin, kendisine yöneltilen bütün eleştiriler
çerçevesinde ve Fuller’la beraber ve Fuller sonrasında kazandığı içerikte
aslında hukuk, ancak bireylerin hukuku yapabilmeleri halinde gerçekleşebilecektir
ki, böyle bir hukukun yapılabilirliği, hukuk içinden değil, politika
kavramından, politika kavramının bireyin “özel özerkliği” ile “kamusal-politik
özerkliği”ni bütünleştirmeyi mümkün kılan bir politika kavramından hareketle
kavranabilecektir. Bir diğer deyişle, modern hukuka içsel ahlâkîliğinin
temelini kazandıran bireysel özerkliğe saygı, aslında bireyin politik özerkliği
kabul edilmeden ve bu özerkliği hayata geçirmeden olamayacak bir şeydir.
Fuller’ın hukukun doğası gereği ahlâkî bir değer taşıdığı
şeklindeki yaklaşımı, hukukî pozitivizmin “kanun kanundur” benzeri klâsik
normativizmdeki katılığı ve dışlayıcılığı, içerici pozitivizmin kabûl etmeye
yöneldiği modern hukukun özgürlükçülüğü yönünde gidermek bakımından elbette önemli
katkılarda bulunmuştur. Bununla birlikte, hukukî pozitivizmi her versiyonuyla
reddeden ve örneğin hukukun varlığını “adalet” veya “politika” kavramlarının
yeniden düşünülmesi bağlamında ortaya konan ilke ve değerlere göre belirlemeye
çalışan yaklaşımların daha radikal eleştirilerinin yeterince doyurucu bir
biçimde karşılandığını söylemek mümkün görünmemektedir.[27]
Esasen, Fuller ve sonrasında,
böyle bir ahlâkî değer üzerinden tanımlanmış olan modern hukukun oluşmasının
bizi, bireyin politik özerkliğini gerçekleştirebilme imkânını bulduğu modern demokrasiye
mecbur ettiği anlaşılmaktadır. Hukuk “olan hukuk”tur; “olan hukuk”, bireyin
özerkliğine saygı ile ayrılması mümkün olmayan bir “içsel ahlâkî değer”
taşımaktadır; bu değer ancak bireyin “politik özerkliği” ile
gerçekleşebilmektedir ki bu da, “olan hukuk”un “hukuk olabilmesinin” kaynağının
“demokratik politik usûl ve süreçler”de yattığını düşündürtmekte ve bu anlamda
hukuk-ahlâk-politika beraberliği üzerinde “pozitivist olmayan” teorilerle
düşünmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır.Levent Köker
[1] Selahattin
Keyman, “Hukuki Pozitivizm,” Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt 35, Sayı 1-4 (1978), s. 17-56.
[2] Anthony
Giddens, “Pozitivizm ve Eleştirileri;” Tom Bottomore ve Robert Nisbet (der.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi
(İstanbul: Verso yay. 1990), s. 235 vd.
[3] Brian H.
Bix, “Legal Positivism,” Martin P. Golding ve William A. Edmundson (eds.), The Blackwell Guide to the Philosophy of Law
and Legal Theory, (Oxford: Blackwell, 2005), s. 29-31.
[4] Austin
hakkında bkz. Ayşen Furtun, John Austin’in Hukuk ve Devlet Teorisi (Ankara:
Seçkin yay., 1997).
[5] Karş. Kemal
Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş,
Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu (İstanbul: US-A yay., 1998).
[6] Nitekim
Austin, hukukun ayırdedici özelliğini anlatırken başvurduğu “egemen”in
varlığını bir “toplumsal olgu” diye görmekte ve bunun kaynağını sorgulama
ihtiyacını duymamaktadır.
[7] Gianfranco
Poggi, The State, Its Nature, Development
and Prospects (Stanford, CA: Stanford University Press, 1990), s. 28-30.
[8] Lars Vinx, Hans Kelsen's Pure Theory of Law, Legality
and Legitimacy (Oxford, Oxford University Press, 2007), “Giriş” (Introduction) bölümü.
[9] Jes BJARUP.
“Continental Perspectives on Natural Law Theory and Legal Positivism,” Martin
P. Golding ve William A. Edmundson (eds.), The
Blackwell Guide to the Philosophy of Law and Legal Theory, (Oxford:
Blackwell, 2005), s. 288-291.
[10] Bix,
a.g.m., s. 35-36.
[11] Karş. Vinx,
a.g.e., tamamı.
[12] H. L. A.
Hart, The Concept of Law (Oxford:
Clarendon Press, 1994).
[13]
Selahattin Keyman, Hukuka Giriş ve
Metodoloji (Ankara: Doruk yay., 1981), s. 45-46.
[14]
Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji,
s. 47.
[15] Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 50-51 vd.
[16] Bix,
a.g.m., s. 33.
[17] Hukuk
düzeninin bu tarz bir izahı için bkz. Selahattin Keyman, Hukuka Giriş (Ankara: Yetkin yay., 2000), s. 31-32.
[18] Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 51.
[19] Andrei
Marmoor, “Exclusive Legal Positivism,” Jules Coleman ve Scott Shapiro (eds.), The Oxford handbook of Jurisprudence and
Philosophy of Law (Oxford: oxford University Press, 2002), s. 104-124.
[20] Karş.,
Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji,
s. 51.
[21] Kenneth
Einar Himma, “Inclusive Legal Positivism,” Jules Coleman ve Scott Shapiro
(eds.), The Oxford handbook of
Jurisprudence and Philosophy of Law (Oxford: oxford University Press,
2002), s. 125-165. Ayrıca bkz. Jules Coleman (ed.), Hart’s Postscript: Essays on the Postscript to the Concept of Law
(Oxford: Clarendon Press, 2001), tamamı.
[22] Gustav Radbruch, “Statutory Lawlessness and
Supra-Statutory Law (1946)” Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 26, No. 1
(2006), pp. 1–11.
[23] Lon L.
Fuller, The Morality of Law (New
Haven ve London: Yale University Press, 1969).
[24] A.g.e., s.
5-6.
[25] A.g.e., s.
39.
[26] Karş. David
Dyzenhaus, “Positivism’s Stagnant Research Programme,” Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 20, No. 4 (2000), s. 703-722.
[27] Bu bildiri
bağlamında değinemediğimiz Ronald Dworkin’in hukuku ahlâkî ve politik
argümanlar üzerinden düşünmenin gerekliliği üzerindeki görüşleri ile Jürgen
Habermas’ın hukuku, herkesi bağlayıcı normların, bu normların uygulanmasından
ve onların yan etkilerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenenlerin özgürce
kanaat ve irâde oluşturmalarına imkâ veren koşullar altında oluşturulmaları
düşüncesine bağlı olarak açıklamaya yönelen yaklaşımı bu noktada özel öneme
sahiptir. Bkz. Ronald Dworkin, Law’s
Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1986) ve Jürgen Habermas, Between Facts and Norms, Contributions to a
Discourse Theory of Law and Democracy (Cambridge, MA: The MIT Press, 1996).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder