11 Aralık 2013 Çarşamba

Yeni Anayasada “Anayasa Yargısı” Sorunu-I




Türkiye’nin yeni anayasa arayışında karşı karşıya bulunduğu başlıca pratik sorunlardan biri, aslında bugünlerde çok üzerinde durulmuyor olsa da, “anayasa yargısı” ile ilgili. Kavram olarak anayasa yargısı, kanunların anayasaya uygunluğunun bir yargı organı tarafından denetlenmesini ifade ediyor. Bazen, ABD’nde görüldüğü gibi bir “Yüksek Mahkeme”, çoğu kez de Kıt’a Avrupası ülkelerinde olduğu üzere özel bir “Anayasa Mahkemesi” tarafından yerine getirilen bu denetim, anayasaya aykırı bulunan kanunların iptalini içeriyor. Türkiye’nin 2007 sonrasında, yer yer de çok ağır biçimde yaşadığı krizlerde, Cumhurbaşkanı seçiminden anayasa değişikliklerinin iptaline ve parti kapatma davalarına kadar, hemen her zaman Anayasa Mahkemesi (AYM) ön planda oldu. AYM’nin 1982 Anayasası’ndaki yetki sınırlarını fazlasıyla ve her türlü akıl yürütme tarzını ihlâl eder nitelikteki kararları, bu yargı organının “vesayetçi” düzenin ana payandalarından biri olduğu yorumlarına haklı olarak yol açtı. Bununla birlikte, söz konusu yorumların da eşlik ettiği tartışmalarda “anayasa yargısı” kavramı ve bu kavramda dile getirilen işlevin özel bir anayasa mahkemesi tarafından yerine getirilmesinin yerindeliği üzerinde pek durulmadı. Sorun, siyasî düzeyde daha çok AYM’nin kararlarına esas olan Anayasa maddelerinin ve AYM’nin kompozisyonu ile yapısının değiştirilmesiyle aşılmak istendi. Nitekim 12 Eylül 2010 tarihli referandumla gerçekleşen Anayasa değişikliklerinden sonra da, bu konu gündemden neredeyse tamamen düşmüş oldu.
Bu durum, “anayasa yargısı” ile ilgili sorunun Türkiye’de tartışılma biçiminden kaynaklanmaktadır. Sorun, son Anayasa değişikliklerinde de gözlendiği üzere, daha çok AYM’ni oluşturan yargıçların, “vesâyetçi” (siyasî) görüş ve tercihlerini kararlara yansıtmaları biçiminde kavranmaktadır. Çözüm de, dolayısıyla, AYM’nin temsil ettiği “anayasa yargısı” ile ilgili kavramsal ve yapısal bir sorun olarak değil de, yargıçların sayısı, atanma usûlleri, Mahkeme’nin yapısı ve görevleri gibi daha ikincil konular etrafında kavanmak istenmektedir. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin anayasa yargısı ile ilgili sorunları biraz kendi özgü sorunlarmış gibi görülmekte ve dolayısıyla çağdaş demokratik toplumlarda anayasa yargısı ile ilgili tartışmalardan kopuk bir bağlama hapsedilmektedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin anayasa yargısı ile ilgili olarak kendine özgü denebilecek sorunları vardır. Örneğin, ne tam üyelik hedefiyle bağlı olduğumuz AB’de, ne 60 yılı aşkın bir süredir üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nde ne de dünyanın herhangi bir istikrarlı demokrasisinde, Türkiye Anayasası’ndaki gibi bir “devletçi” ve “milliyetçi” anlayış bulunmaktadır. Anayasası “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” ibâresiyle başlayan bir düzende, AYM de kendince üstlendiği anayasal düzeni koruma göreviyle” hukuka ve demokrasiye uygun düşmeyen pek çok kararlar üretebilmektedir. Oysa, herkesin bildiği gibi anayasalar bir devlet düzenini belirlemek, hele o devlet düzenini “milliyetçilik” diye ifâde edilen bir ideolojiyle temellendirmek için yapılmazlar, “anayasa yargısı”nın görevi de bu devleti ve onun ideolojisini korumak biçiminde tesbit ve tâyin edilmez.

Anayasalar, öncelikle bireyin temel haklarını devletten gelebilecek ihlâllere karşı korumak ve bunların lâyık olduğu biçimde gerçekleşmesi için gereken koşulları hazırlamak amacıyla ortaya çıkmış metinlerdir. Buna, târihsel olarak farkına varılmış olan bir diğerunsuru da eklemek gerekmektedir:  Devlet iktidarının sınırlandırılması, bu sınırlandırma ile birlikte bireysel temel hakların gerçekleştirilmesi, ancak katılımcı ve çoğulcu bir siyasî süreçle olabilecektir. Bir diğer deyişle anayasal düzenin temelleri evrensel hak ve özgürlükler ile demokrasidir. Bu bilinçle Türkiye’nin anayasa düzenine baktığımızda, anayasa yargısı ile ilgili sorunun sadece 2010’da yapıldığı gibi Mahkeme’nin kompozisyonu, teşkilâtlanması, yetkileri gibi düzenlemelerle aşılamayacağı anlaşılabilir. Her halükârda elzem olan, bireysel temel haklar ve özgürlükler ile çoğulcu katılımcı demokrasiyi benimseyip kurumsallaştıran yeni bir devlet felsefesine dayalı yeni bir anayasadır. Son on yılı aşan süreçte yaşananlara ve tartışılanlara baktığımda, öyle sanıyorum ki “yeni anayasa” teriminden bu tarz bir anayasa anlaşılmaktadır. (Böyle değilse, yani adı “yeni” içi “eski” -milliyetçi-devletçi- bir anayasa ise aklımızdaki, o zaman zâten bir “arayış” dahi söz konusu değil demektir.)

Şimdi soru şu: Türkiye’nin yeni, demokratik anayasa düzeninde anayasa yargısının yerini ne olacaktır? İlk ağızda şöyle bir cevap verilebilir: Yeni anayasada “anayasa yargısı”, bireysel temel hak ve özgürlüklerle ilgili evrensel standartları “temel norm” olarak benimseyen ve işlevi bu temel normal çatışan kanunların iptali ile sınırlı olan bir özel yargı olarak düzenlenecektir. Evet, böyle olmalıdır. Türkiye’nin “yeni anayasası”nda “anayasa yargısı”, bir devlet koruyuculuğu, bir “müesses nizam bekçiliği” göreviyle donatılmamalıdır.

Bunda anlaşma sağlandıysa, ikinci ve daha önemli olan bir soruya geçebiliriz: Gerçekten özgürlükçü, çoğulcu, katılmıcı bir biçimde işleyen demokratik süreç sonucunda çıkarılan kanunların ayrıca bir “yargıçlar hey’eti” tarafından hak ve özgürlüklere uygunluk açısından “denetlenmesi, hangi temeller üzerinde savunulabilir?

Konuyla ilgili eleştirel yaklaşımlarıyla öne çıkan Amerikalı Anayasa Hukukçusu Jeremy Waldron, anayasa yargısının “iki yönden gelen saldırılara karşı dayanaksız olduğunu” belirtmektedir. Bunlardan biri, az sayıda, atanmış ve hesap verme yükümlülüğü bulunmayan yargıçlardan oluşan bir kurulun oy çoğunluğu ile aldığı kararlara yurttaşların seçilmiş temilcilerinin aldığı kararlar karşısında bir ayrıcalık, bir üstünlük tanıması ve böylece yurttaşların seçme hakkını anlamsız hâle getirmesidir. Türkiye’deki vesayet tartışmalarında da gündeme getirilen bu noktanın yanında, yine Waldron’ın işâret ettiği bir diğer nokta ise, bence daha dikkât çekici: Buna göre, kurulu düzen içinde, bir kanun ile korunması, saygı gösterilmesi gereken haklar arasında bir çatışma olduğunda, mes’elenin çözümünü “anayasa yargısı”ndan (bir “Anayasa Mahkemesi”nden) beklemek, toplum üyelerinin hak ve özgürlükler ile ilgili özgün ve sâhici bir tartışma yürütmesini engelleyici bir sonuç doğrumkaktadır. Böylece, toplumun önünde duran hak ve özgürlüklerle ilgili sorunlar, bir yargı organının kendi alışkanlıklarına, pratiklerine, emsal kararlarla ilgili tutumuna terkedilmiş olmaktadır. Böylece de toplum, anayasa yargısı görevini yapan organın yetkileri, yargılama usûlleri ve diğer “yan” konularla meşgul olmakta, asıl sorun üzerinde bir kamusal muhakeme yürütme imkânı ortadan kalkmaktadır.

Türkiye’de 2007 sonrası süreçte yapılan AYM kararları dolayısıyla yürütülen tartışmalar, adı üstünde, AYM üzerinde yoğunlaşan tartışmalar olagelmiş, böylece işin esası üzerinde gerçek bir toplumsal akıl yürütme süreci işletilememiştir. Bu nedenle, “yeni anayasada nasıl bir anayasa yargısı olmalıdır” sorusu üzerinde önemle durmaya değer. Anayasa yargısı sorununun 2010 Anayasa değişiklikleriyle çözüldüğünü sanmak, büyük bir yanılgıdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder