13 Aralık 2013 Cuma

Yeni Anayasa Arayışında Nereden Nereye

Giriş

TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun (Komisyon) yeni anayasa üzerindeki çalışmaları iki yıla yakın bir zamandır devam ediyor. Hatırlatmak gerekirse Komisyon, nedenlerini burada tartışamayacağımız bir mantıkla, yeni anayasa metni üzerinde “oybirliği” ile karar verilmesi esasını benimsemiş bulunuyor. Bugün gelinen noktada da üzerinde oybirliği sağlanan madde sayısı 56-57 olarak ifâde edilmekte.  Bu sayının daha da artırılması yönünde çabaların devam ettiği de biliniyor. Bununla birlikte, ulusal ve uluslararası gündemi etki altına alan çeşitli güncel gelişmeler nedeniyle, Komisyon çalışmalarının gerçekten yeni anayasa yapımı ile sonuçlanmayacağı konusunda zaman içinde artan bir kötümser yargı da mevcut. İşte tam da bu noktada Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacının kaynakları, bu ihtiyacın karşılanması konusunda, özellikle 2007’den beri gelinen nokta üzerinde bir genel değerlendirme yapmak yerinde olacaktır.

Önce bir hatırlatma ile başlayalım. Hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasası, son derece yüksek bir evet oyu ile halk tarafından kabul edilişinden bu yana pek çok kez değiştirildi. Bu değişiklikleri hiç ayrıntıya girmeden şu kronoloji içinde sıralayabiliriz: Önce 1987’de 12 Eylül darbesinin “eski” siyasî kadrolara getirdiği yasaklar kaldırıldıktan sonra, Anayasa’nın özü bakımından önemli denebilecek ilk değişiklik 1995’te gerçekleşti. 12 Eylül darbesini meşrulaştıran Başlangıç paragrafının kaldırılmasına ilâveten toplumsal örgütler ile siyaset arasındaki ilişkiyi engelleyen kurallar siyasî katılımı mümkün kılacak biçimde değiştirildi. 2001 değişiklikleriyle temel hak ve hürriyetler üzerindeki kısıtlamalar daraltıldı, 2004’te de hem idam cezası tamamen Anayasa’dan çıkarıldı hem de temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşmaların kanunlara göre üstünlüğü benimsendi. Biraz ileride 1982 Anayasası açısından önemli bir kırılma ânı olarak görmemiz gerektiğini belirteceğim 2007’de ve 2008’de anayasa iki defa değiştirildi. Bunlardan Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören değişiklik halk oyu ile benimsendi. Buna karşılık “yüksek öğretim kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçlayan” 2008 değişiklikleri TBMM’de 411 oyla kabul edilmesine rağmen Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iptal edildi. Bunu,12 Eylül 2010’da referandumla kabul edilen izlemiştir. 2010 değişiklikleriyle getirilen en önemli yenilikler arasında askerî yargının yetki alanının sınırlandırılması, HSYK’nın oluşumunda yargıçların da etkili olabilmesinin sağlanması, AYM’ne bireysel başvuru hakkının tanınması ve AYM’nin kuruluş, örgütlenme ve çalışma esaslarının yeniden düzenlenmesi gibi hususlar özellikle öne çıkmaktadır.

Ana hatları ile altını çizdiğimiz bu değişikliklere rağmen, Türkiye’nin yeni anayasa sorunu çözülmüş değildir. Çünkü Türkiye, yeni bir anayasaya duyulan ihtiyacın kaynağını meydana getiren sorunları çözebilecek bir ilke ve kurallar bütünü üzerinde anlaşabilmiş değildir. Komisyon’un hâli hazırda devam etmekte olan çalışmalarını da bu açıdan değerlendirmek yerinde olacaktır.

Bu değerlendirmeyi yapabilmek için de, kısaca bir anayasanın ne anlama geldiği konusunda bir iki noktayı öncelikle akılda tutmak gerekmektedir. Anayasa deyince genellikle (1) bir devletin temel örgütlenmesini, yani yasama, yürütme ve yargı organlarının kuruluş ve işleyişi ile ilgili kuralları belirleyen ve (2) buna ek olarak devletin faaliyet alanının hukuk kurallarıyla sınırlandıran ve böylece kişilerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alan bir hukukî belge anlaşılmaktadır. Bu doğru olmakla birlikte, her anayasanın aynı zamanda batı dillerindeki “constitution” sözcüğünün çok iyi ifâde ettiği gibi, toplumu ve devleti birlikte kuran, dolayısıyla bu kuruluş işlevi bağlamında siyasî nitelik taşıyan bir belge olduğu gözden kaçabilmektedir.

Bu noktaları vurgulamaktaki amacım, Türkiye’nin yeni anayasa arayışının çoğu kez zannedildiği üzere basit bir örgütlenme sorunu ile sınırlı olmayıp, esasen toplum ve devletin birlikte yeniden inşasını da içeren kapsamlı bir arayışı ifâde ettiğini ortaya koymaktır. Nitekim 1987’den bu yana yapılmış olan onca değişikliğe rağmen yeni anayasa ihtiyacının hâlâ devam etmesi bunun kanıtıdır. Bu nedenle, Türkiye’nin yeni anayasa arayışının en temel sebebleri üzerinde durarak bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmeye başlamak yerinde olacaktır.

1982 Anayasası’nın Dönüşümünde bir Kırılma Ânı: 2007

1982 Anayasası’nın geçirdiği değişiklikler arasında bugün gelinen noktayı belirleyen en önemli kırılma ânı 2007 Nisanında yaşanan Cumhurbaşkanlığı krizi ve sonrasındaki gelişmelerdir. 1982 Anayasası’nın kapsamlı bir biçimde değiştirilmesine veya yeni bir anayasa yapılmasına yönelik TÜSİAD, TOBB, TBB, sendikalar gibi toplumsal örgütlerin yirmi yılı aşkın çabaları ortadadır. Bununla birlikte bugün TBMM’nde bir Uzlaşma Komisyonu’nun yeni anayasa çalışmalarını sürdürmekte olması, 2007 Nisanından itibâren yaşanan anayasa krizlerinden kaynaklanmıştır.

Belirtmeye çalıştığım gibi, 2007’ye kadar pek çok kez esaslı değişikliklere uğramış olan Anayasa, 2007 Nisanında çok ciddî bir krize neden olmuş gibi göründü. Kriz, hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak AYM’nin verdiği ünlü “367 kararı” idi. Bu kararla AYM, aslında 1962’ye kadar giden kuruluş târihinde pek çok kez yaptığı şeylerden birini yapmıştı. Bu da, aslında kendi denetim yetkisi kapsamında olmayan bir konuyu kendi denetim yetkisi içinde görmüş, bununla da kalmayıp, Anayasa’nın Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddesini, bilinen bütün mantık ve yorum kurallarını ihlâl edercesine (terim yerindeyse karakuşî bir biçimde) yorumlamıştı. Bu karardan sonra artık TBMM’nin toplanıp yeni Cumhurbaşkanı’nı seçme imkânı da kalmamıştı. Sonuçta Anayasa’dan kaynaklanıyor gibi görünen ama özünde siyasî nitelik taşıyan bir kriz ortaya çıkmış oluyordu. Krizi ortaya koyan AYM kararıydı ama bu kararın böyle oluşmasında askerî ve sivil bürokrasinin demokratik süreç üzerindeki vesâyetçi denetimi olarak nitelendirebileceğimiz bir siyasî yapılanmanın etkisi açıkça görünmekteydi.

Bu kriz, 2007’de birkaç ay öne alınan genel seçimler öncesinde özellikle AK Parti’nin “yeni, sivil ve demokratik anayasa” sloganıyla önayak olduğu bir kamusal ortamda, bugün sürdürmekte olduğumuz yeni anayasa arayışının fitilini de ateşlemişti.

2007 Temmuz seçimlerinden galibiyetle çıkan iktidar partisi olarak AK Parti, yeni anayasa sürecini harekete geçirmesi beklenirken, bu defa MHP’nin önayak olduğu iki maddeye yönelik bir dar kapsamlı anayasa değişikliğine imza atınca, bu kez seçimlerin çözer gibi olduğu krizin yeni bir ivme kazandığını görmüş olduk. AYM, bu defa “yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçlayan” Anayasa değişikliklerini, yine son derece tartışmalı ve zorlama bir yorumla “laiklik ilkesine aykırı” bularak iptal etti. Bu iptal kararı, bir yönüyle TBMM’nin siyasî irâdesi üzerindeki bürokratik vesayeti pekiştiren bir nitelik taşırken, diğer yönüyle AK Parti aleyhine açılan kapatma davasının da en temel gerekçesi oldu.

2007 ve 2008’de yaşananlar Anayasa’nın hem içerdiği vesayet mekanizmaları ve hem de bu vesayetçi mekanizmaların haklılık dayanağını meydana getiren “otoriter (veya demokratik olmayan) lâiklik yorumu” gibi konular bakımından, gerçekten yeni, demokratik bir anayasanın yapılması gerektiğini gözler önüne sermiş oluyordu. Daha doğrusu sorun sâdece demokratik siyasî süreç üzerinde varolan vesayet denetiminin tasfiye edilmesinden ibaret olmayıp, bunu haklılaştıran devlet ideolojisinin önemli sacayaklarından birini meydana getiren din ve vicdan hürriyetini kısıtlayıcı lâiklik anlayış ve uygulamalarına da uzanıyordu. Bu anlayış ve uygulamaların sadece başörtüsü sorununda simgelenen bir tarzda ortaya çıkmadığını, zorunlu din kültürü dersleri ve Diyanet’le ilgili boyutları üzerinden Alevi kesimin taleplerine ve daha farklı bir bağlamda ise gayrimüslim Türkiye vatandaşlarının maruz kaldıkları baskı ve hak yoksunluklarına bağlandığını da bilmekteyiz.

Bütün bunların üzerine, 1984’ten beri aralıklı duraklamalarla devam eden şiddet eylemleriyle içinden çıkılması güçleşmiş Kürt sorununu da eklemeliyiz. 2007 öncesinde, Kürt sorununun önemli boyutlarından biri olan Kürtçe’nin özgürleştirilmesiyle ilgili önemli yasal ve kurumsal değişiklikler ve yenilikler yapılmış olsa da, sorunun Anayasa’dan kaynaklanan temelleri varlığını sürdürmekteydi ve bugün de bu durumda bir değişiklik yoktur. Anayasa’da varolan anadilde eğitim yasağı ile devletin temel örgütlenmesinin “üniter yapıyı” emrettiği yolundaki AYM içtihadı ve bunu merkeziyetçi-vesayetçi bir idarî sistem ile destekleme anlayışı, Kürt sorununun çözümünü engelleyen en temel iki alan olarak karşımızda durmaktadır.

İşte 2007 krizinin ve kapatma davası sürecinde ve sonrasında yaşananların aslında açığa çıkardığı bu temel sorun alanları, 1982 Anayasası’nın neden onca değişikliğe rağmen sorun yaratmaya devam ettiğini de göstermiştir. Hâl böyleyken, AK Parti, 2008’de yaptığını bir kez daha tekrar edip 2010’da referandumla bir anayasa değişikliği yapma yoluna gitti. 2008’de iptal edilen değişikliklere karşılık bu defa başarılı oldu ama bu başarı “yetersiz”di: Askerî ve sivil bürokratik vesâyeti geriletmenin ötesinde, Anayasa’nın temellerinden kaynaklanan ve toplumun ve devletin demokratik çoğulculuk temelinde yeniden kuruluş ihtiyacına cevap vermiyordu.

Yeni Anayasanın Temel Sorun Alanları ve Bu Bağlamda Uzlaşma Komisyonu’nun Geldiği Nokta

Buraya kadar ortaya koymaya çalıştığım gelişmeler, yeni anayasa ihtiyacının kaynağını oluşturan temel sorun alanlarını da esasen belirginleştirmiştir: (1) Yeni bir toplum-devlet ilişkisi, (2) devlet örgütlenmesinde demokratikleşme, yani vesâyetin kaldırılması, merkez`yetçiliğin tasfiyesi ve katılımcılığın güçlendirilmesi, (3) Temel hak ve hürriyetlerin uluslararası standartlara uygun bir biçimde kabûlüyle birlikte etnik, din ve inanç, cinsiyet ve cinsiyet yönelimi, sınıf ve benzeri toplumsal farklılıkları tanıyan bir çoğulculuğun benimsenmesi.

Komisyon’un bugün geldiği noktada üzerinde uzlaşma sağladığı söylenen yaklaşık 60 madde arasında yukarıda belirttiğim başlıklara değinen esaslı herhangi bir madde bulunmamaktadır.

Örneğin1982 Anayasası’nın hiçbir çağdaş demokratik hukuk devleti anayasasında göremeyeceğimiz bir biçimde, “Türk Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” diyen Başlangıç bölümü hakkında veya “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” ilkesinin değiştirilemezliğine karşı ne yapılacağı konularında herhangi bir uzlaşma olmadığı gibi, sürecin siyasî olarak en etkili partisi olarak AK Parti’nin önerdiği Başlangıç metnindeki “biz Türk Milleti” ibâresine, tahmin edileceği gibi BDP’den itiraz gelmektedir. Bir diğer deyişle Komisyon, yeni anayasanın temel kuruluş ilkelerini belirleme noktasına henüz gelmiş değildir. Bununla birlikte, insan onuru ile ilgili maddenin formülasyonunda “İnsan onur ve haysiyeti dokunulmazdır” denildikten sonra “İnsan onur ve haysiyeti insan haklarının ve anayasal düzenin temelidir” hükmüne yer verilmesi daha özgürlükçü ve demokratik bir devlet ve toplum anlayışına dair ümit verici bir unsur olarak görülebilir.

Komisyon halihazırda “yürütme ve idare” başlığı altında yer alacak olan herhangi bir konuda uzlaşma sağlayabilmiş değildir. Bunun önemli bir sebebi AK Parti’nin gündemde tuttuğu “başkanlık sistemi” önerisidir ki bu öneri nedeniyle yasama organıyla ilgili uzlaşma sağlanan maddeler de esasen yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine ilişkin maddeler değildir. UZlaşma sağlandığı söylenen maddelerin devlet örgütlenmesiyle ilgili olanlarının önemli bir bölümü yargı ile, daha çok da AYM ve bireysel başvuru hakkı ile ilgili maddelerdir. Bu bağlamda, demokratikleşme, merkeziyetçiliğin tasfiyesi ve katılımcılığın yerel düzeyden başlayarak yeniden düzenlenmesi ve hatta üniter yapı içinde bölgeli devlete geçiş gibi öncelikle Kürt sorununun çözümü bakımından hayatî önem taşıyan konular üzerinde herhangi bir gelişme sağlanmış değildir.

Komisyon, en çok temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddelerde uzlaşma sağlamış gibi görünmektedir. Bunların sayısı 43 olarak belirtilmektedir. Bununla birlikte, bir yandan Türkiye’nin homojen bir millî (ulusal) devlet olarak tasavvur edilmesinden kaynaklanan sorunların anayasal ifâdesi olarak görülebilecek olan “Türkçe dışındaki dillerde anadilde eğitim yasağı”, din ve vicdan hürriyetinin yeniden tanımlanması bağlamında zorunlu din dersleri, Diyanet’in devlet içindeki konumu, vatandaşlık tanımı, siyasi partilerin tabi olacağı yasaklar ve parti kapatma konuları ve son günlerde Gezi olayları nedeniyle öne çıkan bir gündem maddesi olarak toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı gibi maddelerde iki dsakıncadan biri yer yer göze çarpmaktadır: Komisyon ya hiçbir uzlaşma sağlamamıştır, ya da uzlaşma sağladığı zaman da ortaya koyduğu formülasyon ilgili temel hak ve özgürlük bakımından yeterince özgürlükçü olmamıştır.

Örneğin Komisyon anadil, zorunlu din dersleri, Diyanet’in status, vatandaşlık tanımı, parti kapatma sebebleri ve usulü konularında uzlaşma sağlayamamıştır. Yeni anayasa ihtiyacının özünü meydana getiren konulardaki bu uzlaşma yokluğu, esasen en başta yeni anayasanın nasıl bir toplum ve devlet inşa edeceği konusundaki uzlaşma yokluğuyla yakından ilişkilidir.

Buna karşılık, üzerinde uzlaşma sağlanan bazı maddelerde ise ilgili temel hak ve özgülükle ilgili sakıncalı formülasyonlar ortaya konulduğu söylenebilmektedir. Örneğin yaşama hakkı ile ilgili olarak Komisyon’un uzlaştığı metinde, yaşama hakkının istisnası düzenlenirken “suçla mücadele esnasında kanunun cevaz verdiği durumlar” ifâdesi sorunludur zira kanun, uluslararası insan hakları ölçülerine aykırı durumlara “cevaz” verebilir ki, bugün insan hakları ile ilgili yaşadığımız temel çelişkilerden biri kanunlarla uluslararası sözleşmeler arasındaki uyumsuzluktur.

Bir diğer önemli örnek, Komisyon’un üzerinde uzlaşma sağladığı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı”dır. Komisyon’un benimsediği metne gore “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme ve bunlara katılma hakkına sahiptir.” Ancak, yine aynı metinde “İdari makamlar, kanuna dayanarak toplantı ve gösteri yürüyüşünün yapılacağı yeri, güzergâhı ve zamanını hakkın demokratik işlevini ve etkisini dikkate alarak belirler” denilerek “önceden izin almadan” ifâdesinin adetâ içi boşaltılmış olmaktadır. Bu düzenleme, kanımca 1982 Anayasası’nın dahi gerisindedir.

Komisyon çalışmalarıyla ilgili son bir noktayı daha belirtmek gerekirse, Komisyon tartışmalı bazı konularda üzerinde uzlaşma sağlanamayan hususları madde gerekçesine yazma yolunu tercih etmektedir. Gerek Komisyon üyeleri ve gerekse diğer ilgili çalışanlar biliyor olmalıdırlar ki madde gerekçelerinin hiç bir kişi ya da makam üzerinde bağlayıcı herhangi bir etkisi yoktur. Dolayısıyla bu zevahiri kurtarmaktan öte bir mana taşımaz.

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulculuğu azamî ölçüde sınırlandıran, otoriter ve bürokratik-vesâyetçi bir millî (ulusal) devlet olarak tasavvurunun zirve noktasını belirleyen 1982 Anayasası’nın yeni, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik bir anayasa ile değiştirilmesi ihtiyacı, 2007-2008 tecrübesinden bugüne siyasî partiler ve toplumsal örgütler tarafından süreç içinde neredeyse tam bir mutabakat ile dile getirilmiştir. Bununla birlikte, bu yeni anayasanın nasıl bir anayasa olacağı ile ilgili, temel anlayış, devlet örgütlenmesi ve haklar ve özgürlükler konularında herhangi bir esaslı uzlaşmaya varılabilmiş değildir.

Türkiye siyasetinin 2002 Kasımından beri en güçlü aktörü olan AK Parti’nin yeni anayasa konusundaki yaklaşımı, kâgıt üzerinde dâvetkâr olmakla birlikte, 2008’de ve 2010’da yeni anayasa yapmaktansa kısmî anayasa değişikliklerine yönelme biçiminde ortaya koyduğu pratik problemlidir. Problemin nedeni de AK Parti’nin örneğin tek başına ve referandum yoluyla anayasa değişikliği yapmaya yöneldiği 2010’da bile yeni anayasa ihtiyacının kaynağı olan Kürt sorunu başta olmak üzere temel hiçbir soruna doğrudan değinen bir esaslı değişiklik önerisi getirmemiş olmasıdır. Benzer bir biçimde, bugün de Komisyon çalışmaları devam ederken “başkanlık sistemi önerisi”ni gündeme getirmiş ve gündemde tutmaya devam etmektedir. Oysa Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacının esas kaynakları başkanlık sistemi önerisinin gerekçesinde sunulan hükûmet istikrarı gibi konulardan çok daha başka ve özlü konularla ilgilidir. AK Parti’nin bu yaklaşımı, muhalif siyasî aktörlerde iktidar partisinin yeni anayasa konusunu kendi iktidarını devam ettirmenin bir aracı gibi görmekte olduğu kanaatinin güçlenmesine neden olmaktadır.

Buna karşılık, CHP ve MHP’nin yeni anayasa ile ilgili olarak ortaya koydukları kırmızı çizgiler diye tâbir edilen sınırlar esas itibariyle yeni anayasa ihtiyacını doğuran Kürt sorununu (özellikle vatandaşlık, anadil ve yerel demokratik özerklik boyutlarında) çözümsüz bırakan ve otoriter laiklik anlayış ve uygulamalarını destekleyen özellikler taşımaktadır. Kürt sorununun siyasî alandaki temsilcisi sayabileceğimiz BDP’nin yaklaşımı ise Kürt sorununun çözümü için gereken değindiğim demokratikleşme taleplerinin Türkiye toplumuna yönelik genel demokratikleştirici etkisi de hesaba katıldığında, demokratikleşme taleplerinin gerektirdiği ölçüde esnek ve olumlu bir yaklaşım olarak görünmektedir.

Görülebileceği gibi, yeni anayasa ihtiyacının esas kaynaklarına yönelme bakımından AK Parti kanadında muhafazakârlığın getirdiği sınırlılıklara eklenen bir isteksizlik, CHP ve MHP kanadında ise homojen ve üniter Türk millî (ulusal) devletine bağlılık içeren “kırmızı çizgiler” ile BDP’nin temsil ettiği Kürt sorununun çözümü için yapılması gerekenler arasında derin bir uyumsuzluk devam etmektedir. Bugünden yarına bu uyumsuzluğun uzlaşmaya dönmesi neredeyse imkânsız görünmektedir. Bununla birlikte pratik siyasetin gerekleri, 2014-2015 yıllarındaki üç seçim bağlamında, özellikle Kürt sorunu temelinde yaşadığımız barış ve çözüm sürecinin gelişebilmesi için yeni anayasa olmasa bile demokratikleşme yönünde beklenmedik sürprizler de yaratabilir.

Levent Köker




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder