Dünyanın hâl ve gidişâtı hakkında zaman zaman karamsar
olmamızı gerektiren olaylar cereyân edebiliyor. Bunlara son olarak, yapılan
referandumla İsviçre’de yeni minare inşâının yasaklanması eklendi. Bir taraftan,
demokratik toplumların temel hak ve hürriyetleri farklılıklara saygı ilkesine
göre yeniden yorumladıkları, diğer taraftan demokratik olmayan ülkelerin de
demokratikleşeme yoluna davet edildikleri bir dünya ortamında hâzin bir
gelişme. Lâkin, “bir musibet bin nasihatten evlâdır” deyişini hatırlatırcasına,
bu hâdiseden hem dünya ülkelerinin hem de özellikle Türkiye’nin yararına olacak
pek çok ders çıkarmak mümkün.
Öncelikle, minare inşâına getirilen yasağın din ve inanç
hürriyetini ihlâl eder nitelikte olup olmadığı üzerinde durmak gerekiyor. Din
ve inancı dışarıdan, söz konusu din ve inanca mensup olmayanların bakış
açısından tanımlamak isteyenler açısından, “minare yasağı”nın doğrudan din ve
inanç hürriyetini engellemediği ileri sürülebilir. Bununla birlikte,
Müslümanların büyük çoğunluğu için minare, İslâmiyet’in vazgeçilmez
sembollerinden biri hâline gelmiş olduğu için, kendi din ve inanç
hürriyetlerinin de ihlâli anlamına gelmektedir. Bu durumda, minare yasağının
din ve inanç hürriyetini ihlâl edici nitelikte olup olmadığı kime göre
belirlenecektir? Herhâlde bu belirlemeyi “ihlâl”den yakınan din ve inancın
mensuplarına, İsviçreli Müslümanlardan başlayarak İslâm âleminin büyük bir
çoğunluğuna dek yaygınlaştırmak gerekecektir. Dolayısıyla, “minare yasağı”
vesîlesiyle öğrenmemiz gereken ilk ders, bir dinin veya inanç sisteminin
gereklerinin ne olduğu hususunda karar verirken asıl merciin o dine veya inanca
bağlı olanlardan oluştuğudur.
İkinci ders, din ve inanç hürriyeti ile ilgili olanlar da
dâhil olmak üzere tüm insan hakları ve temel hürriyetler ile ilgili konularında
hürriyetlerin sınırlarının halkoylaması veya en demokratik yolla seçilmiş olsa
bile, temsilî organlar eliyle belirlenemeyecek niteliklerinin olduğudur. Bir
diğer deyişle, her ne surette olursa olsun, temel hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılamayan ve dolayısıyla bırakın oylamayı, tartışma konusu dahi
yapılamayacak muhteva unsurları vardır. Minare yasağı, nelerin tartışma ve
oylama konusu yapılamayacağı konusunda bir açıklık kazanmamıza vesîle olmuş
olmalıdır.
Minare yasağının öğretmesi gereken üçüncü ders,
farklılıkların eşit saygıyı hakettiği ve hem temel hak ve hürriyetlerin ve hem
de farklılıklara eşit saygı ilkesinin, “korkulara” fedâ edilemeyecekleridir.
Minare yasağının İsviçre’de yüzde 57’nin üzerinde bir çoğunlukla kabûlünde
önemli bir rol oynadığı düşünülen “İslamofobi”, sosyolojik bir tesbit
olabilirse de, yasağın haklılığını veya anlaşılabilirliğini izah edecek
normatif bir temel oluşturamaz.
Şimdi bu üç ders ışığında, minare yasağına gösterilen
tepkilere biraz daha yakından bakabiliriz. Burada ilk göze çarpan husus, bir
referandumla kabûl edilmiş olsa da, İsviçre hükûmetinin bu yasağa karşı
olmasıdır. İkincisi, Müslüman olmayan İsviçrelilerin oluşturduğu ve yasağa
açıkça karşı çıkarak, çağdaş ölçüler içinde çokkültürcü bir Avrupa
demokrasisinden yana tavır koyan bir sivil toplum mücadelesi söz konusudur. Bu
ücadele, minare yasağına hayır diyen yüzde 43’lük azımsanmayacak bir kitle
yaratmıştır. Bunlar,İsviçre hakkında toptancı yargılara varmadan önce dikkate
alınması gereken hususlar olduğu kadar, genel olarak bu yasak üzerinden Avrupa
ve Batı hakkında düşünce geliştirmekte de bizi dikkatli olmaya çağıran
noktalardır. Nitekim, İsviçre dışında kalan Avrupa ülkelerinden de, hükûmetler ve
toplumsal örgütler düzeyinde tepkiler oldukça ağır bir dille ortaya
konulmaktadır. Bunlar arasında özellikle İsveç hükûmetinden gelen, İsviçre’nin
farklılıklara bu kadar tahammülsüz ve saygısız bir toplum olmasına tepki
niteliği taşıyan değerlendirme dikkât çekici olmalıdır. “Birleşmiş Milletler
toplantılarını bu yasaktan sonra İsviçre’de yapmaya devam edebilip
edemeyeceğimizi sorgulamalıyız” mealindeki bu değerlendirme, minare yasağının
uluslararası camiada nasıl bir tepki kaynağı olabildiğini ortaya koymaktadır.
Hâl böyleyken, Avrupa’da ve İslâm âleminin dışında kalan
toplumlarda, İsviçre’deki yasağı onaylayan, İslamofobi’den beslenen grupların
varlığı da söz götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla, İsviçre’deki halk
oylamasına yansıyan yüzde 57-43 oranlarının sembolize ettiği türden bir
karşıtlık, değişen oranlarda, Avrupa genelinde de tekrarlanabilir. Özellikle
Türkiye’nin AB sürecini anlaması bakımından da önemli olduğunu düşündüğüm bu
durum, bize, çok açık olarak, AB içinde bir mücadelenin de devam etmekte
olduğunu bildirmektedir. Bu mücadele, AB’ni bir “hıristiyan AB ulusu” temelinde
gören sağcı (milliyetçi-muhafazakâr, giderek ırkçı) Avrupa tasavvuru ile
sol-sosyalist (çokkültürcü-demokratik) Avrupa tasavvuru arasında cereyan
etmektedir. Minare yasağından Türkiye’nin çıkarması gereken birinci ders, belki
de, AB sürecinin Türkiye açısından olduğu kadar AB’nin kendi içindeki bu
mücadele bakımından da önemli olduğunu farketmesi olmalıdır.
Bu çerçeve içinde, müstakbel tam üyeliğinin çokkültürlü bir
Avrupa oluşumuna katkı açısından hayatî önem taşıdığını farkeden Türkiye, temel
hak ve hürriyetler düzeni açısından kendi içinde bir türlü aşamadığı sorunların
daha kolaylıkla üstesinden gelecektir. Örneğin, minare yasağı vesîlesiyle
öğrenmemiz gereken birinci nokta, din ve inanç hürriyeti bağlamında nelerin
aslî önemi hâiz olduğu konusunun o dine veya inanca mensup olanlarca
belirleneceğini ise, şunların da artık tartışma dışına itilmesi gerekecektir:
(1) Üniversitelerde uygulanmaya devam eden ve Anayasa Mahkemesi kararları
netîcesinde maalesef artık anayasal bir statü kazanmış gibi görünen “başörtüsü
yasağı”nın savunulabilir bir temeli kalmamıştır. zaman zaman bazı gazete
köşelerinden sarkan “başörtüsünün İslam’ın emri olmadığı” türünden
yakıştırmalarla bu yasağa destek olanlar, “minarenin İslâm’ın gereği olmadığı”
argümanıyla aynı mantığı paylaşmaktadırlar. İkinci değerlendirme Müslümanlar
açısından nasıl kabûl görmüyorsa, böşörtüsü için de aynı şey geçerlidir.
Üstelik başörtüsü yasağı minare yasağından daha da vahimdir zira, minare
yasağına rağmen Müslümanlar İsviçre’de eğitim hakkından yararlanabilmekte ve
ibadetlerini yapabilmektedirler. Türkiye’de ise başörtüsü eğitim hakkının
önünde bir engel olarak durmaktadır. (2) Benzer bir biçimde, Alevilerin
cemevlerinin ibadet yeri olarak tanınması taleplerine karşı çıkılması da,
minare yasağına benzeyen ve en az bu yasak kadar savunulması imkânsız bir
mantık temeline dayanmakta ve Türkiye’de din ve inanç hürriyetinin
gerçekleşmesi önünde bir engel olarak durmaktadır.
Minare yasağından çıkarmamız gereken dersler, hem dünya ve
Avrupa ve hem de Türkiye bağlamında kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. Din ve
inanç hürriyeti söz kosusu olduğunda şu üç nokta üzerinde birleşmemizin şart
olduğu, bu vesîleyle bir kez daha vurgulanmalıdır. (1) Devlete bağlı, resmî bir
din veya inanç örgütlenmesi olmamalıdır. (2) Herkes, dinini veya inancını, tek
başına veya toplu olarak, özel veya kamusal alanda ifade etme ve ibadetini
gerçekleştirme bakımından serbest olmalıdır. (3) Farklı din ve inançlara karşı
devlet ve toplum düzeylerinde eşit saygı gösterilmelidir. Minare yasağı, hiç
kuşkusuz, bu üç unsuru ihlâl edici boyutlar taşımaktadır ve bu yüzden şiddetle
kınanmalıdır. Bununla birliket, Türkiye’de de, din ve inanç hürriyetinin bu üç
unsuru açısından yapılması gereken bir dizi reform açılımların bekleme
odasındadır. Minare yasağına duyulan tepkinin sıhhati de, dolayısıla,
Türkiye’nin bu reformları gerçekleştirmesine bağlı bulunmaktadır.
LEVENT KÖKER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder