Giriş
Türkiye, 2007 Nisan’ından bu yana, özünde siyasî nitelik taşıyan ve yeni
bir anayasa ihtiyacı üzerinde ateşli tartışmalara neden olan bir dizi anayasal-hukukî
kriz yaşıyor. Sadece yeni bir anayasa ihtiyacı değil, yeni anayasanın
nitelikleri de, doğal olarak, farklı ve çatışan görüşlerin konusu. Burada
canalıcı noktalardan biri ve belki de en önemlisi mevcut yasama organının, yâni
Temmuz 2007’deki genel seçimlerden sonra oluşmuş bulunan ve Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin (AKP) zorunlu halkoylaması yoluyla da olsa tek başına anayasayı
değiytirme gücüne sâhip bulunduğu TBMM’nin yeni bir anayasa yapma gücüne sâhip
olup olmadığıdır. Bu hayatî sorunun gündeme gelmesinin arkasında yatan sebeb
ise, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) yangısal aktivizm diye nitelendirilebilecek
olan tutumudur. Yüksek öğretim kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırma
iddiasıyla gerçekleştirildiği ileri sürülen Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerindeki
değişiklikleri anayasaya aykırı oldukları sonucuna vararak iptal kararı veren
AYM, 2008 yılındaki bu kararıyla, yetki alanını makûl ölçüler içinde kabûl
edilebilecek bir takdir yetkisinin çok ötesine geçecek bir biçimde
genişletmiştir. Anayasa değişikliklerinin AYM tarafından denetlenmesini
biçimsel (usûlî) kurallarla sınırlandıran çok açık Anayasa hükmüne rağmen AYM
önce dava konusu yapılan değişikliklerin esasına ilişkin bir inceleme yapmış;
bu inceleme sonucunda değişikliklerin yüksek öğretimdeki başörtüsü yasağını
kaldırma niyetiyle gerçekleştirdiği sonucuna varmıştır. Bundan sonra, başörtüsü
yasağını kaldırmanın anayasadaki değiştirilemez lâiklik ilkesini ihlâl ettiğini
hükme bağladığı 1989 ve 1991 yıllarındaki iki kararına da dayanarak, dava konusu
anayasa değişikliklerinin anayasaya aykırı oldukları sonucuna varmıştır[1].
Bu kararın üzerinden iki ay bile geçmeden, yine AYM, Cumhuriyet Başsavcısı
tarafından açılan kapatma davasında AKP’nin “lâiklik karşıtı eylemlerin odağı”
haline geldiği sonucuna ulaşmış ama partinin kapatılması yerine hazine
yardımının yanısından mahrum edilmesine hükmetmiştir. Kapatma davasında ileri
sürülen delillerin çok büyük bir bölümünü delil saymayan AYM, bu kararında esas
olarak başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik Anayasa değişikliğini
gerçekleştirme teşebbüsüne dayanmış görünmektedir.
Buraya kadar, AYM’nin sâdece yargısal aktivizmin[2]
yeni bir örneğini ortaya koyduğu ve kapatma davasındaki kararının da ilgili
konulardaki önceki içtihadıyla uyumlu olduğu ileri sürülebilir. Bununla
birlikte, yine AYM’nin Nisan 2007’deki Cumhurbaşkanı seçimlerine aşırı aktivist
bir biçimde müdahale ettiği ve yetkileri üzerindeki açık sınırlamaları açıkça
ihlâl ederek parlâmento tarafnıdan yürütülmekte olan seçim sürecine müdahale
ettiği hatırlanırsa, bu tür kararların siyasî mahiyetini de gözönüne almak
zorunda olduğumuz açıklık kazanır. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde yasama ve
yürütme organının AKP tarafından kontrol edilmesinden kaynaklanan toplumsal ve
siyasî kutuplaşmaya denk düşen AYM’nin haklı gösterilmesi neredeyse imkânsız
olan aktivizmi, yalnızca anamuhalefet partisi CHP’nin iddialarıyla değil, aynı
zamanda o tarihte görev başında olan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın
görüşyeriyle de çarpıcı paralellikler göstermektedir. Sivil ve askerî
bürokrasinin AKP’nin lâik cumhuriyeti zayıflatma amaçlı bir “gizli gündem”inin
bulunduğunu dile getirdikleri ve bu yönde bir toplumsal seferberlik başlatmak
istedikleri bir âna tesâdüf eden AYM’nin yargısal aktivizmi, Mahkeme’nin bir
tür “Cumhuriyet muhafızı” rolünü üstelnediği biçiminde yorumlanabilir[3].
Bütün bunların anlamı şudur ki, Türkiye eğer
anayasasını değiştirmek veya bütünüyle yeni bir anayasa yapmak durumundaysa, bu
ancak AYM’nin devre dışı kalmasıyla gerçekleştirilebilecektir. Elbette AYM’nin
kendiliğinden veya re’sen harekete geçemeyeceği ileri sürülebilir ve yine
AYM’nin Türkiye’nin siyasî sistemi içindeki rolünü dikkate alarak, bu tür yargı
süreçlerinin arkasında varolan siyasî desteğe dikkat çekilebilir[4].
Ancak, böyle bile olsa, anamuhalefetin herhangi bir anayasa değişikliğine karşı
direnç gösteren tutumu ve anamuhalefet partisinin görüşleriyle AYM arasında son
zamanlarda gözlenen uyum gözönüne alındığında, AYM’nin kendiliğinden harekete
geçemediği gerçeği önemini yitirmektedir.
AYM’nin
rolü üzerindeki bu kamusal tartışmalar arasında, konunun canalıcı noktasının
hukukî ve siyasî meselelerde son sözü kimin söyleyeceği ile ilgili olduğunda
düğümlendiği önem kazanmaktadır ki, bu da doğrudan doğruya egemenlik kavramıyla
ilintilidir. Türkiye’de siyasî anlamda “sağ”da yer alan gelenek ulusal (millî)
egemenliği parlamento çoğunluğunun iradesiyle özdeşleştirmektedir. Bu geleneğin
izleyicisi gibi görünen AKP ve destekçileri de yasama organının (TBMM), kendi
açılarından bürokratik seçkinlerin (veya “devlet seçkinleri”nin) muhafızlık
rolünü temsil ettiği düşünülen yargı karşısındaki üstünlüğünü
vurgulamaktadırlar. Anamuhalefet partisi CHP ve destekçileri ise, diğer yandan,
AKP’yi Cumhuriyet’in lâik temellerini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasî
örgütlenme olarak görmektedirler. Bu görüşün destek verdiği farklı anlayışta
ise egemenlik, devletin üç erki olan yasama, yürütme ve yargıdan oluşmaktadır.
Buna göre yargının, TBMM’nden gelebilecek olanlar da dâhil olmak üzere, her
türlü ihlâle karşı Cumhuriyetçi
anayasal düzenin temellerini koruma görevi bulunmaktadır. Birbiriyle çatışan bu
egemenlik anlayışlarının oluşturduğu arkaplân temelinde, yasama organının
anayasa yapma yetkisinin sınırları ve kapsamı hakkındaki görüşlerden biri de,
sâdace yeni bir anayasa yapma amacıyla sınırlı olmak üzere bir “kurucu meclis”
oluşturmanın gerekli olduğu yönünde karışımıza çıkmış bulunmaktadır.[5]
Bütün bu anlatılanlar, Türkiye’de anayasa konularında
ortaya çıkan ateşli kamusal tartışmaların, birçok bilim adamı tarafından
“egemenlik” ile eşanlamlı olarak kabûl edilen “kurucu iktidar” kavramı
üzerinden daha iyi bir biçimde kavranabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla,
klâsik ve biraz da eskimiş olan egemenlik kavramlarına müracaat etmek yerine,
burada ortaya koymak istediğim iddiayı farklı kurucu iktidar kavramları
üzerinde sürdürülmekte olan güncel bir tartışmanın çerçevesi içinde ele almayı
amaçlıyorum.[6]
Vurgulamak istediğim nokta. başat özelliği bürokratik olan anayasalara karşıt
bir biçimde, Türkiye halkının 1920-1921 döneminde kısa da olsa bir anayasa
yapma tecrübesini yaşamış olduğu ve bu tecrübenin de bugünkü demokratik bir
anayasa arayışımız için tarihî bir referans niteliği taşıdığıdır.
Üç Farklı Kurucu İktidar Kavramı
Kurucu
iktidar kavramı ile ilgili son literatür gözönüne alındığında, üç kurucu
iktidar kavramını ayrıştırmak mümkün görünmektedir. Bunlardan ilki kurucu
iktidar kavramını, kendisini hiçbir norm ile bağlı ve sınırlı saymaksızın yeni
bir anayasa yapan üstün iktidar olarak anlamaktadır. Bu kurucu iktidar kavramı,
sözü edilen iktidarın kime ait olduğu veya temsilî bir niteliğinin bulunup
bulunmadığı ile ilgilenmemektedir. Buna göre ve kaba hukukî pozitivizmin
bağlamı içinde, kurucu iktidarın bu tanımı, bırakın modern anayasacılığın bu
canalıcı öneme sâhip kavramının ortaya çıktığı târihî koşulları, kavramın
“siyasî mahiyeti”ne dahi dikkat etmemektedir. Böylelikle kurucu iktidar, “yeni
bir anayasa yapma veya anayasayı değiştirme iktidarı” olarak tanımlanmaktadır.
Bu tanıma göre yeni bir anayasa yapma iktidarı “aslî kurucu iktidar” olarak belirlenirken, varolan bir anayasayı
değiştirme iktidarı da “tâlî (veya türev) kurucu iktidar” olmaktadır.[7]
bu kavrayışa göre bir anayasa yapma iktidarı sâdece bir “devrim” veya “darbe”
gibi istisnaî tarihî koşullarda ortaya çıkmaktadır ve hukuk ötesi (extra-legal) bir mahiyettedir. Aslî kurucu iktidar, hukukîlik boşluğu içinde
ortaya çıkması ndan ötürü hukuk ötesi bir nitelik taşıdığından, hiçbir hukuk
normu ile de bağlı değildir ve dolayısıyla sınırsızdır. Bu sınırsız aslî kurucu
iktidar kavrayışı, Gözler’e göre, zorunlu olarak “halk”a veya “ulus”a
(“millet”e) âit olmak zorunda da değildir ve dolayısıyla da bir kolektif özne
veya onun temsilcileri tarafından kullanılması da gerekmemektedir.
Metodolojik
olarak, kabûl edilmesi mümkün olmayan dar bir hukukî pozitivizme[8]
bağlı olmanın eksikleriyle malûl olsa da, bu görece basitleştirilmiş kurucu
iktidar tanımı Türkiye’deki pek çok anayasa hukuku ders kitabında da paylaşılan
bir tanımdır ve bize anayasa yapıcı aktörlerin farklı toplumsal ve siyasî
konumlanışlarını betimleme imkânı vermektedir.
Kurucu
iktidar ile ilgili ikinci tanım ise, bu iktidar ile bir kolektif özne olarak
halk ya da ulus (millet) arasında içsel ve zorunlu bir bağlantıyı içermektedir.
İlk kez 17. yüzyıl İngiliz Devrimi sırasında, Kralcılar ile Parlâmentonun kral
karşısındaki üstünlüğünü savunanlar arasındaki çatışmalarda kullanılan bir
kavram olarak kurucu iktidarın “halka” veya daha sonra Fransız Devrimi’nde
özellikle de Sieyès’in eserinde görüldüğü üzere “ulus”a ait olduğu ileri
sürülmüştür. Sieyès’e göre “ulus” olarak tanımlanan “halk”ın “kurucu
iktidar”ını Etats-Généreaux’nun “kurulmuş iktidarı”ndan ayırdetmenin zorunlu
olduğu tarihî koşullarda kurucu iktidar kavramı devrimi, yâni o ânda varolan düzeni
ortadan kaldırıp yerine “ulusal egemenlik” fikiriyle temellendirilmiş olan yeni
bir anayasal düzen kurmayı meşrulaştırıcı bir işlev görmüştür. Bu örnekte
kurucu iktidar kavramı ulus ile eşitlenmiş ve böylece temsilî parlamenter
yönetim de bu kavramın gerçekleştirilmesi için bir gereklilik olarak ortaya
çıkmıştır: “Halkın veya ulusun sadece tek bir sesi olabilir o da ulusal yasama
organının sesidir.”[9]
Kavramın
bu özgül olarak devrimci niteliğini hareket noktası olarak alan ve “kurulmuş
iktidar” ile olan ilişkisinde varolan paradokslara işâret eden üçüncü bir
yaklaşım ise, halkı bir siyasî-hukukî düzeni kurma ve yeniden kurma iktidarına
sâhip tek meşruluk kaynağı olarak anlamak istemektedir.[10]
Halkın (veya ulusun) anayasal olarak sınırlandırılmış bir sistem ürettiği
devrimci rolünün ortaya çıktığı tarihî arkaplan karşısında yer alan bu üçüncü
kavrayış, kurucu iktidarın kunuyu bin rüzen içinde ortadan kaybolmadığını
söylemek istemektedir. Bir diğer deyişle, “klâsik anayasacılığın muhafazakâr
rolü”ne zıt bir biçimde, bir üstün hukuk düzeni kurma iktidarının taşıyıcısı
olan kolektif özne[11] artık
küreselleşmiş olmaktadır.
Şimdi,
birinciyi betimsel, ikinciyi ulusçu (milliyetçi) ve üçüncüyü de
devrimci-demokratik kurucu iktidar kavramı olarak niteleyebilir ve bu çerçeve
içinden Türk anayasacılığının târihî gelişimine eğilebiliriz.
Bürokrasinin Kurucu İktidarı:
Osmanlı Devleti’nin son Dönemleri
Türkiye
târihinin ilk anayasası 1876 târihli Kanun-ı Esasi’dir. Bu anayasa bir Meclis-i Mahsus tarafından yapılmış ve
Mithad Paşa önderliğindeki bir grup “meşrutiyetçi” (anayasal monarşi) yanlısı
bürokrat ile Sultan II. Abdülhamid arasındaki bir pazarlık sürecinin ürünü
olarak ortaya çıkmıştır. Bu anayasa her ne kadar üyeleri Padişah tararfından
atanan Meclis-i Ayân ve üyeleri, oy hakkının servet esasına ve cinsiyete
göre sınırlandırılmış olduğu (kaba bir tâbirle “zengin erkekler”in oy
kullandığı) bir seçimle belirlenen
Meclis-i Mebusan’dan oluşan iki kamaralı bir Osmanlı parlamentosu (Meclis-i Umumî) getirmişse de,
Padişah’ın yetkilerini sınırlandırma ve Osmanlı “uyrukları”nın temel hak ve
özgürlüklerini koruma konularında başarısız olmuştur. Bu başarısızlığın
bürokratik kurucuların hürriyet bilincinin yeterince gelişmemiş olmasıyla mı
yoksa târihî determinizm ile mi açıklanabileceği, târihçilerin hâlâ
uğraştıkları bir sorun olabilir. Bununla birlikte, unutmamamız gereken nokta,
“meşrutiyet yanlısı bürokratlar”ın bölünmüş bir bürokrasi içinde gruplardan
sadece birini meydana getirdiği ve geleneksel olarak güçlü bir Sultanlık makamını
destekleyen oldukça etkili “muhafazakârlar”la çatışmak durumunda olduklarıdır.
Bürokrasi içindeki bu bölünmenin 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın (ünlü “ ’93
Harbi”) patlak vermesiyle Kanun-ı Esasî’yi hemen askıya alan Padişah’ın işine
geldiği kuşkusuzdur.
II.
Abdülhamid’in “müstebit” yönetimi böylece başlamış ve istibdadın tek muhalifi
de Kanun-ı Esasî’nin askıya alınmasına son vermek isteyen gayretkeş Genç Türk
hareketi olmuştur. kendilerinden önceki Yeni Osmanlılar gibi, Genç Türk
hareketi de, özellikle İttihat ve Terakki kanadı hürriyet arzu etmekteydi. Otuz
yıldan fazla süren bir mücadele sonunda başarıya ulaşan bu mücadele sonucunda
Kanun-ı Esas yeniden uygulamaya geçirildi ve bu hâdise “İlân-ı Hürriyet” diye
isimlendirildi.
1908’de
başlayan İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde önce 1909’da II. Abdülhamid tahttan
indirildi sonra da Kanun-ı Esasî değiştirilerek, Devlet’in iktidar merkezi
Saray’dan Bâb-ı Ali’ye kaydırıldı. O günlerin şartlarında yüzeysel de olsa bir
parlamenter rejime geçildiğinin söylenebileceği bu gelişme de, İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin 1913’teki Bâb-ı Ali baskını sonrasında bir tek-parti
diktatörlüğü kurmasıyla, başarısız kaldı.[12]
Meşrutî
(anayasal) bir monarşi kurma yönündeki bu girişimlerin başarısız olmaları
târihî şartlara atıfta bulunularak açıklanabilirse de, Türkiye’de
anayasacılığın oluşum dönemlerinde ortaya çıkan “kurucu iktidar” sâhiplerinin,
özgürlük ve anayasal devlet konularında ciddî ve iyi düşünülmüş kavramları
olmayan bir bürokratik intelligentsianın mensuplarından oluştuğunu da
unutmamalıyız. Bu bağlamda, ilk kuşağın zihniyetinin büyük ölçüde İslâmî
“ümmet” kavramının etkisi altında bulunduğu ve parlâmenter-meşrutî (anayasal)
monarşiyi Kur’an’a dayandırılan bir “meşveret” düşüncesiyle temellendirdikleri,
özgürlük fikrini de bu çerçeve içinde mütalâa ettikleri hatırlanmalıdır. Buna
karşılık çoğunluğu İttihat ve Terakki içinde yer alan ikinci kuşak ise,
bireysel özgürlük ve demokrasiye, o da olsa olsa çok küçük bir yer veren
Comteçu pozitivizmin etkisi altında kalmıştı. Bu ikinci kuşak mensuplarının
zihniyet örüntülerinin göze çarpan özelliklerinden biri, halkı “münevverler”in
önderliğinde gelişme ihtiyacı içinde bulunan “geri kalmış kitleler” olarak
gören bir “bilimselcilik”ti (scientism).[13]
Genç
Türk ideolojisini, devlet iktidarının odağını tahttan bürokrasiye kaydıran yeni
bir egemenlik tarzı kurmayı amaçlayan ve dolayısıyla da özgürlük, demokrasi ve
anayasacılık konularında derinlikli bir kavrayışa sâhip olması imkânsız bir
bürokratik intelligentsia hareketi olarak nitelem, Türk anayasacılığının bu ilk
evresi için isâbetli görünmektedir.[14]
Bu
arkaplân temelinde, Türk anayasacılığının bu ilk evresi ile ilgili olarak
çıkarılabilecek başlıca sonuçlardan biri olarak, Almanya başta olmak üzere,
kıt’a Avrupa’sındaki pek çok “geç-gelen” (lati-comer)
toplumda olduğu gibi Türkiye’de de devletin “anayasadan önce geldiği”[15]
vurgulamalıdır. Devlet, anayasadan önce geliyorsa, o zaman, hiç yoktan bir
anayasa yapma kapasitesi anlamında kurucu iktidarın taşıyıcısı da devlet
olmalıdır. Kurucu iktidarın bu betimsel anlaşılışı, kendisi de “en üstün hukuk
koyucu iktidar” diye tanımlanmış olan egemenlikle özdeş gibi görünmektedir.
Türk anayasacılığının bu ilk evresinin ortaya koyduğu şey, anayasacılığın,
(geleneksel olarak Osmanlı Hanedanı’na ait olan) devlet güçlerinin
merkezîleşmiş bir askerî ve sivil bürokrasiye aktarılması yönünde bir değişim
sürecini temsil etmesidir. Özellikle 1908 ile 1913 arasında varolan görece
anlamlı bir çoğulculuğun mevcudiyetine rağmen, halk ve parlamento anayasa yapma
süreçlerinde hemen hemen hiçbir role sâhip olmamışlardır. Devletin anayasadan
önce geldiği bir târihî durumda, ikilik ve çekişme Sultan ile bürokrasi
arasındaydı ve elbette burada demokrasiye pek de yer yoktu[16].
Askerî Bürokrasinin Kurucu
İktidarı: 1961 ve 1982 Anayasaları
En üstün, sınırlandırılmamış hukuk vazedici iktidar
olarak kurucu iktidar fikrinin özellikle 1960 ve 1980 darbelerinde askerî kesim
tarafından benimsendiği görülmektedir.
Her
biri kendi özgül koşullarında gerçekleşen askerî darbelerin ürünü olan 1961 ve
1982 anayasaları arasında varolan bazı önemli farklara rağmen, bu anayasal
kurucu iktidarın nihaî kaynağına ilişkin anlayışlarında bir vurgu kaymasını da
yansıtmaktadırlar. Cumhuriyet’in 1923’te ilân edilmiş olmasının ve bir türk
ulus-devleti inşâ etme yönündeki Kemalist projeye bağlılığın bir netîcesi
olarak, askerî bürokrasi, anayasaların yapılmasında kendisinin nihaî
karar-alıcı konumunu haklılaştırma ihtiyacı içinde olmuştur. Geç Osmanlı
döneminde, aşkın (dinî) referans kaynaklı Devlet (yani Osmanlı Padişahlığı’nın)
iktidarına atıfta bulunulan “bürokratik anayasacılığı” ile keskin bir karşıtlık
içinde, 1961 ve 1982 anayasaları, kurucu iktidar anlayışında bir kayma
yaratacak biçimde, “ulus”a (“millet”e) atıf yapmaktadır. Örneğin 1961 Anayasası’nın
“Başlangıç” bölümünde, Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla
meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs
1960 Devrimini yapan Türk Milleti”nden söz edilmektedir[17].
Bu, 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin Türk Milleti’nin irâdesine müracaatla
meşrulaştırılması çabasıdır ki, burada millî iradenin askerî iradede kristalize
olduğu ileri sürülmekte ve dolayısıyla kurucu iktidar da fiilen ordunun eline
geçmiş olmaktadır.
1982 Anayasası’nın -1995 değişiklikleriyle kaldırılmış
bulunan- Başlangıç bölümündeki formülasyon daha açıktır: “Türk Milleti’nin
çağrısı üzerine Türk Silâhlı Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül
1980 hareketinin bir sonucu olarak, Türk Milleti’nin Danışma Meclisi’ndeki
temsilcileri tarafından hazırlanıp Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli verilen
bu anayasa Türk Milleti tarafından doğrudan kabûl edilmiş ve onun eliyle
kanunlaşmıştır.”
Bütün bu metinlerde, yeni anayasaları yapan zamanın
askerî rejimleri sanki kurucu iktidarın millete âit olduğu gerçeğini biliyor ve
dolayısıyla da kendilerinin bu konudaki güçlerinin meşruluğunun ancak millete
referansla türetilebileceğinin de farkında gibi görünmektedirler. Bu ironik bir
durumdur çünkü, ne 1960’daki kooptasyona dayalı Temsilciler Meclisi, ne de 1980
sonrasında askerî yönetim tarafından tâyin edilmiş bulunan Danışma Meclisi
temsilî bir nitelik taşımaktadır. Bu metinlerde Türk milletine kurucu iktidarın
sâhibi olarak yapılmış olan atıflar, sâdece bürokratik yönetimi haklılaştırmak
için yapılan bir referans kaymasını göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bir
çelişkiyi de barındırmaktadırlar.
Kurucu iktidar ulusa aitse, o zaman, Sieyes’i tâkip
ederek, bu iktidarın sadece ulusun temsilcileri tarafından kullanılabileceğini
belirtmek gerekmektedir. Bu durumda da anayasa ulusun temsilcileri tarafından
yapılmalıdır ve bu da demokratik yollarla seçilmiş bir kurucu organın
oluşmasını gerektirmektedir. Yukarıda sözü edilen askerî darbeler ve bunların
ürünü olan anayasalar ulusun kurucu iktidarına referanslarda bulunmuşlar fakat
temsilî bir anayasa yapma sürecinin gereklerini yerine getirmemişlerdir.
Anayasa yapma ânından varolan bu demokrasi açığı 1961 ve 1982 anayasalarıyla
oluşturulmuş bulunan siyasî rejimlerin kalıcı bir özelliği hâline gelmiştir.
Demokratik katılımın düzeyi, kapsamı ve araçları ili ilgili olarak bu iki
anayasa süreci arasında bazı önemli farklar bulunmakla birlikte, iki anayasa da
1921 ve 1924 anayasalarında varolan parlamento üstünlüğüne son vermişlerdir.
İlk kez 1961 Anayasası ile getirilen Millj Güvenlik Kurulu’nun merkezî ve büyük
ölçüde etkili rolüne 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı’nın güçlü statüsü, yargı
ve diğer organların bürokratik muhafızlığı gibi başka mekanizmalar eklemiştir.[18]
Bu iki dönemden (1961-1980 ve 1982-bugün) çıkarılabilecek
sonuçlarşöyle ifâde edilebilir: (1) Devlet, anayasadan önce gelmeye devam
etmektedir. (2) Devlet mutlaka ulus-devlet biçimini almalıdır. (3) Sivil ve
askerî bürokrasi kendilerince “ideal siyasal örgütlenme/topluluk” olarak
görülen Kemalist/Atatürkçü cumhuriyeti Türk ulus-devletinin ideal biçimi olarak
benimsemekte ve onun gerçek muhafızı olduklarını ileri sürmektedirler. (4) 1961
ve 1982 anayasaları, Cumhuriyet’i, ona yönelik olarak sivil toplumdan gelen
tehditlere karşı koruyan muhafızlar tarafından yapılmışlardır. (5) Bu
anayasaların “Türk milleti”ne atfen haklılaştırılmaları içsel olarak
çelişkilidir çünkü ulusun anayasası olma fikri demokratik kurumları ve usûlleri
gerektirmektedir. (6) Her halükârda, 1961 ve 1982 anayasaları, ancak betimsel kurucu
iktidar kavramına göre anlamlı olabilecek açık bir bürokrasi egemenliğinden,
ulusa ait olan kurucu iktidarın sivil ve askerî bürokrasi aygıtının elleine
teslim edildiği milliyetçi bürokratik muhafızlığa doğru bir kaymayı temsil
etmektedirler.[19]
Halkın Kurucu İktidarı veya
“Anayasal Halkçılık”: 1921 Anayasası’nın İstisnaî Niteliği
Kurucu iktidar ile ilgili üçüncü kavrayışa gelirsek,
burada Christoph Möllers’in Alman anayasacılığının kavramsal târihi ile ilgili
makalesinde yer verdiği “anayasal halkçılık” (“constitutional populism”) kavramıyla başlamak yerinde olacaktır
çünkü Möllers’in bu tanımı benim halkın kurucu iktidarı olarak açıklamaya
çalıştığım şeyle örtüşmektedir. Möllers’e göre,
“anayasal
halkçılık genel olarak halkçılıktan ayrıştırılmalıdır. Burada demokratik
araçlara veya amaçlara sâhip olma iddiasındaki herhangi bir siyaset biçiminden
söz etmiyoruz: anayasal halkçılık terimi, özgül olarak anayasal usûllere ve
kurumlara yönelik olan ama resmî olarak onların bir parçası hâline de gelmeyen
bir demokratik pratiği ifâde etmektedir. Kurucu iktidar paradoksu, dolayısıyla,
kendisini bu anayasal halkçılık içinde ortaya koymaktadır. Kurucu iktidar ne
anayasa yapma süreci ile birlikte sona ermiş, ne de kurulu anayasal usûller
içine tam olarak yerleştirilmiştir; kurucu iktidar, resmî anayasal pratiğin
halkçı yönü olarak kalıcı varlığını sürdürmektedir.”[20]
Türkiye târihindeki 1921 Anayasası momenti, sâdece o
târihlerde Halkçılık Programı diye
adlandırılmış olan mesele üzerinde yürütülen bir dizi tartışmanın ürünü olması
veya zamanın en etkili siyasî partilerinden birinin “Halk İştirakiyun Fırkası”
adını taşıması nedeniyle değil, fakat aynı zamanda türkiye târihinde anayasa
yapımının istisnaî ölçüde demokratik katılımcı bir ânının ürünü olması
nedeniyle bu tanıma uymaktadır. 1921 momentinin bu istisnaî demokratik
niteliği, “Birinci Büyük Millet Meclisi’nin (BBMM) Türk siyasî târihinde halkın
özgür irâdesiyle seçilmiş ilk kurucu meclis olması”[21]
gerçeğinde yatmaktadır. Özbudun’un ileri sürdüğü gibi, bu meclisin yeni Türk
devletinin temellerini de atmış olduğu iddiası ise biraz daha yakından bakmayı
gerektiren bir mesele olarak önümüzde durmaktadır.
BBMM’nin “selâhiyet-i fevkâlâdeyi hâiz bir meclis”
olarak kendi hukukî statüsünü belirlemek amacıyla kabûl ettiği düzenlemelerin
bu meclisin kurucu iktidara sâhip olduğu anlamına geldiği kuşkusuz doğrudur.
Ayrıca, BBMM’nin “ulusal egemenlik” ilkesini benimsediği de doğrudur. Bununla
birlikte, bu tarihî gerçeklerin, BBMM’nin yeni Türk devletinin temmelerrini
attığı iddiasını desteklemek için yeterli olmadıklarını ileri sürmek istiyorum.
Aksine, ulusal kimliğin tanımlanması ve siyasî (anayasal) halkçılığın devlet
idaresinin örgütlenmei üzerindeki etkisi, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilân
edilmesinden sonra bir kenara bırakılmıştır. 1924 Anayasası, parlamentonun
üstünlüğü ilkesini korumuş olsa da, ulusal kimliğin temel dayanağı olarak
İslâm’ın referans alınması yerine “etnik Türklüğü” geçirmekle kalmayıp[22]
aynı zamanda o târihlerde gerçekleştirilmesi için çaba gösterilen İslamî “şura”
anlayışı ile Bolşevik “sovyet” fikri arasındaki sentezi de tümüyle kaldırıp
atmıştır.
1921’deki anayasa momentinin istisnaî demokratik
niteliği ile ilgili olarak muhtemelen daha da çarpıcı olan bir diğer nokta ise,
anayasa ile ilgili taslaklardan birini hazırlayan Encümen-i Mahsus sözcüsü Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey’in, Türkiye
toplumundaki sınıf bölünmeleri ve bunların siyasî sonuçları hakkındaki
analizidir. Ona göre,
“Memurîn
sınıfı bu memlekette kendilerinin âdeta idareye mintarafillâ müekkelolduklarına
kani idiler ve köylünün üzerinde kendilerinin bir hakkı âmiriyet sahibi
olduklarını, bu olmazsa memleketin idare edilemeyeceğini her zaman
söylemişlerdi. . . . [Encümen] memurîn şekli idarei hazırasına resmen ilânı
harp etmiş, vilâyetlerde dahi memurin teselsülünü ve memurîn şebekesini kırmağa
ahdetmiştir. Binaenaleyh, Encümen vilâyetlerde memurinin mahallerince halk
tarafından intihap edilmesini ve bu suretle halkın doğrudan doğruya kendi işini
görmesi esasını kabul etmiştir.”[23]
Bu ademi merkeziyetçi demokratik yönetim 1921
Anayasası’nın kabûl
edilen son hâlinde önemli bir yer işgâl etmiş olmakla beraber, uygulanma
imkânını hiçbir zaman bulamamıştır. “Yeni Türk Devleti”, yâni Cumhuriyet
1924’te yeni bir Anayasa kabûl etmiştir ki bu zorunlu olarak demokrasi karşıtı
ve demokrasi yoksunu bir anayasa olmamıştır. 1924 Anayasası’nı demokrasi
yoksunu kılan şey, Kemalist rejimin otoriter ideolojisi ve pratikleri olmuştur.
Bir başka yerde göstermeye çalıştığım gibi, Kemalizm’in demokratik çoğulculukla
uyuşmasını imkânsızlaştıran husus, 1921 Anayasası’ndaki demokratik halkçılığa
bağlı kalmak yerine, Kemalizm’in halkçılığı Türkiye toplumunda sınıf ve diğer
bölünmelerin varlığını inkâr etmek ve bu inkâr temelinde çok-partili ve çoğulcu
bir demokrasiye geçit vermemesi olmuştur. Ulusun homojen bir kültür olarak
tanımında açık etnik referanslara ve ekonomik ve kültürel devletçiliğe[24]
dayanan Kemalizm, sâhici bir demokratik çoğulculğa açılma yeteneğinden yoksun
bir tek-parti yönetimi kurmuştur.
Sonuç
Anayasa
değişiklikleri veya yeni bir anayasa yapımı üzerinde cereyan eden bugünkü
tartışmalar, öncelikle kurucu iktidar sorunun çözmeye yönelmelidir. AYM’nin ve
Türk anayasa hukukçularına hâkim olan bugünkü anlayış, sadece tâli kurucu
iktidarın varlığından söz etmemize imkân vermektedir. Buna göre yasama organı,
ancak geçerli anayasa düzeninin izin verdiği sınırlar dâhilinde kalarak
anayasayı değiştirebilir, buna karşılık yeni bir anayasa yapamaz. Bir diğer
deyişle, parlamentonun yeni bir anayasa yapması imkânsızdır çünkü AYM’nin
eğilimi, anayasanın değiştirilemez hükümlerini önceden kestirilemeyen
biçimlerde yorumlamak suretiyle kendi denetim yetkisinin alanını genişletme
yönündedir ki, bu da Mahkeme’nin statükonun muhafızı olarak kendisine biçtiği
role uygun düşen bir içtihat üretme tarzını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda,
türdeş ulus-devlet anlayışının kendisini çokkültürlülüğün içâplarına
uyarlamasının gerekli olduğu küresel demokratikleşme döneminde, AYM’nin
Türkiye’nin siyasî sistemini sahici anlamda çağdaş çoğulcu demokrasi
standardlarına yaklaştırmayı amaçlayan her değişikliği iptâl etme eğiliminde
olma ihtimâli yüksektir.
Bu
noktada, sanırım neden çağdaş Türkiye’nin siyasî hayâtını anlatmak için
akademik olarak daha yaygın bir kullanımı olan “vesâyet” yerine “muhafızlık”
terimini tercih ettiğimi açıklamam yerinde olacaktır. Vesâyet, gâyet yüksek
dozlu bir mazeret bulma çabası içinde, 1923-1945 arası Kemalist tek-parti
rejimini anlatmak üzere kullanılmış ve Kemalist otoriterliğin târihî bir
zorunluluk olduğu iddiâsını içermiştir. Modernleşme paradigmasının kuramsal
kabûllerine dayanan bu terim, Kemalist tek-parti döneminin, siyasî yapının
nihaî demokratikleşmesi hedefine bağlı olarak toplumun ekonomik ve kültürel
gelişmesini sağlamayı amaçladığını ileri sürmektedir[25].
Bu siyasî vesâyet kavramıyla çarpıcı bir zıtlık içinde bulunan muhafızlık
terimi ise, “Kemalist Cumhuriyet”i sâdece dış düşmanlara karşı değil fakat aynı
zamanda halk kitlelerinin “yanlışları”na karşı da korunması gereken bir “ideal
düzen” olarak görmekle, doğası gereği otoriter olan bir rejimin kalıcılığını
vurgulamaktadır. Askerî ve sivil bürokratik seçkinlerin demokratik reform
sürecine tepkisi, nihaî bir demokratikleşme hedefini benimsemiş “vesâyetçi” bir
zihniyeti değil, kurulu düzeni (yâni Türk ulus-devletini) “dış ve iç
düşmanları”na karşı koruma yönündeki nihaî amaca sâhip Platoncu bir muhafızlık
anlayışını yansıtmaktadır.[26]
Böylelikle,
Kemalist ulus-devletin korunmasına öncelik veren statükonun muhafızları ile
daha ileri bir demokratikleşme ve daha ademi merkeziyetçi ve çokkültürlü
demokrasi yönündeki toplumsal ihtiyaç arasındaki bölünmenin, Möllers’in
kullandığı anlamda bir “anayasal halkçılık” fikrinin 1921 Anayasası’nın târihi
momentinden esinlenerek gerçekleştirilecek çağdaş koşullarla uyumlu bir canlanışına
dayanan bir devrimci moment yakalanmaksızın giderilemeyeceği anlaşılmaktadır.
Böyle bir devrimci canlanış ise, betimsel ve milliyetçi kurucu iktidar
anlayışlarının terkedilmesi ve bunların yerine, “halk”ın demokratik-devrimci
potansiyelini ifâde etme kapasitesine sâhip yeni bir kolektif siyasî öznenin
ortaya çıkmasının sağlanması ile mümkün olabilecektir. Bu da, kurulu düzenin
ortaya koyduğu engellemeleri kaldırmanın ve toplum içinde varolan farklı
kesimlerin demokratik taleplerinin radikalleşerek sistemi dönüştürmesinin önünü
açma yönünde iyi bir başlangıç noktası olacaktır.
Levent Köker
[1] 1982 Anayasası’nın 148.
maddesine göre Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden
denetleyebilir ve şekil denetimi de teklif ve oylama çoğulkuları ile iki kez
görüşme mecburiyetine uyulup uyulmadığı ile sınırlıdır. Anayasa’daki bu açık
düzenlemeye ve bu davada söz konusu olan 10. ve 42. maddelerdeki
değişikliklerin metnindeki ifadelere rağmen AYM, sözü edilen değişikliklerin
gerekçesini dikkate alıp, buradan söz konusu değişikliklerin yüksek öğretim
kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçladığı sonucuna varmış ve sözü
edilen amacın 1989 ve 1991’deki kararlarına göre “lâiklik” ile bağdaşmadığı
yargısına varmıştır. Böylece, kendi içtihadına dayanan AYM, yapılan Anayasa
değişikliklerin Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerini dolaylı olarak ihlâl
ettiği sonucuna ulaşmıştır. Kararın metni için bkz. http://www.anayasa.gov.tr/eskisite/KARARLAR/IPTALITIRAZ/K2008/K-2008-116.htm
(20 Haziran 2010).
[2] Yargısal aktivizm ve AYM
hakkında bkz. Bakır Çağlar, “Parlamentolar ve Anayasa Mahkemeleri, Teori ve
Pratikte Anayasa Yargısının Sınırları Problemi,” Anayasa Yargısı, No: 3 (1986), s. 137-187; Yusuf Şevki Hakyemez, Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve
İnsan Hakları Anlayışı, Ankara: Yetkin yay., 2009.
[3] Bu olayların ve AYM’nin
siyasî rolünün “yargı darbesi” terimiyle adlandırılma çabası için bkz. Henry
Barkey, “Turkey, Aftermath of the Political Crisis”, www.carnegieendowment.org/publications/index.cfm?fa=view&id=20339
(11/11/2009).
[4] Örneğin Andrew Arato, “The
Decision of the Turkish Constitutional Court: the Way Ahead” (Frankfurt, August
9, 2008).
[5] Örneğin AKP milletvekili ve
TBMM’nin önceki başkanlarından Köksal Toptan bu görüşü benimsemiştir.
[6] Bu kavramlarla ilgili bir
tartışma için bkz. For a discussion of these concepts see Martin Laughlin, The Idea of Public Law, Oxford: Oxford
University Press, 2003, özellikle Chapter 4, “Representation.”
[7] Bkz. Kemal Gözler, Le pouvoir constituant originaire,
Mémoire du D.E.A. de Droit public, Directeur de recherches : Prof. Dmitri Georges
Lavroff, Université de Bordeaux I, Faculté de droit, des sciences sociales et
politiques, 1992 (www.anayasa.gen.tr/memoire.htm
25.08.2009).
[8] Bu dar anlamıyla hukukî
pozitivizmin neden kabûl edilemez olduğu hakkında çok iyi bir temellendirme
için bkz. Gustav Radbruch, “Statutory Lawlessness and Supra-Statutory Law
(1946)” Oxford Journa of Legal Studies,
Vol. 26, No. 1,, 2006, p. 1-11.
[9] E.-J,Sieyes, “Discours sur
le veto royal”, Archives parliamentaires,
1st series, vol. VIII, 595’den zikreden Lucien Jaume, “Constituent
Power in France: The Revolution and its Consequences,” in Martin Loughlin and
Neil Walker, eds, The Paradox of
Constitutionalism. Constituent Power and Constituted Form, Oxford: Oxford
University Pres, 2007, s. 80.
[10] [10]Paolo
Carrozza, “Constitutionalism’s Post-Modern Opening,” in Loughlin and Walker,
eds, ibid., p. 169-187.
[11] Ibid., 179.
[12] Şükrü Hanioğlu, “The Second
Constitutional Period,” in Resat Kasaba, ed., The Cambridge History of Turkey, Vol. 4, Turkey in the Modern World, Cambridge: Cambridge Universit Press,
2008, p. 62-110.
[13] Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1895-1908,
İstanbul:İletişim, 1983. Cf. Şükrü Hanioğlu, Preparation for a Revolution, the Young Turks, 1902-1908, Oxford?
Oxford University Press, 2001, p. 289-310.
[14] Bu iktidar mücadelesinin
ekonomik sebebleri hakkında bkz. Carter V. Findley, “Economic Bases of Repression
and Revolution in the Ottoman Empire,” Comparative
Studies in Society and history, Vol. XXVIII (1986).
[15] Arthur J. Jacobson and
Bernhard Schlink, “Constitutional Crisis. The German and the American
Experience,” in Jacobson and Schlink, eds., Weimar.
A Jurisprudence of Crisis (Berkeley: University of California Pres, 2000,
p. 1.
[16] Bu dönemin
bürokratik-muhafazakâr bir düşünce ve eylem stilini ortaya çıkaran bir dnem
olarak tartışılması için bkz. Levent Köker, Modernleşme,
Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim, 2009.
[17] Metin için bkz. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm
(20.06.2010).
[18] Karş. Ergun Özbudun and
Ömer Faruk Gençkaya, Democratization and
the Politics of Constitution Making in Turkey, Central European University,
2009.
[19] Türk anayasacılığının
demokratik olmayan biçimlenişi ve devlet-merkezli hukuk kültürü hakkında
eleştirel bir açıklama için bkz. Ceren Belge, “Friends of the Court: The
Republican Alliance and Selective Activism of the Constitutional Court of
Turkey,” Law and Society Review, Vol.
40, No. 3, 2006, p. 653-692.
[20] Christoph Möllers, “ ‘We
are (afraid of) the people’: Constituent power in German Constitutionalism,” in
Loughlin and Walker, eds, ibid.,
p.87-88.
[21] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, Ankara: Atatürk
Araştırma Merkezi yay., 1992, p. 49.
[22] Özellikle ulusal kimliğin niteliği
hakkındaki parlamento tartışmalarıyla karşılaştırınız: Şeref Gözübüyük and
Zekai Sezgin, 1924 Anayasası Hakkındaki
Meclis Görüşmeleri, Ankara: AÜSBF, 1957, p. 436-441.
[23] Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, p.
141.
[24] Devletçilik, hem devletin
ekonomik kalkınma sürecinde aktif mevcudiyeti ve hem de Türkiye toplumunda
sınıf bölünmesinin ortaya çıkmasını önleme göreviyle belirlenen bir ilke
olmuştur. Kemalist devletçiliğin bu sonuncu özelliği devletin
birey-yurttaşların zihinlerinde oluşacak olan fikirleri de kontrol etmesi
gerektiğini anlayışını içermektedir ki, bu da devletin yeni “cumhuriyet”
rejimine uygun düşecek tarzda yeni zihniyet yapıları üretmeye yönelik eğitim ve
kültür politikaları izlemesi gerektiği anlamına gelmektedir. Bkz. Köker, ibid.
[25] Bu fikrin en incelikli
anlatımlarından biri için bkz. Ergun Özbudun, “The Nature of the Kemalist
political regime,” in Ergun Özbudun and Ali Kazancıgil, eds., Atatürk, the Founder of a Modern State,
London: C. Hurst, 1981, p. 79-102.
[26] Burada Robert A. Dahl’ın
“muhafızlık” (koruyuculuk) kavramını demokrasi aleyhtarı bir fikir veya
“demokrasiye karşı kalıcı bir alternatif” olarak tanımlamasına dayanıyorum.
Bkz. Robert A. Dahl, Demokrasi ve
Eleştirileri, çev. Levent Köker, Ankara: Yetkin yay., 1993.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder