11 Aralık 2013 Çarşamba

Egemenliği Tartışmak: Yeni Kavramsallaştırmalar Işığında Türkiye’nin Anayasa Sorunu


Giriş
Türkiye, 2007 Nisan’ından bu yana, özünde siyasî nitelik taşıyan ve yeni bir anayasa ihtiyacı üzerinde ateşli tartışmalara neden olan bir dizi anayasal-hukukî kriz yaşıyor. Sadece yeni bir anayasa ihtiyacı değil, yeni anayasanın nitelikleri de, doğal olarak, farklı ve çatışan görüşlerin konusu. Burada canalıcı noktalardan biri ve belki de en önemlisi mevcut yasama organının, yâni Temmuz 2007’deki genel seçimlerden sonra oluşmuş bulunan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) zorunlu halkoylaması yoluyla da olsa tek başına anayasayı değiytirme gücüne sâhip bulunduğu TBMM’nin yeni bir anayasa yapma gücüne sâhip olup olmadığıdır. Bu hayatî sorunun gündeme gelmesinin arkasında yatan sebeb ise, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yangısal aktivizm diye nitelendirilebilecek olan tutumudur. Yüksek öğretim kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırma iddiasıyla gerçekleştirildiği ileri sürülen Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki değişiklikleri anayasaya aykırı oldukları sonucuna vararak iptal kararı veren AYM, 2008 yılındaki bu kararıyla, yetki alanını makûl ölçüler içinde kabûl edilebilecek bir takdir yetkisinin çok ötesine geçecek bir biçimde genişletmiştir. Anayasa değişikliklerinin AYM tarafından denetlenmesini biçimsel (usûlî) kurallarla sınırlandıran çok açık Anayasa hükmüne rağmen AYM önce dava konusu yapılan değişikliklerin esasına ilişkin bir inceleme yapmış; bu inceleme sonucunda değişikliklerin yüksek öğretimdeki başörtüsü yasağını kaldırma niyetiyle gerçekleştirdiği sonucuna varmıştır. Bundan sonra, başörtüsü yasağını kaldırmanın anayasadaki değiştirilemez lâiklik ilkesini ihlâl ettiğini hükme bağladığı 1989 ve 1991 yıllarındaki iki kararına da dayanarak, dava konusu anayasa değişikliklerinin anayasaya aykırı oldukları sonucuna varmıştır[1]. Bu kararın üzerinden iki ay bile geçmeden, yine AYM, Cumhuriyet Başsavcısı tarafından açılan kapatma davasında AKP’nin “lâiklik karşıtı eylemlerin odağı” haline geldiği sonucuna ulaşmış ama partinin kapatılması yerine hazine yardımının yanısından mahrum edilmesine hükmetmiştir. Kapatma davasında ileri sürülen delillerin çok büyük bir bölümünü delil saymayan AYM, bu kararında esas olarak başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik Anayasa değişikliğini gerçekleştirme teşebbüsüne dayanmış görünmektedir.
Buraya kadar, AYM’nin sâdece yargısal aktivizmin[2] yeni bir örneğini ortaya koyduğu ve kapatma davasındaki kararının da ilgili konulardaki önceki içtihadıyla uyumlu olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte, yine AYM’nin Nisan 2007’deki Cumhurbaşkanı seçimlerine aşırı aktivist bir biçimde müdahale ettiği ve yetkileri üzerindeki açık sınırlamaları açıkça ihlâl ederek parlâmento tarafnıdan yürütülmekte olan seçim sürecine müdahale ettiği hatırlanırsa, bu tür kararların siyasî mahiyetini de gözönüne almak zorunda olduğumuz açıklık kazanır. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde yasama ve yürütme organının AKP tarafından kontrol edilmesinden kaynaklanan toplumsal ve siyasî kutuplaşmaya denk düşen AYM’nin haklı gösterilmesi neredeyse imkânsız olan aktivizmi, yalnızca anamuhalefet partisi CHP’nin iddialarıyla değil, aynı zamanda o tarihte görev başında olan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın görüşyeriyle de çarpıcı paralellikler göstermektedir. Sivil ve askerî bürokrasinin AKP’nin lâik cumhuriyeti zayıflatma amaçlı bir “gizli gündem”inin bulunduğunu dile getirdikleri ve bu yönde bir toplumsal seferberlik başlatmak istedikleri bir âna tesâdüf eden AYM’nin yargısal aktivizmi, Mahkeme’nin bir tür “Cumhuriyet muhafızı” rolünü üstelnediği biçiminde yorumlanabilir[3].
Bütün bunların anlamı şudur ki, Türkiye eğer anayasasını değiştirmek veya bütünüyle yeni bir anayasa yapmak durumundaysa, bu ancak AYM’nin devre dışı kalmasıyla gerçekleştirilebilecektir. Elbette AYM’nin kendiliğinden veya re’sen harekete geçemeyeceği ileri sürülebilir ve yine AYM’nin Türkiye’nin siyasî sistemi içindeki rolünü dikkate alarak, bu tür yargı süreçlerinin arkasında varolan siyasî desteğe dikkat çekilebilir[4]. Ancak, böyle bile olsa, anamuhalefetin herhangi bir anayasa değişikliğine karşı direnç gösteren tutumu ve anamuhalefet partisinin görüşleriyle AYM arasında son zamanlarda gözlenen uyum gözönüne alındığında, AYM’nin kendiliğinden harekete geçemediği gerçeği önemini yitirmektedir.
            AYM’nin rolü üzerindeki bu kamusal tartışmalar arasında, konunun canalıcı noktasının hukukî ve siyasî meselelerde son sözü kimin söyleyeceği ile ilgili olduğunda düğümlendiği önem kazanmaktadır ki, bu da doğrudan doğruya egemenlik kavramıyla ilintilidir. Türkiye’de siyasî anlamda “sağ”da yer alan gelenek ulusal (millî) egemenliği parlamento çoğunluğunun iradesiyle özdeşleştirmektedir. Bu geleneğin izleyicisi gibi görünen AKP ve destekçileri de yasama organının (TBMM), kendi açılarından bürokratik seçkinlerin (veya “devlet seçkinleri”nin) muhafızlık rolünü temsil ettiği düşünülen yargı karşısındaki üstünlüğünü vurgulamaktadırlar. Anamuhalefet partisi CHP ve destekçileri ise, diğer yandan, AKP’yi Cumhuriyet’in lâik temellerini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasî örgütlenme olarak görmektedirler. Bu görüşün destek verdiği farklı anlayışta ise egemenlik, devletin üç erki olan yasama, yürütme ve yargıdan oluşmaktadır. Buna göre yargının, TBMM’nden gelebilecek olanlar da dâhil olmak üzere, her türlü ihlâle karşı  Cumhuriyetçi anayasal düzenin temellerini koruma görevi bulunmaktadır. Birbiriyle çatışan bu egemenlik anlayışlarının oluşturduğu arkaplân temelinde, yasama organının anayasa yapma yetkisinin sınırları ve kapsamı hakkındaki görüşlerden biri de, sâdace yeni bir anayasa yapma amacıyla sınırlı olmak üzere bir “kurucu meclis” oluşturmanın gerekli olduğu yönünde karışımıza çıkmış bulunmaktadır.[5]
Bütün bu anlatılanlar, Türkiye’de anayasa konularında ortaya çıkan ateşli kamusal tartışmaların, birçok bilim adamı tarafından “egemenlik” ile eşanlamlı olarak kabûl edilen “kurucu iktidar” kavramı üzerinden daha iyi bir biçimde kavranabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla, klâsik ve biraz da eskimiş olan egemenlik kavramlarına müracaat etmek yerine, burada ortaya koymak istediğim iddiayı farklı kurucu iktidar kavramları üzerinde sürdürülmekte olan güncel bir tartışmanın çerçevesi içinde ele almayı amaçlıyorum.[6] Vurgulamak istediğim nokta. başat özelliği bürokratik olan anayasalara karşıt bir biçimde, Türkiye halkının 1920-1921 döneminde kısa da olsa bir anayasa yapma tecrübesini yaşamış olduğu ve bu tecrübenin de bugünkü demokratik bir anayasa arayışımız için tarihî bir referans niteliği taşıdığıdır.
Üç Farklı Kurucu İktidar Kavramı
            Kurucu iktidar kavramı ile ilgili son literatür gözönüne alındığında, üç kurucu iktidar kavramını ayrıştırmak mümkün görünmektedir. Bunlardan ilki kurucu iktidar kavramını, kendisini hiçbir norm ile bağlı ve sınırlı saymaksızın yeni bir anayasa yapan üstün iktidar olarak anlamaktadır. Bu kurucu iktidar kavramı, sözü edilen iktidarın kime ait olduğu veya temsilî bir niteliğinin bulunup bulunmadığı ile ilgilenmemektedir. Buna göre ve kaba hukukî pozitivizmin bağlamı içinde, kurucu iktidarın bu tanımı, bırakın modern anayasacılığın bu canalıcı öneme sâhip kavramının ortaya çıktığı târihî koşulları, kavramın “siyasî mahiyeti”ne dahi dikkat etmemektedir. Böylelikle kurucu iktidar, “yeni bir anayasa yapma veya anayasayı değiştirme iktidarı” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanıma göre yeni bir anayasa yapma iktidarı “aslî kurucu iktidar” olarak belirlenirken, varolan bir anayasayı değiştirme iktidarı da “tâlî (veya türev) kurucu iktidar” olmaktadır.[7] bu kavrayışa göre bir anayasa yapma iktidarı sâdece bir “devrim” veya “darbe” gibi istisnaî tarihî koşullarda ortaya çıkmaktadır ve hukuk ötesi (extra-legal) bir mahiyettedir. Aslî kurucu iktidar, hukukîlik boşluğu içinde ortaya çıkması ndan ötürü hukuk ötesi bir nitelik taşıdığından, hiçbir hukuk normu ile de bağlı değildir ve dolayısıyla sınırsızdır. Bu sınırsız aslî kurucu iktidar kavrayışı, Gözler’e göre, zorunlu olarak “halk”a veya “ulus”a (“millet”e) âit olmak zorunda da değildir ve dolayısıyla da bir kolektif özne veya onun temsilcileri tarafından kullanılması da gerekmemektedir.
            Metodolojik olarak, kabûl edilmesi mümkün olmayan dar bir hukukî pozitivizme[8] bağlı olmanın eksikleriyle malûl olsa da, bu görece basitleştirilmiş kurucu iktidar tanımı Türkiye’deki pek çok anayasa hukuku ders kitabında da paylaşılan bir tanımdır ve bize anayasa yapıcı aktörlerin farklı toplumsal ve siyasî konumlanışlarını betimleme imkânı vermektedir.
            Kurucu iktidar ile ilgili ikinci tanım ise, bu iktidar ile bir kolektif özne olarak halk ya da ulus (millet) arasında içsel ve zorunlu bir bağlantıyı içermektedir. İlk kez 17. yüzyıl İngiliz Devrimi sırasında, Kralcılar ile Parlâmentonun kral karşısındaki üstünlüğünü savunanlar arasındaki çatışmalarda kullanılan bir kavram olarak kurucu iktidarın “halka” veya daha sonra Fransız Devrimi’nde özellikle de Sieyès’in eserinde görüldüğü üzere “ulus”a ait olduğu ileri sürülmüştür. Sieyès’e göre “ulus” olarak tanımlanan “halk”ın “kurucu iktidar”ını Etats-Généreaux’nun “kurulmuş iktidarı”ndan ayırdetmenin zorunlu olduğu tarihî koşullarda kurucu iktidar kavramı devrimi, yâni o ânda varolan düzeni ortadan kaldırıp yerine “ulusal egemenlik” fikiriyle temellendirilmiş olan yeni bir anayasal düzen kurmayı meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür. Bu örnekte kurucu iktidar kavramı ulus ile eşitlenmiş ve böylece temsilî parlamenter yönetim de bu kavramın gerçekleştirilmesi için bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır: “Halkın veya ulusun sadece tek bir sesi olabilir o da ulusal yasama organının sesidir.”[9]
            Kavramın bu özgül olarak devrimci niteliğini hareket noktası olarak alan ve “kurulmuş iktidar” ile olan ilişkisinde varolan paradokslara işâret eden üçüncü bir yaklaşım ise, halkı bir siyasî-hukukî düzeni kurma ve yeniden kurma iktidarına sâhip tek meşruluk kaynağı olarak anlamak istemektedir.[10] Halkın (veya ulusun) anayasal olarak sınırlandırılmış bir sistem ürettiği devrimci rolünün ortaya çıktığı tarihî arkaplan karşısında yer alan bu üçüncü kavrayış, kurucu iktidarın kunuyu bin rüzen içinde ortadan kaybolmadığını söylemek istemektedir. Bir diğer deyişle, “klâsik anayasacılığın muhafazakâr rolü”ne zıt bir biçimde, bir üstün hukuk düzeni kurma iktidarının taşıyıcısı olan kolektif özne[11] artık küreselleşmiş olmaktadır.
            Şimdi, birinciyi betimsel, ikinciyi ulusçu (milliyetçi) ve üçüncüyü de devrimci-demokratik kurucu iktidar kavramı olarak niteleyebilir ve bu çerçeve içinden Türk anayasacılığının târihî gelişimine eğilebiliriz.
Bürokrasinin Kurucu İktidarı: Osmanlı Devleti’nin son Dönemleri
            Türkiye târihinin ilk anayasası 1876 târihli Kanun-ı Esasi’dir. Bu anayasa bir Meclis-i Mahsus tarafından yapılmış ve Mithad Paşa önderliğindeki bir grup “meşrutiyetçi” (anayasal monarşi) yanlısı bürokrat ile Sultan II. Abdülhamid arasındaki bir pazarlık sürecinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu anayasa her ne kadar üyeleri Padişah tararfından atanan  Meclis-i Ayân ve üyeleri, oy hakkının servet esasına ve cinsiyete göre sınırlandırılmış olduğu (kaba bir tâbirle “zengin erkekler”in oy kullandığı) bir seçimle belirlenen Meclis-i Mebusan’dan oluşan iki kamaralı bir Osmanlı parlamentosu (Meclis-i Umumî) getirmişse de, Padişah’ın yetkilerini sınırlandırma ve Osmanlı “uyrukları”nın temel hak ve özgürlüklerini koruma konularında başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın bürokratik kurucuların hürriyet bilincinin yeterince gelişmemiş olmasıyla mı yoksa târihî determinizm ile mi açıklanabileceği, târihçilerin hâlâ uğraştıkları bir sorun olabilir. Bununla birlikte, unutmamamız gereken nokta, “meşrutiyet yanlısı bürokratlar”ın bölünmüş bir bürokrasi içinde gruplardan sadece birini meydana getirdiği ve geleneksel olarak güçlü bir Sultanlık makamını destekleyen oldukça etkili “muhafazakârlar”la çatışmak durumunda olduklarıdır. Bürokrasi içindeki bu bölünmenin 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (ünlü “ ’93 Harbi”) patlak vermesiyle Kanun-ı Esasî’yi hemen askıya alan Padişah’ın işine geldiği kuşkusuzdur.
            II. Abdülhamid’in “müstebit” yönetimi böylece başlamış ve istibdadın tek muhalifi de Kanun-ı Esasî’nin askıya alınmasına son vermek isteyen gayretkeş Genç Türk hareketi olmuştur. kendilerinden önceki Yeni Osmanlılar gibi, Genç Türk hareketi de, özellikle İttihat ve Terakki kanadı hürriyet arzu etmekteydi. Otuz yıldan fazla süren bir mücadele sonunda başarıya ulaşan bu mücadele sonucunda Kanun-ı Esas yeniden uygulamaya geçirildi ve bu hâdise “İlân-ı Hürriyet” diye isimlendirildi.
            1908’de başlayan İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde önce 1909’da II. Abdülhamid tahttan indirildi sonra da Kanun-ı Esasî değiştirilerek, Devlet’in iktidar merkezi Saray’dan Bâb-ı Ali’ye kaydırıldı. O günlerin şartlarında yüzeysel de olsa bir parlamenter rejime geçildiğinin söylenebileceği bu gelişme de, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1913’teki Bâb-ı Ali baskını sonrasında bir tek-parti diktatörlüğü kurmasıyla, başarısız kaldı.[12]
            Meşrutî (anayasal) bir monarşi kurma yönündeki bu girişimlerin başarısız olmaları târihî şartlara atıfta bulunularak açıklanabilirse de, Türkiye’de anayasacılığın oluşum dönemlerinde ortaya çıkan “kurucu iktidar” sâhiplerinin, özgürlük ve anayasal devlet konularında ciddî ve iyi düşünülmüş kavramları olmayan bir bürokratik intelligentsianın mensuplarından oluştuğunu da unutmamalıyız. Bu bağlamda, ilk kuşağın zihniyetinin büyük ölçüde İslâmî “ümmet” kavramının etkisi altında bulunduğu ve parlâmenter-meşrutî (anayasal) monarşiyi Kur’an’a dayandırılan bir “meşveret” düşüncesiyle temellendirdikleri, özgürlük fikrini de bu çerçeve içinde mütalâa ettikleri hatırlanmalıdır. Buna karşılık çoğunluğu İttihat ve Terakki içinde yer alan ikinci kuşak ise, bireysel özgürlük ve demokrasiye, o da olsa olsa çok küçük bir yer veren Comteçu pozitivizmin etkisi altında kalmıştı. Bu ikinci kuşak mensuplarının zihniyet örüntülerinin göze çarpan özelliklerinden biri, halkı “münevverler”in önderliğinde gelişme ihtiyacı içinde bulunan “geri kalmış kitleler” olarak gören bir “bilimselcilik”ti (scientism).[13]
            Genç Türk ideolojisini, devlet iktidarının odağını tahttan bürokrasiye kaydıran yeni bir egemenlik tarzı kurmayı amaçlayan ve dolayısıyla da özgürlük, demokrasi ve anayasacılık konularında derinlikli bir kavrayışa sâhip olması imkânsız bir bürokratik intelligentsia hareketi olarak nitelem, Türk anayasacılığının bu ilk evresi için isâbetli görünmektedir.[14]
            Bu arkaplân temelinde, Türk anayasacılığının bu ilk evresi ile ilgili olarak çıkarılabilecek başlıca sonuçlardan biri olarak, Almanya başta olmak üzere, kıt’a Avrupa’sındaki pek çok “geç-gelen” (lati-comer) toplumda olduğu gibi Türkiye’de de devletin “anayasadan önce geldiği”[15] vurgulamalıdır. Devlet, anayasadan önce geliyorsa, o zaman, hiç yoktan bir anayasa yapma kapasitesi anlamında kurucu iktidarın taşıyıcısı da devlet olmalıdır. Kurucu iktidarın bu betimsel anlaşılışı, kendisi de “en üstün hukuk koyucu iktidar” diye tanımlanmış olan egemenlikle özdeş gibi görünmektedir. Türk anayasacılığının bu ilk evresinin ortaya koyduğu şey, anayasacılığın, (geleneksel olarak Osmanlı Hanedanı’na ait olan) devlet güçlerinin merkezîleşmiş bir askerî ve sivil bürokrasiye aktarılması yönünde bir değişim sürecini temsil etmesidir. Özellikle 1908 ile 1913 arasında varolan görece anlamlı bir çoğulculuğun mevcudiyetine rağmen, halk ve parlamento anayasa yapma süreçlerinde hemen hemen hiçbir role sâhip olmamışlardır. Devletin anayasadan önce geldiği bir târihî durumda, ikilik ve çekişme Sultan ile bürokrasi arasındaydı ve elbette burada demokrasiye pek de yer yoktu[16].
Askerî Bürokrasinin Kurucu İktidarı: 1961 ve 1982 Anayasaları
En üstün, sınırlandırılmamış hukuk vazedici iktidar olarak kurucu iktidar fikrinin özellikle 1960 ve 1980 darbelerinde askerî kesim tarafından benimsendiği görülmektedir.
            Her biri kendi özgül koşullarında gerçekleşen askerî darbelerin ürünü olan 1961 ve 1982 anayasaları arasında varolan bazı önemli farklara rağmen, bu anayasal kurucu iktidarın nihaî kaynağına ilişkin anlayışlarında bir vurgu kaymasını da yansıtmaktadırlar. Cumhuriyet’in 1923’te ilân edilmiş olmasının ve bir türk ulus-devleti inşâ etme yönündeki Kemalist projeye bağlılığın bir netîcesi olarak, askerî bürokrasi, anayasaların yapılmasında kendisinin nihaî karar-alıcı konumunu haklılaştırma ihtiyacı içinde olmuştur. Geç Osmanlı döneminde, aşkın (dinî) referans kaynaklı Devlet (yani Osmanlı Padişahlığı’nın) iktidarına atıfta bulunulan “bürokratik anayasacılığı” ile keskin bir karşıtlık içinde, 1961 ve 1982 anayasaları, kurucu iktidar anlayışında bir kayma yaratacak biçimde, “ulus”a (“millet”e) atıf yapmaktadır. Örneğin 1961 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde, Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti”nden söz edilmektedir[17]. Bu, 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin Türk Milleti’nin irâdesine müracaatla meşrulaştırılması çabasıdır ki, burada millî iradenin askerî iradede kristalize olduğu ileri sürülmekte ve dolayısıyla kurucu iktidar da fiilen ordunun eline geçmiş olmaktadır.
1982 Anayasası’nın -1995 değişiklikleriyle kaldırılmış bulunan- Başlangıç bölümündeki formülasyon daha açıktır: “Türk Milleti’nin çağrısı üzerine Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 hareketinin bir sonucu olarak, Türk Milleti’nin Danışma Meclisi’ndeki temsilcileri tarafından hazırlanıp Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli verilen bu anayasa Türk Milleti tarafından doğrudan kabûl edilmiş ve onun eliyle kanunlaşmıştır.”
Bütün bu metinlerde, yeni anayasaları yapan zamanın askerî rejimleri sanki kurucu iktidarın millete âit olduğu gerçeğini biliyor ve dolayısıyla da kendilerinin bu konudaki güçlerinin meşruluğunun ancak millete referansla türetilebileceğinin de farkında gibi görünmektedirler. Bu ironik bir durumdur çünkü, ne 1960’daki kooptasyona dayalı Temsilciler Meclisi, ne de 1980 sonrasında askerî yönetim tarafından tâyin edilmiş bulunan Danışma Meclisi temsilî bir nitelik taşımaktadır. Bu metinlerde Türk milletine kurucu iktidarın sâhibi olarak yapılmış olan atıflar, sâdece bürokratik yönetimi haklılaştırmak için yapılan bir referans kaymasını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bir çelişkiyi de barındırmaktadırlar.
Kurucu iktidar ulusa aitse, o zaman, Sieyes’i tâkip ederek, bu iktidarın sadece ulusun temsilcileri tarafından kullanılabileceğini belirtmek gerekmektedir. Bu durumda da anayasa ulusun temsilcileri tarafından yapılmalıdır ve bu da demokratik yollarla seçilmiş bir kurucu organın oluşmasını gerektirmektedir. Yukarıda sözü edilen askerî darbeler ve bunların ürünü olan anayasalar ulusun kurucu iktidarına referanslarda bulunmuşlar fakat temsilî bir anayasa yapma sürecinin gereklerini yerine getirmemişlerdir. Anayasa yapma ânından varolan bu demokrasi açığı 1961 ve 1982 anayasalarıyla oluşturulmuş bulunan siyasî rejimlerin kalıcı bir özelliği hâline gelmiştir. Demokratik katılımın düzeyi, kapsamı ve araçları ili ilgili olarak bu iki anayasa süreci arasında bazı önemli farklar bulunmakla birlikte, iki anayasa da 1921 ve 1924 anayasalarında varolan parlamento üstünlüğüne son vermişlerdir. İlk kez 1961 Anayasası ile getirilen Millj Güvenlik Kurulu’nun merkezî ve büyük ölçüde etkili rolüne 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı’nın güçlü statüsü, yargı ve diğer organların bürokratik muhafızlığı gibi başka mekanizmalar eklemiştir.[18]
Bu iki dönemden (1961-1980 ve 1982-bugün) çıkarılabilecek sonuçlarşöyle ifâde edilebilir: (1) Devlet, anayasadan önce gelmeye devam etmektedir. (2) Devlet mutlaka ulus-devlet biçimini almalıdır. (3) Sivil ve askerî bürokrasi kendilerince “ideal siyasal örgütlenme/topluluk” olarak görülen Kemalist/Atatürkçü cumhuriyeti Türk ulus-devletinin ideal biçimi olarak benimsemekte ve onun gerçek muhafızı olduklarını ileri sürmektedirler. (4) 1961 ve 1982 anayasaları, Cumhuriyet’i, ona yönelik olarak sivil toplumdan gelen tehditlere karşı koruyan muhafızlar tarafından yapılmışlardır. (5) Bu anayasaların “Türk milleti”ne atfen haklılaştırılmaları içsel olarak çelişkilidir çünkü ulusun anayasası olma fikri demokratik kurumları ve usûlleri gerektirmektedir. (6) Her halükârda, 1961 ve 1982 anayasaları, ancak betimsel kurucu iktidar kavramına göre anlamlı olabilecek açık bir bürokrasi egemenliğinden, ulusa ait olan kurucu iktidarın sivil ve askerî bürokrasi aygıtının elleine teslim edildiği milliyetçi bürokratik muhafızlığa doğru bir kaymayı temsil etmektedirler.[19]
Halkın Kurucu İktidarı veya “Anayasal Halkçılık”: 1921 Anayasası’nın İstisnaî Niteliği
Kurucu iktidar ile ilgili üçüncü kavrayışa gelirsek, burada Christoph Möllers’in Alman anayasacılığının kavramsal târihi ile ilgili makalesinde yer verdiği “anayasal halkçılık” (“constitutional populism”) kavramıyla başlamak yerinde olacaktır çünkü Möllers’in bu tanımı benim halkın kurucu iktidarı olarak açıklamaya çalıştığım şeyle örtüşmektedir. Möllers’e göre,
“anayasal halkçılık genel olarak halkçılıktan ayrıştırılmalıdır. Burada demokratik araçlara veya amaçlara sâhip olma iddiasındaki herhangi bir siyaset biçiminden söz etmiyoruz: anayasal halkçılık terimi, özgül olarak anayasal usûllere ve kurumlara yönelik olan ama resmî olarak onların bir parçası hâline de gelmeyen bir demokratik pratiği ifâde etmektedir. Kurucu iktidar paradoksu, dolayısıyla, kendisini bu anayasal halkçılık içinde ortaya koymaktadır. Kurucu iktidar ne anayasa yapma süreci ile birlikte sona ermiş, ne de kurulu anayasal usûller içine tam olarak yerleştirilmiştir; kurucu iktidar, resmî anayasal pratiğin halkçı yönü olarak kalıcı varlığını sürdürmektedir.”[20]
Türkiye târihindeki 1921 Anayasası momenti, sâdece o târihlerde Halkçılık Programı diye adlandırılmış olan mesele üzerinde yürütülen bir dizi tartışmanın ürünü olması veya zamanın en etkili siyasî partilerinden birinin “Halk İştirakiyun Fırkası” adını taşıması nedeniyle değil, fakat aynı zamanda türkiye târihinde anayasa yapımının istisnaî ölçüde demokratik katılımcı bir ânının ürünü olması nedeniyle bu tanıma uymaktadır. 1921 momentinin bu istisnaî demokratik niteliği, “Birinci Büyük Millet Meclisi’nin (BBMM) Türk siyasî târihinde halkın özgür irâdesiyle seçilmiş ilk kurucu meclis olması”[21] gerçeğinde yatmaktadır. Özbudun’un ileri sürdüğü gibi, bu meclisin yeni Türk devletinin temellerini de atmış olduğu iddiası ise biraz daha yakından bakmayı gerektiren bir mesele olarak önümüzde durmaktadır.
BBMM’nin “selâhiyet-i fevkâlâdeyi hâiz bir meclis” olarak kendi hukukî statüsünü belirlemek amacıyla kabûl ettiği düzenlemelerin bu meclisin kurucu iktidara sâhip olduğu anlamına geldiği kuşkusuz doğrudur. Ayrıca, BBMM’nin “ulusal egemenlik” ilkesini benimsediği de doğrudur. Bununla birlikte, bu tarihî gerçeklerin, BBMM’nin yeni Türk devletinin temmelerrini attığı iddiasını desteklemek için yeterli olmadıklarını ileri sürmek istiyorum. Aksine, ulusal kimliğin tanımlanması ve siyasî (anayasal) halkçılığın devlet idaresinin örgütlenmei üzerindeki etkisi, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilân edilmesinden sonra bir kenara bırakılmıştır. 1924 Anayasası, parlamentonun üstünlüğü ilkesini korumuş olsa da, ulusal kimliğin temel dayanağı olarak İslâm’ın referans alınması yerine “etnik Türklüğü” geçirmekle kalmayıp[22] aynı zamanda o târihlerde gerçekleştirilmesi için çaba gösterilen İslamî “şura” anlayışı ile Bolşevik “sovyet” fikri arasındaki sentezi de tümüyle kaldırıp atmıştır.
1921’deki anayasa momentinin istisnaî demokratik niteliği ile ilgili olarak muhtemelen daha da çarpıcı olan bir diğer nokta ise, anayasa ile ilgili taslaklardan birini hazırlayan Encümen-i Mahsus sözcüsü Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey’in, Türkiye toplumundaki sınıf bölünmeleri ve bunların siyasî sonuçları hakkındaki analizidir. Ona göre,
“Memurîn sınıfı bu memlekette kendilerinin âdeta idareye mintarafillâ müekkelolduklarına kani idiler ve köylünün üzerinde kendilerinin bir hakkı âmiriyet sahibi olduklarını, bu olmazsa memleketin idare edilemeyeceğini her zaman söylemişlerdi. . . . [Encümen] memurîn şekli idarei hazırasına resmen ilânı harp etmiş, vilâyetlerde dahi memurin teselsülünü ve memurîn şebekesini kırmağa ahdetmiştir. Binaenaleyh, Encümen vilâyetlerde memurinin mahallerince halk tarafından intihap edilmesini ve bu suretle halkın doğrudan doğruya kendi işini görmesi esasını kabul etmiştir.”[23]
Bu ademi merkeziyetçi demokratik yönetim 1921 Anayasası’nın kabûl edilen son hâlinde önemli bir yer işgâl etmiş olmakla beraber, uygulanma imkânını hiçbir zaman bulamamıştır. “Yeni Türk Devleti”, yâni Cumhuriyet 1924’te yeni bir Anayasa kabûl etmiştir ki bu zorunlu olarak demokrasi karşıtı ve demokrasi yoksunu bir anayasa olmamıştır. 1924 Anayasası’nı demokrasi yoksunu kılan şey, Kemalist rejimin otoriter ideolojisi ve pratikleri olmuştur. Bir başka yerde göstermeye çalıştığım gibi, Kemalizm’in demokratik çoğulculukla uyuşmasını imkânsızlaştıran husus, 1921 Anayasası’ndaki demokratik halkçılığa bağlı kalmak yerine, Kemalizm’in halkçılığı Türkiye toplumunda sınıf ve diğer bölünmelerin varlığını inkâr etmek ve bu inkâr temelinde çok-partili ve çoğulcu bir demokrasiye geçit vermemesi olmuştur. Ulusun homojen bir kültür olarak tanımında açık etnik referanslara ve ekonomik ve kültürel devletçiliğe[24] dayanan Kemalizm, sâhici bir demokratik çoğulculğa açılma yeteneğinden yoksun bir tek-parti yönetimi kurmuştur.
Sonuç
Anayasa değişiklikleri veya yeni bir anayasa yapımı üzerinde cereyan eden bugünkü tartışmalar, öncelikle kurucu iktidar sorunun çözmeye yönelmelidir. AYM’nin ve Türk anayasa hukukçularına hâkim olan bugünkü anlayış, sadece tâli kurucu iktidarın varlığından söz etmemize imkân vermektedir. Buna göre yasama organı, ancak geçerli anayasa düzeninin izin verdiği sınırlar dâhilinde kalarak anayasayı değiştirebilir, buna karşılık yeni bir anayasa yapamaz. Bir diğer deyişle, parlamentonun yeni bir anayasa yapması imkânsızdır çünkü AYM’nin eğilimi, anayasanın değiştirilemez hükümlerini önceden kestirilemeyen biçimlerde yorumlamak suretiyle kendi denetim yetkisinin alanını genişletme yönündedir ki, bu da Mahkeme’nin statükonun muhafızı olarak kendisine biçtiği role uygun düşen bir içtihat üretme tarzını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, türdeş ulus-devlet anlayışının kendisini çokkültürlülüğün içâplarına uyarlamasının gerekli olduğu küresel demokratikleşme döneminde, AYM’nin Türkiye’nin siyasî sistemini sahici anlamda çağdaş çoğulcu demokrasi standardlarına yaklaştırmayı amaçlayan her değişikliği iptâl etme eğiliminde olma ihtimâli yüksektir.
            Bu noktada, sanırım neden çağdaş Türkiye’nin siyasî hayâtını anlatmak için akademik olarak daha yaygın bir kullanımı olan “vesâyet” yerine “muhafızlık” terimini tercih ettiğimi açıklamam yerinde olacaktır. Vesâyet, gâyet yüksek dozlu bir mazeret bulma çabası içinde, 1923-1945 arası Kemalist tek-parti rejimini anlatmak üzere kullanılmış ve Kemalist otoriterliğin târihî bir zorunluluk olduğu iddiâsını içermiştir. Modernleşme paradigmasının kuramsal kabûllerine dayanan bu terim, Kemalist tek-parti döneminin, siyasî yapının nihaî demokratikleşmesi hedefine bağlı olarak toplumun ekonomik ve kültürel gelişmesini sağlamayı amaçladığını ileri sürmektedir[25]. Bu siyasî vesâyet kavramıyla çarpıcı bir zıtlık içinde bulunan muhafızlık terimi ise, “Kemalist Cumhuriyet”i sâdece dış düşmanlara karşı değil fakat aynı zamanda halk kitlelerinin “yanlışları”na karşı da korunması gereken bir “ideal düzen” olarak görmekle, doğası gereği otoriter olan bir rejimin kalıcılığını vurgulamaktadır. Askerî ve sivil bürokratik seçkinlerin demokratik reform sürecine tepkisi, nihaî bir demokratikleşme hedefini benimsemiş “vesâyetçi” bir zihniyeti değil, kurulu düzeni (yâni Türk ulus-devletini) “dış ve iç düşmanları”na karşı koruma yönündeki nihaî amaca sâhip Platoncu bir muhafızlık anlayışını yansıtmaktadır.[26]
Böylelikle, Kemalist ulus-devletin korunmasına öncelik veren statükonun muhafızları ile daha ileri bir demokratikleşme ve daha ademi merkeziyetçi ve çokkültürlü demokrasi yönündeki toplumsal ihtiyaç arasındaki bölünmenin, Möllers’in kullandığı anlamda bir “anayasal halkçılık” fikrinin 1921 Anayasası’nın târihi momentinden esinlenerek gerçekleştirilecek çağdaş koşullarla uyumlu bir canlanışına dayanan bir devrimci moment yakalanmaksızın giderilemeyeceği anlaşılmaktadır. Böyle bir devrimci canlanış ise, betimsel ve milliyetçi kurucu iktidar anlayışlarının terkedilmesi ve bunların yerine, “halk”ın demokratik-devrimci potansiyelini ifâde etme kapasitesine sâhip yeni bir kolektif siyasî öznenin ortaya çıkmasının sağlanması ile mümkün olabilecektir. Bu da, kurulu düzenin ortaya koyduğu engellemeleri kaldırmanın ve toplum içinde varolan farklı kesimlerin demokratik taleplerinin radikalleşerek sistemi dönüştürmesinin önünü açma yönünde iyi bir başlangıç noktası olacaktır.

Levent Köker

[1] 1982 Anayasası’nın 148. maddesine göre Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleyebilir ve şekil denetimi de teklif ve oylama çoğulkuları ile iki kez görüşme mecburiyetine uyulup uyulmadığı ile sınırlıdır. Anayasa’daki bu açık düzenlemeye ve bu davada söz konusu olan 10. ve 42. maddelerdeki değişikliklerin metnindeki ifadelere rağmen AYM, sözü edilen değişikliklerin gerekçesini dikkate alıp, buradan söz konusu değişikliklerin yüksek öğretim kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçladığı sonucuna varmış ve sözü edilen amacın 1989 ve 1991’deki kararlarına göre “lâiklik” ile bağdaşmadığı yargısına varmıştır. Böylece, kendi içtihadına dayanan AYM, yapılan Anayasa değişikliklerin Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerini dolaylı olarak ihlâl ettiği sonucuna ulaşmıştır. Kararın metni için bkz. http://www.anayasa.gov.tr/eskisite/KARARLAR/IPTALITIRAZ/K2008/K-2008-116.htm (20 Haziran 2010).
[2] Yargısal aktivizm ve AYM hakkında bkz. Bakır Çağlar, “Parlamentolar ve Anayasa Mahkemeleri, Teori ve Pratikte Anayasa Yargısının Sınırları Problemi,” Anayasa Yargısı, No: 3 (1986), s. 137-187; Yusuf Şevki Hakyemez, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, Ankara: Yetkin yay., 2009.
[3] Bu olayların ve AYM’nin siyasî rolünün “yargı darbesi” terimiyle adlandırılma çabası için bkz. Henry Barkey, “Turkey, Aftermath of the Political Crisis”, www.carnegieendowment.org/publications/index.cfm?fa=view&id=20339 (11/11/2009).
[4] Örneğin Andrew Arato, “The Decision of the Turkish Constitutional Court: the Way Ahead” (Frankfurt, August 9, 2008).
[5] Örneğin AKP milletvekili ve TBMM’nin önceki başkanlarından Köksal Toptan bu görüşü benimsemiştir.
[6] Bu kavramlarla ilgili bir tartışma için bkz. For a discussion of these concepts see Martin Laughlin, The Idea of Public Law, Oxford: Oxford University Press, 2003, özellikle Chapter 4, “Representation.”
[7] Bkz. Kemal Gözler, Le pouvoir constituant originaire, Mémoire du D.E.A. de Droit public, Directeur de recherches : Prof. Dmitri Georges Lavroff, Université de Bordeaux I, Faculté de droit, des sciences sociales et politiques, 1992 (www.anayasa.gen.tr/memoire.htm 25.08.2009).
[8] Bu dar anlamıyla hukukî pozitivizmin neden kabûl edilemez olduğu hakkında çok iyi bir temellendirme için bkz. Gustav Radbruch, “Statutory Lawlessness and Supra-Statutory Law (1946)” Oxford Journa of Legal Studies, Vol. 26, No. 1,, 2006, p. 1-11.
[9] E.-J,Sieyes, “Discours sur le veto royal”, Archives parliamentaires, 1st series, vol. VIII, 595’den zikreden Lucien Jaume, “Constituent Power in France: The Revolution and its Consequences,” in Martin Loughlin and Neil Walker, eds, The Paradox of Constitutionalism. Constituent Power and Constituted Form, Oxford: Oxford University Pres, 2007, s. 80.
[10] [10]Paolo Carrozza, “Constitutionalism’s Post-Modern Opening,” in Loughlin and Walker, eds, ibid., p. 169-187.
[11] Ibid., 179.
[12] Şükrü Hanioğlu, “The Second Constitutional Period,” in Resat Kasaba, ed., The Cambridge History of Turkey, Vol. 4, Turkey in the Modern World, Cambridge: Cambridge Universit Press, 2008, p. 62-110.

[13] Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1895-1908, İstanbul:İletişim, 1983. Cf. Şükrü Hanioğlu, Preparation for a Revolution, the Young Turks, 1902-1908, Oxford? Oxford University Press, 2001, p. 289-310.
[14] Bu iktidar mücadelesinin ekonomik sebebleri hakkında bkz. Carter V. Findley, “Economic Bases of Repression and Revolution in the Ottoman Empire,” Comparative Studies in Society and history, Vol. XXVIII (1986).
[15] Arthur J. Jacobson and Bernhard Schlink, “Constitutional Crisis. The German and the American Experience,” in Jacobson and Schlink, eds., Weimar. A Jurisprudence of Crisis (Berkeley: University of California Pres, 2000, p. 1.
[16] Bu dönemin bürokratik-muhafazakâr bir düşünce ve eylem stilini ortaya çıkaran bir dnem olarak tartışılması için bkz. Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim, 2009.
[17] Metin için bkz. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm (20.06.2010).
[18] Karş. Ergun Özbudun and Ömer Faruk Gençkaya, Democratization and the Politics of Constitution Making in Turkey, Central European University, 2009.
[19] Türk anayasacılığının demokratik olmayan biçimlenişi ve devlet-merkezli hukuk kültürü hakkında eleştirel bir açıklama için bkz. Ceren Belge, “Friends of the Court: The Republican Alliance and Selective Activism of the Constitutional Court of Turkey,” Law and Society Review, Vol. 40, No. 3, 2006, p. 653-692.
[20] Christoph Möllers, “ ‘We are (afraid of) the people’: Constituent power in German Constitutionalism,” in Loughlin and Walker, eds, ibid., p.87-88.
[21] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi yay., 1992, p. 49.
[22] Özellikle ulusal kimliğin niteliği hakkındaki parlamento tartışmalarıyla karşılaştırınız: Şeref Gözübüyük and Zekai Sezgin, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri, Ankara: AÜSBF, 1957, p. 436-441.
[23] Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, p. 141.
[24] Devletçilik, hem devletin ekonomik kalkınma sürecinde aktif mevcudiyeti ve hem de Türkiye toplumunda sınıf bölünmesinin ortaya çıkmasını önleme göreviyle belirlenen bir ilke olmuştur. Kemalist devletçiliğin bu sonuncu özelliği devletin birey-yurttaşların zihinlerinde oluşacak olan fikirleri de kontrol etmesi gerektiğini anlayışını içermektedir ki, bu da devletin yeni “cumhuriyet” rejimine uygun düşecek tarzda yeni zihniyet yapıları üretmeye yönelik eğitim ve kültür politikaları izlemesi gerektiği anlamına gelmektedir. Bkz. Köker, ibid.
[25] Bu fikrin en incelikli anlatımlarından biri için bkz. Ergun Özbudun, “The Nature of the Kemalist political regime,” in Ergun Özbudun and Ali Kazancıgil, eds., Atatürk, the Founder of a Modern State, London: C. Hurst, 1981, p. 79-102.
[26] Burada Robert A. Dahl’ın “muhafızlık” (koruyuculuk) kavramını demokrasi aleyhtarı bir fikir veya “demokrasiye karşı kalıcı bir alternatif” olarak tanımlamasına dayanıyorum. Bkz. Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Ankara: Yetkin yay., 1993.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder