Türkiye’nin yeni anayasa arayışında karşı karşıya bulunduğu
başlıca pratik sorunlardan biri, aslında bugünlerde çok üzerinde durulmuyor
olsa da, “anayasa yargısı” ile ilgili. Kavram olarak anayasa yargısı, kanunların
anayasaya uygunluğunun bir yargı organı tarafından denetlenmesini ifade ediyor.
Bazen, ABD’nde görüldüğü gibi bir “Yüksek Mahkeme”, çoğu kez de Kıt’a Avrupası
ülkelerinde olduğu üzere özel bir “Anayasa Mahkemesi” tarafından yerine
getirilen bu denetim, anayasaya aykırı bulunan kanunların iptalini içeriyor.
Türkiye’nin 2007 sonrasında, yer yer de çok ağır biçimde yaşadığı krizlerde,
Cumhurbaşkanı seçiminden anayasa değişikliklerinin iptaline ve parti kapatma
davalarına kadar, hemen her zaman Anayasa Mahkemesi (AYM) ön planda oldu.
AYM’nin 1982 Anayasası’ndaki yetki sınırlarını fazlasıyla ve her türlü akıl
yürütme tarzını ihlâl eder nitelikteki kararları, bu yargı organının
“vesayetçi” düzenin ana payandalarından biri olduğu yorumlarına haklı olarak yol
açtı. Bununla birlikte, söz konusu yorumların da eşlik ettiği tartışmalarda
“anayasa yargısı” kavramı ve bu kavramda dile getirilen işlevin özel bir
anayasa mahkemesi tarafından yerine getirilmesinin yerindeliği üzerinde pek
durulmadı. Sorun, siyasî düzeyde daha çok AYM’nin kararlarına esas olan Anayasa
maddelerinin ve AYM’nin kompozisyonu ile yapısının değiştirilmesiyle aşılmak
istendi. Nitekim 12 Eylül 2010 tarihli referandumla gerçekleşen Anayasa
değişikliklerinden sonra da, bu konu gündemden neredeyse tamamen düşmüş oldu.
Bu durum, “anayasa yargısı” ile ilgili sorunun Türkiye’de
tartışılma biçiminden kaynaklanmaktadır. Sorun, son Anayasa değişikliklerinde
de gözlendiği üzere, daha çok AYM’ni oluşturan yargıçların, “vesâyetçi”
(siyasî) görüş ve tercihlerini kararlara yansıtmaları biçiminde kavranmaktadır.
Çözüm de, dolayısıyla, AYM’nin temsil ettiği “anayasa yargısı” ile ilgili
kavramsal ve yapısal bir sorun olarak değil de, yargıçların sayısı, atanma
usûlleri, Mahkeme’nin yapısı ve görevleri gibi daha ikincil konular etrafında
kavanmak istenmektedir. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin anayasa yargısı ile
ilgili sorunları biraz kendi özgü sorunlarmış gibi görülmekte ve dolayısıyla
çağdaş demokratik toplumlarda anayasa yargısı ile ilgili tartışmalardan kopuk
bir bağlama hapsedilmektedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin
anayasa yargısı ile ilgili olarak kendine özgü denebilecek sorunları vardır.
Örneğin, ne tam üyelik hedefiyle bağlı olduğumuz AB’de, ne 60 yılı aşkın bir
süredir üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nde ne de dünyanın herhangi bir
istikrarlı demokrasisinde, Türkiye Anayasası’ndaki gibi bir “devletçi” ve
“milliyetçi” anlayış bulunmaktadır. Anayasası “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce
Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” ibâresiyle başlayan
bir düzende, AYM de kendince üstlendiği anayasal düzeni koruma göreviyle”
hukuka ve demokrasiye uygun düşmeyen pek çok kararlar üretebilmektedir. Oysa,
herkesin bildiği gibi anayasalar bir devlet düzenini belirlemek, hele o devlet
düzenini “milliyetçilik” diye ifâde edilen bir ideolojiyle temellendirmek için
yapılmazlar, “anayasa yargısı”nın görevi de bu devleti ve onun ideolojisini
korumak biçiminde tesbit ve tâyin edilmez.
Anayasalar,
öncelikle bireyin temel haklarını devletten gelebilecek ihlâllere karşı korumak
ve bunların lâyık olduğu biçimde gerçekleşmesi için gereken koşulları
hazırlamak amacıyla ortaya çıkmış metinlerdir. Buna, târihsel olarak farkına
varılmış olan bir diğerunsuru da eklemek gerekmektedir: Devlet iktidarının sınırlandırılması,
bu sınırlandırma ile birlikte bireysel temel hakların gerçekleştirilmesi, ancak
katılımcı ve çoğulcu bir siyasî süreçle olabilecektir. Bir diğer deyişle
anayasal düzenin temelleri evrensel hak ve özgürlükler ile demokrasidir. Bu
bilinçle Türkiye’nin anayasa düzenine baktığımızda, anayasa yargısı ile ilgili
sorunun sadece 2010’da yapıldığı gibi Mahkeme’nin kompozisyonu,
teşkilâtlanması, yetkileri gibi düzenlemelerle aşılamayacağı anlaşılabilir. Her
halükârda elzem olan, bireysel temel haklar ve özgürlükler ile çoğulcu
katılımcı demokrasiyi benimseyip kurumsallaştıran yeni bir devlet felsefesine
dayalı yeni bir anayasadır. Son on yılı aşan süreçte yaşananlara ve
tartışılanlara baktığımda, öyle sanıyorum ki “yeni anayasa” teriminden bu tarz
bir anayasa anlaşılmaktadır. (Böyle değilse, yani adı “yeni” içi “eski”
-milliyetçi-devletçi- bir anayasa ise aklımızdaki, o zaman zâten bir “arayış”
dahi söz konusu değil demektir.)
Şimdi soru
şu: Türkiye’nin yeni, demokratik anayasa düzeninde anayasa yargısının yerini ne
olacaktır? İlk ağızda şöyle bir cevap verilebilir: Yeni anayasada “anayasa
yargısı”, bireysel temel hak ve özgürlüklerle ilgili evrensel standartları
“temel norm” olarak benimseyen ve işlevi bu temel normal çatışan kanunların
iptali ile sınırlı olan bir özel yargı olarak düzenlenecektir. Evet, böyle
olmalıdır. Türkiye’nin “yeni anayasası”nda “anayasa yargısı”, bir devlet
koruyuculuğu, bir “müesses nizam bekçiliği” göreviyle donatılmamalıdır.
Bunda
anlaşma sağlandıysa, ikinci ve daha önemli olan bir soruya geçebiliriz:
Gerçekten özgürlükçü, çoğulcu, katılmıcı bir biçimde işleyen demokratik süreç
sonucunda çıkarılan kanunların ayrıca bir “yargıçlar hey’eti” tarafından hak ve
özgürlüklere uygunluk açısından “denetlenmesi, hangi temeller üzerinde savunulabilir?
Konuyla
ilgili eleştirel yaklaşımlarıyla öne çıkan Amerikalı Anayasa Hukukçusu Jeremy
Waldron, anayasa yargısının “iki yönden gelen saldırılara karşı dayanaksız
olduğunu” belirtmektedir. Bunlardan biri, az sayıda, atanmış ve hesap verme
yükümlülüğü bulunmayan yargıçlardan oluşan bir kurulun oy çoğunluğu ile aldığı
kararlara yurttaşların seçilmiş temilcilerinin aldığı kararlar karşısında bir
ayrıcalık, bir üstünlük tanıması ve böylece yurttaşların seçme hakkını anlamsız
hâle getirmesidir. Türkiye’deki vesayet tartışmalarında da gündeme getirilen bu
noktanın yanında, yine Waldron’ın işâret ettiği bir diğer nokta ise, bence daha
dikkât çekici: Buna göre, kurulu düzen içinde, bir kanun ile korunması, saygı
gösterilmesi gereken haklar arasında bir çatışma olduğunda, mes’elenin çözümünü
“anayasa yargısı”ndan (bir “Anayasa Mahkemesi”nden) beklemek, toplum üyelerinin
hak ve özgürlükler ile ilgili özgün ve sâhici bir tartışma yürütmesini
engelleyici bir sonuç doğrumkaktadır. Böylece, toplumun önünde duran hak ve
özgürlüklerle ilgili sorunlar, bir yargı organının kendi alışkanlıklarına,
pratiklerine, emsal kararlarla ilgili tutumuna terkedilmiş olmaktadır. Böylece
de toplum, anayasa yargısı görevini yapan organın yetkileri, yargılama usûlleri
ve diğer “yan” konularla meşgul olmakta, asıl sorun üzerinde bir kamusal
muhakeme yürütme imkânı ortadan kalkmaktadır.
Türkiye’de
2007 sonrası süreçte yapılan AYM kararları dolayısıyla yürütülen tartışmalar,
adı üstünde, AYM üzerinde yoğunlaşan tartışmalar olagelmiş, böylece işin esası
üzerinde gerçek bir toplumsal akıl yürütme süreci işletilememiştir. Bu nedenle,
“yeni anayasada nasıl bir anayasa yargısı olmalıdır” sorusu üzerinde önemle
durmaya değer. Anayasa yargısı sorununun 2010 Anayasa değişiklikleriyle
çözüldüğünü sanmak, büyük bir yanılgıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder