Türkiye’nin Demokratik Anayasa Arayaşında “Başkanlık Sistemi”
Başbakan Erdoğan, Türkiye’de hem zaman zaman gündeme gelmiş
bulunan bir konu olan “başkanlık sistemi”ni, “neden olmasın”, “bence uygun” ve
hattâ halk isterse ve bu yönde yetki verirse şartına bağlayarak 2011
seçimlerine yönelik bir mes’ele gibi sunarak gündeme getiriverdi. ‘Getiriverdi”
diyorum, zirâ beklenmedik bir ifâdeydi ve tam da TBMM’nde anayasa
değişiklikleri üzerindeki görüşmelerin başlayacağı âna tesadüf etti.
Zamanlaması hakkında hüküm vermek bize düşmez, siyasetçinin kendi takdiridir
demek gerek. Bununla birlikte, 2007’deki krizden itibaren daha demokratik bir
Türkiye anayasası için çalışmak gerektiği ortaya çıktığında, başkanlık
sistemine de geçilebileceği hiç konuşulmuş değildi. Hattâ 2007 seçimlerine
gidilirken yapılan açık beyan, Türkiye’nin yeni, sivil ve demokratik bir
anayasaya kavuşturulacağı yönündeyken bu yeni anayasanın parlâmenter sistemden
ayrılabileceği hiç söylenmemişti. Nitekim, Ergun Özbudun başkanlığındaki
hey’etin hazırlamış olduğu taslak çalışmada da, bugünkü anayasanın parlamenter
sistemle özünde bağdaşmayacak bir biçimde aşırı yetkilendirmiş ve bir “vesâyet
makamı” olarak tasarlamış bulunduğu Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri, tipik
bir parlamenter sistemde olması gerektiği gibi, asgari düzeye indirilmişti.
“Başkanlık sistemi” o kadar gündem dışıydı ki, şimdi TBMM’de görüşmeleri devam
eden anayasa değişiklik paketi gündeme geldiğinde de bu konuda en ufak bir
değini bile bulunmuyordu. Sadece, başka pek çok önemli reform getirmesine
rağmen, özünde Türkiye demokrasisini yüksek yargının antidemokratik
vesayetinden kurtarmayı hedefleyerek hazırlanmış olduğunu vasaydığımız
değişiklik paketinde, önceden TBMM’ne ait olması düşünülen bazı yetkilerin
Cumhurbaşkanı/na verilmesi biraz kuşku yaratmıştı. Öyle ya, Cumhurbaşkanı zâten
parlamenter sistemle bağdaşmayan bir biçimde, yetkili ve fakat sorumsuz bir
konuma sâhipti. Yüksek yargı ve yükseköğretim kurumları gibi alanlanlardaki
atama yetkilerinin yanında MGK başkanlığı, dilediği zaman Bakanlar Kurulu’na
başkanlık etmek gibi yetkilerine yenilerinin eklenmesi, 2012’de halk tarafından
seçilecek olan bu makamın bir başkanlık, hiç değilse bir yarı-başkanlık
makamına doğru evrilmesi sonucunu doğrumaz mıydı? Bu durumda, 2007 krizinde,
Anayasa Mahkemesi’nin hukuken de, siyaseten de kabûl edilesi mümkün olmayan
“367 kararı” netîcesinde bir zorunluluk hâline gelmiş bulunan
“Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi”ne karşı, sistem başkanlık
sistemine doğru evrilir eleştirisini dile getirenler haklı çıkmazlar mıdı?
Şimdi anlaşılıyor ki, Başbakan’ın ve öteden beri başkanlık
sistemini Türkiye için gerekli gören Burhan Kuzu gibi bazı hukuk
adamlarının böyle bir gündemi
zaman içinde oluşmuş. Dolayısıyla, başkanlık sistemine geçiş önerisi, Başbakan’ın
dediği gibi, 2011 seçimlerinden çıkacak sonuca bağlı olarak, ciddî biçimde
Türkiye’nin gündemine gelecekse, mes’eleyi enine boyuna tartışmakta da fayda
bulunmaktadır.
Belirtilmesi gereken ilk husus, mevcut anayasa düzeninin, 12
Eylül darbecilerine göre dikilmiş olan bir elbise niteliğinde, yetkili ama
sorumsuz bir Cumhurbaşkanlığı makamı oluşturmuş olmakla, tam bir hukuk garabeti
yarattığıdır. Bunun düzeltilmesi şarttır. Bu düzeltme, Cumhurbaşkanının
yetkilerini tamamen sembolik (törensel ve temsilî) hâle getirmek ve örneğin
atama yetkilerini Genelkurmay Başkanı, valiler ve büyükelçiler ile
sınırlandırırken, devlet organları arasında uyumu gözetir türünden vesayetçi
ifadelere de son vererek yasama, yürütme ve yargı organlarına karışma potansiyeli
veren muğlaklıktan da arındırmak bir yoldur.
Buna karşılık, izlenebilecek ikinci yol, Cumhurbaşkanı’nın
yetkilerini biraz daha artırıp, bunu hukukî ve siyasî sorumluluk ile
pekiştirerek sistemi başkanlık veya arı başkanlık sistemine doğru
değiştirmektir. Burada, netlik kazandırılması gereken konuların başında
başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri arasındaki farklarla ilgilidir.
Başbakan/ın kamu oyuna konuyu sunarken verdiği örnekler bazen ABD, bazen de
Fransa olmuştur. Buna karşılık, Başkanlık sisteminin tipik örneği ABD
sistemidir. Fransız sistemi, yarı-başkanlık olarak adlandırılsa da, özünde
parlamenter yanı ağır basan, yani yürütme organının yasama organına karşı
organik olarak bağlı bulunduğu ama Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu fesih
yetkisinin de bulunduğu bir sistemdir. O yüzden, anayasa ve kamu hukukçularıyla
siyaset bilimcilerin büyük çoğunluğunun haklı olarak belirttikleri gibi,
başkanlık sisteminin en tipik örneği ABD sistemidir. Dünya üzerinde geçmişte ve
bugün, örneğin pek çok Latin Amerika ve bazı Afrika ülkelerinde uygulanmış olan
“başkanlık sistemleri”, ABD modelinden kaydadeğer biçimlerde sapmışlardır. Bu
sapmanın en belirgin tezahürü ise, ABD’nde özgürlüklerin güvence altına
alınması için düşünülmüş olan kuvvetlerin kesin ayrılığına dayalı “fren ve
kontrol” mekanizmasına dayalı başkanlık sisteminin, örneğin Teziç’in
ifadesiyle, ABD dışı ülkelerde “başkancı” sistemlere ve giderek otoriter
rejimlere dönüşmesidir.
Bu nedenle başkanlık sistemini tartışırken, bu sistemin
adeta tek ve tipik örneği olan ABD modelinden yoa çıkmak gerekmektedir.
Yeryüzünün hâlen en uzun geçmişe ve bu nedenle de en kalıcı anayasa düzenine
sâhip bulunan ABD’nde başkanlık sistemi, bâzı târihi ve ilkesel temellere
dayanmaktadır. Târihi temel, ABD’nin birden fazla devletin önce konfederasyon
sonra da federasyon olarak biraraya gelmiş olmaları gerçeğinde açığa
çıkmaktadır. Bu biraraya geliş, özünde Birlişek Krallığın, yani bir monarşinin
Amerika üzerindeki haksız tahakkümüne karşı yürütülen bir bağımsızlık ve
özgürlük mücadelesine dayanmaktadır. Bu mücadele, ABD’nin kuruluşunda tarihî
olarak, bütün güçlerin tek bir odakta toplandığı bir siyasî düzenden kaçınma
zorunluluğunu da ortaya çıkarmış ve dolayısıyla yasama, yürütme ve yargı
erklerinin tümüyle birbirinden ayrı organlara verilmesi sonucunu doğurmuştur.
Burada erklerin birbirinden tümüyle ayrı ellere verilmesi tâbiriyle anlatmak
istediğim şey, özellikle yasama ve yürütme organlarının oluşmasında, halkın iki
farklı dönemde ve iki ayrı seçimle bu işi yapmasıdır. parlamenter sistemde
yasama organını seçen halk, yürütme organını da dolaylı olarak yasama organı
içinden belirlemiş olurken, başkanlık sisteminde Kongre ayrı, Başkan ayrı
seçimlerle belirlenmektedir. Kezâ, yasama organı, federal yapıya uygun olarak,
federe devletlerin nüfus oranlarına göre değişen ağırlıklarda temsil
edildikleri Temsilciler Meclisi ile, her federe devletin eşit sayıda üyeyle
temsil edildiği Senato’dan oluşmaktadır. Yasama’nın bu iki kanadı hem
birbirlerinin kararlarını kontrol etmekte ve hem de özellikle Senato Başkan’ın
bizde bakan yerine geçen “sekreter”lerini, yüksek mahkeme yargıçlarını atama
yetkileri üzerinde bir onay yetkisine sâhip bulunmaktadır.
Bu yönleriyle, özünde, halk tarafından seçimle oluşacak
çoğunlukların bireysel hak ve özgürlüklerini ihlâl edebilecek potansiyel
“zorbalığı”na karşı etkili bir kuvvetler ayrılığı sistemi kurmak isteyen
Amerikan örneği, Başkanlık sistemi ilkesel düzeyde demokratisinin vazgeçilmez
ilkesi olan özgürlükle temellendirmektedir. Bu bağlamda ABD Anayasası’nın temel
hak ve özgürlüklerle iligili değişikliklerini içeren “Haklar Beyannamesi” eki
özellikle anılmalıdır. Ayrıca, unutmamak gerekir ki, Amerikan başkanlık
sistemi, federe devlet düzeyinde de geçerli bir modeldir.
Türkiye, başkanlık sistemini yeni anayasası için
düşünecekse, Amerikan modeli bir adem-i merkeziyetçiliğin yanında, yine Amerika
örneğinde bildiğimiz disiplinsiz partiler ve bireysel temsil özelliğini ortaya
koyabilecek yeni bir siyasi partiler düzeni ve seçim sistemini de birlikte
düşünmeye hazır olmalıdır. Aksi halde, bugünkü merkeziyetçiliği ile, bugünkü
parti disiplini anlayışıyla, Türkiye’de başkanlık sistemi, diktatoryal yönleri
ağır basacak bir “başkancılığa” doğru kolaylıkla evrilecektir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder