11 Aralık 2013 Çarşamba

Türkiye’nin Demokratik Anayasa Arayaşında “Başkanlık Sistemi”


Türkiye’nin Demokratik Anayasa Arayaşında “Başkanlık Sistemi”

Başbakan Erdoğan, Türkiye’de hem zaman zaman gündeme gelmiş bulunan bir konu olan “başkanlık sistemi”ni, “neden olmasın”, “bence uygun” ve hattâ halk isterse ve bu yönde yetki verirse şartına bağlayarak 2011 seçimlerine yönelik bir mes’ele gibi sunarak gündeme getiriverdi. ‘Getiriverdi” diyorum, zirâ beklenmedik bir ifâdeydi ve tam da TBMM’nde anayasa değişiklikleri üzerindeki görüşmelerin başlayacağı âna tesadüf etti. Zamanlaması hakkında hüküm vermek bize düşmez, siyasetçinin kendi takdiridir demek gerek. Bununla birlikte, 2007’deki krizden itibaren daha demokratik bir Türkiye anayasası için çalışmak gerektiği ortaya çıktığında, başkanlık sistemine de geçilebileceği hiç konuşulmuş değildi. Hattâ 2007 seçimlerine gidilirken yapılan açık beyan, Türkiye’nin yeni, sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşturulacağı yönündeyken bu yeni anayasanın parlâmenter sistemden ayrılabileceği hiç söylenmemişti. Nitekim, Ergun Özbudun başkanlığındaki hey’etin hazırlamış olduğu taslak çalışmada da, bugünkü anayasanın parlamenter sistemle özünde bağdaşmayacak bir biçimde aşırı yetkilendirmiş ve bir “vesâyet makamı” olarak tasarlamış bulunduğu Cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri, tipik bir parlamenter sistemde olması gerektiği gibi, asgari düzeye indirilmişti. “Başkanlık sistemi” o kadar gündem dışıydı ki, şimdi TBMM’de görüşmeleri devam eden anayasa değişiklik paketi gündeme geldiğinde de bu konuda en ufak bir değini bile bulunmuyordu. Sadece, başka pek çok önemli reform getirmesine rağmen, özünde Türkiye demokrasisini yüksek yargının antidemokratik vesayetinden kurtarmayı hedefleyerek hazırlanmış olduğunu vasaydığımız değişiklik paketinde, önceden TBMM’ne ait olması düşünülen bazı yetkilerin Cumhurbaşkanı/na verilmesi biraz kuşku yaratmıştı. Öyle ya, Cumhurbaşkanı zâten parlamenter sistemle bağdaşmayan bir biçimde, yetkili ve fakat sorumsuz bir konuma sâhipti. Yüksek yargı ve yükseköğretim kurumları gibi alanlanlardaki atama yetkilerinin yanında MGK başkanlığı, dilediği zaman Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek gibi yetkilerine yenilerinin eklenmesi, 2012’de halk tarafından seçilecek olan bu makamın bir başkanlık, hiç değilse bir yarı-başkanlık makamına doğru evrilmesi sonucunu doğrumaz mıydı? Bu durumda, 2007 krizinde, Anayasa Mahkemesi’nin hukuken de, siyaseten de kabûl edilesi mümkün olmayan “367 kararı” netîcesinde bir zorunluluk hâline gelmiş bulunan “Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi”ne karşı, sistem başkanlık sistemine doğru evrilir eleştirisini dile getirenler haklı çıkmazlar mıdı?
Şimdi anlaşılıyor ki, Başbakan’ın ve öteden beri başkanlık sistemini Türkiye için gerekli gören Burhan Kuzu gibi bazı hukuk adamlarının  böyle bir gündemi zaman içinde oluşmuş. Dolayısıyla, başkanlık sistemine geçiş önerisi, Başbakan’ın dediği gibi, 2011 seçimlerinden çıkacak sonuca bağlı olarak, ciddî biçimde Türkiye’nin gündemine gelecekse, mes’eleyi enine boyuna tartışmakta da fayda bulunmaktadır.
Belirtilmesi gereken ilk husus, mevcut anayasa düzeninin, 12 Eylül darbecilerine göre dikilmiş olan bir elbise niteliğinde, yetkili ama sorumsuz bir Cumhurbaşkanlığı makamı oluşturmuş olmakla, tam bir hukuk garabeti yarattığıdır. Bunun düzeltilmesi şarttır. Bu düzeltme, Cumhurbaşkanının yetkilerini tamamen sembolik (törensel ve temsilî) hâle getirmek ve örneğin atama yetkilerini Genelkurmay Başkanı, valiler ve büyükelçiler ile sınırlandırırken, devlet organları arasında uyumu gözetir türünden vesayetçi ifadelere de son vererek yasama, yürütme ve yargı organlarına karışma potansiyeli veren muğlaklıktan da arındırmak bir yoldur.
Buna karşılık, izlenebilecek ikinci yol, Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini biraz daha artırıp, bunu hukukî ve siyasî sorumluluk ile pekiştirerek sistemi başkanlık veya arı başkanlık sistemine doğru değiştirmektir. Burada, netlik kazandırılması gereken konuların başında başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri arasındaki farklarla ilgilidir. Başbakan/ın kamu oyuna konuyu sunarken verdiği örnekler bazen ABD, bazen de Fransa olmuştur. Buna karşılık, Başkanlık sisteminin tipik örneği ABD sistemidir. Fransız sistemi, yarı-başkanlık olarak adlandırılsa da, özünde parlamenter yanı ağır basan, yani yürütme organının yasama organına karşı organik olarak bağlı bulunduğu ama Cumhurbaşkanı’nın parlamentoyu fesih yetkisinin de bulunduğu bir sistemdir. O yüzden, anayasa ve kamu hukukçularıyla siyaset bilimcilerin büyük çoğunluğunun haklı olarak belirttikleri gibi, başkanlık sisteminin en tipik örneği ABD sistemidir. Dünya üzerinde geçmişte ve bugün, örneğin pek çok Latin Amerika ve bazı Afrika ülkelerinde uygulanmış olan “başkanlık sistemleri”, ABD modelinden kaydadeğer biçimlerde sapmışlardır. Bu sapmanın en belirgin tezahürü ise, ABD’nde özgürlüklerin güvence altına alınması için düşünülmüş olan kuvvetlerin kesin ayrılığına dayalı “fren ve kontrol” mekanizmasına dayalı başkanlık sisteminin, örneğin Teziç’in ifadesiyle, ABD dışı ülkelerde “başkancı” sistemlere ve giderek otoriter rejimlere dönüşmesidir.
Bu nedenle başkanlık sistemini tartışırken, bu sistemin adeta tek ve tipik örneği olan ABD modelinden yoa çıkmak gerekmektedir. Yeryüzünün hâlen en uzun geçmişe ve bu nedenle de en kalıcı anayasa düzenine sâhip bulunan ABD’nde başkanlık sistemi, bâzı târihi ve ilkesel temellere dayanmaktadır. Târihi temel, ABD’nin birden fazla devletin önce konfederasyon sonra da federasyon olarak biraraya gelmiş olmaları gerçeğinde açığa çıkmaktadır. Bu biraraya geliş, özünde Birlişek Krallığın, yani bir monarşinin Amerika üzerindeki haksız tahakkümüne karşı yürütülen bir bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine dayanmaktadır. Bu mücadele, ABD’nin kuruluşunda tarihî olarak, bütün güçlerin tek bir odakta toplandığı bir siyasî düzenden kaçınma zorunluluğunu da ortaya çıkarmış ve dolayısıyla yasama, yürütme ve yargı erklerinin tümüyle birbirinden ayrı organlara verilmesi sonucunu doğurmuştur. Burada erklerin birbirinden tümüyle ayrı ellere verilmesi tâbiriyle anlatmak istediğim şey, özellikle yasama ve yürütme organlarının oluşmasında, halkın iki farklı dönemde ve iki ayrı seçimle bu işi yapmasıdır. parlamenter sistemde yasama organını seçen halk, yürütme organını da dolaylı olarak yasama organı içinden belirlemiş olurken, başkanlık sisteminde Kongre ayrı, Başkan ayrı seçimlerle belirlenmektedir. Kezâ, yasama organı, federal yapıya uygun olarak, federe devletlerin nüfus oranlarına göre değişen ağırlıklarda temsil edildikleri Temsilciler Meclisi ile, her federe devletin eşit sayıda üyeyle temsil edildiği Senato’dan oluşmaktadır. Yasama’nın bu iki kanadı hem birbirlerinin kararlarını kontrol etmekte ve hem de özellikle Senato Başkan’ın bizde bakan yerine geçen “sekreter”lerini, yüksek mahkeme yargıçlarını atama yetkileri üzerinde bir onay yetkisine sâhip bulunmaktadır.
Bu yönleriyle, özünde, halk tarafından seçimle oluşacak çoğunlukların bireysel hak ve özgürlüklerini ihlâl edebilecek potansiyel “zorbalığı”na karşı etkili bir kuvvetler ayrılığı sistemi kurmak isteyen Amerikan örneği, Başkanlık sistemi ilkesel düzeyde demokratisinin vazgeçilmez ilkesi olan özgürlükle temellendirmektedir. Bu bağlamda ABD Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklerle iligili değişikliklerini içeren “Haklar Beyannamesi” eki özellikle anılmalıdır. Ayrıca, unutmamak gerekir ki, Amerikan başkanlık sistemi, federe devlet düzeyinde de geçerli bir modeldir.
Türkiye, başkanlık sistemini yeni anayasası için düşünecekse, Amerikan modeli bir adem-i merkeziyetçiliğin yanında, yine Amerika örneğinde bildiğimiz disiplinsiz partiler ve bireysel temsil özelliğini ortaya koyabilecek yeni bir siyasi partiler düzeni ve seçim sistemini de birlikte düşünmeye hazır olmalıdır. Aksi halde, bugünkü merkeziyetçiliği ile, bugünkü parti disiplini anlayışıyla, Türkiye’de başkanlık sistemi, diktatoryal yönleri ağır basacak bir “başkancılığa” doğru kolaylıkla evrilecektir.
Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder