11 Aralık 2013 Çarşamba

“Cumhuriyet’i Koruma” Probleminden Kurtulmak



Anayasa Mahkemesi’nin “askere sivil yargı yolunu açan” yasayı oybirliğiyle iptal etmesi, iki önemli konunun tartışılmakta olduğu bir âna tesâdüf etti. Konulardan biri, ma’lûm, bir süredir ortaya dökülmekte olan muhtelif darbe teşebbüsü iddialarının şimdilik sonuncusu olan “Balyoz”, diğeri ise referandum yoluyla yapılması düşünülen bir anayasa değişikliği. Bu üç konuda hemen işaret edilmesi gereken bir iki nokta göze çarpıyor. Birincisi, Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararının gündeme geldiği bir sırada “Balyoz” iddialarının ortaya atılmasındaki zamanlama. Özellikle Genelkurmay sözcülerinin bu zamanlamayı manidâr bulmaları, sanki “Balyoz” iddialarının Anayasa Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemenin iptâline yönelik bir karar açıklamasını engellemeye yönelik olduğunu düşündürtüyor. Oysa, Balyoz da dâhil, tüm darbe teşebbüsü iddialarıyla ilgili sorun, bu iddiaların zamanlaması, maksadı, iddialarına dayanak oluşturan bilgi ve belgelerin nasıl basına sızdırıldığı ­vesâir hususlarda düğümlenmiyor. Çoğu kez söylendiği gibi, bu iddiaların gerçekliği konusundaki kararı bağımsız ve tarafsız yargı organlarına bırakmak en doğrusu. Ama, herhâlde iddiaların muhatabı olanlara da bu iddiaların gerçekliğini samimiyetle araştırdıklarını gerçekten göstermeleri gerekiyor ki, muhalefetin de, medyanın da bu noktada neredeyse ittifak noktasına gelmiş olmaları, Türkiye demokrasisinin geleceği bakımından iyimser olmamızı sağlıyor. Zâten, görüldüğü gibi, “Balyoz” haberleri, Anayasa Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemeyi iptal etmesini de engelleyememiştir.
Burada dikkât çekici olan bir diğer nokta, kanımca, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı da oybirliği ile vermiş olmasıdır. “Bu kararı da” diyorum zirâ Anayasa Mahkemesi, Türkiye demokrasisini yakından etkileyecek son iki önemli konuda, DTP’nin kapatılması ve sivil yargı ile ilgili düzenlemenin iptali, “oybirliği” ile karar vermiş bulunuyor. Bu durum gerçekten ilgi çekicidir. Zirâ, örneğin DTP kararına kadarki parti kapatma sicili AİHM nezdinde hiç de parlak olmayan Mahkeme, örneğin çok yakın geçmişte HAK-PAR konusunda, AİHS’ni de gözönüne alarak, 6-5 bir bölünme yaşamışken, DTP kararında oybirliği sağlayabilmiştir. Kezâ şimdi, askerî yargının alanını daraltan düzenlemeyi iptâl ederken de oybirliği sağlanmış olması, kanımca düşündürücüdür. Parti kapatma ve iptal davaları arasındaki farkı ihmâl edebileceğimizi düşünerek, şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Bu iki kararda da oybirliği kendiliğinden oluşmuştur çünkü hem DTP konusunda ve hem de askerî yargı alanının daraltılması konusunda çok net, tartışma götürmeyecek kadar açık anayasa ihlâlleri vardır. Acaba hâl gerçekten böyle midir? Örneğin, kapatma kararınının gerekçesini tartışmasak bile, DTP’nin fiilleri, bütün üyeler nezdinde, kapatma yerine meselâ hazine yardımından yoksun bırakılması hiç düşündürtmeyecek kadar ağır fiiller olarak mı anlaşılmıştır? Aynı biçimde, “askere sivil yargı yolunu açması”nın yanında, “sivillerin askeri yargıda yargılanmalarının önünü kapatan” bir değişiklik olarak da düşünülebilecek olan düzenleme, gerçekten Anayasa’ya ve Anayasa’nın içinde varolan insan hak ve özgürlükleri ile ilgili hukuk ilkelerine apaçık bir biçimde aykırı mıdır? Yoksa, aslında Mahkeme, bu “oybirliği”ne, yine kendiliğinden ve fakat kuruluşundan itibâren ortaya koymuş bulunduğu bir vesayetçi konumun bilinci içinde mi erişmiştir?
Bu soruyu sormamız gerekiyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi, 2007’den bu yana verdiği pek çok kritik kararla, doğrudan siyasî süreci etkileyen ve bu etkisi de maalesef temel hak ve hürriyetler düzeninin genişletilmesi, demokrasi standardlarının yükseltilmesi gibi neticeler yaratmayan bir aktör olarak davranmış oluyor. Biraz daha açık bir ifâdeyle belirtmek gerekirse Mahkeme, Cumhuriyet’in kurulu nizamını korumaya öncelik veriyor. Cumhuriyet’in kurulu düzeninin hak ve özgürlüklerle uyuşmakta zorlandığı veya düpedüz çelişebildiği konularda da, Cumhuriyet’i koruma problemini öne çıkaran Mahkeme, sonuçta çağdaş demokrasi ölçüleriyle uyumlu olmayan bur düzenin bekçiliğini yapıyormuş gibi görünüyor.
İlginç olan, coğu kez zannedilebileceği gibi, Anayasa Mahkemesi’nin bu tutumunun yeni bir şey olmadığı, esasen Mahkeme’nin kuruluşundan ve Türkiye’nin sosyo-politik yapısal özellikleriyle ilgili yerleşik bir tavır biçiminde karşımıza çıktığıdır. Anayasa Mahkemesi hakkında yapılan bir “hukuk sosyolojisi” araştırması, Mahkeme’nin “1962 yılındaki kuruluşundan 1999’a kadar geçen sürede önüne getirilen düzenlemelerin yarısından fazlasını iptal ederek, kendisini siyaset yapma sürecinde önemli bir taraf ve hesaba katılması gereken merkezî bir güç olarak kurumsallaştırdığı”nı gösteriyor. Bu araştırmaya göre Mahkeme, zaman zaman, kendi yetki sınırlarını zorlayan ve hattâ aşan, “yaratıcı kararlar” veriyor. Bu “yaratıcı kararlar” arasında, hak ve özgürlükleri geliştirici olanlara pek sık rastlanmıyor. Çünkü, Türkiye toplumunda varolan “sosyopolitik ittifaklar” Mahkeme’nin içtihatlarında etkili oluyor. Mahkeme’yi kuran 1961 Anayasası’yla birlikte “askerî ve sivil bürokrasi, CHP, aydınlar (universiteler, meslek örgütleri, basın) ve üniversite öğrencileri”nin oluşturduğu “Cumhuriyetçi ittifak” ile parlamentoda oluşan demokratik çoğunluk arasındaki kritik siyâsî çekişme konularında Mahkeme, Cumhuriyet’i koruma problemini öne çıkaran kararlara daha fazla ağırlık veriyor. Daha doğrusu, “Cumhuriyetçi ittifak”ın sağlam ve güven içinde bulunduğu ânlarda Mahkeme hak ve özgürlükleri geliştiren “yaratıcı kararlar” verebiliyorken, bu ittifakın sarsıldığı, dolayısıyla “Cumhuriyet’i koruma” probleminin öne çıktığının düşünüldüğü durumlarda, hak ve özgürlükleri geliştirme sorununu geri plana iten kararlar üretiyor.*
Ceren Belge’nin çalışması, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’nin siyasî-hukukî sistemi içindeki yerini ve rolünü ele alan pek çok akademik çalışmanın vardığı sonuçlarla da uyuşmaktadır. Örneğin, Belge’den neredeyse 40 yıl önce (1968 târihli Anayasaya Giriş adlı önemli eserinde), 1961 Anayasası’nın “çoğunluk korkusu” ile belirlenen bir genel yaklaşıma sahip olduğunu izah eden Mümtaz Soysal da, halkın seçtiği çounluklara karşı, askerî ve sivil bürokrasinin kendi gücünü sistemin içine yerleştiren mekanizmalar getirdiğini belirtmektedir. 1982 Anayasası, bu mekanizmalardan parlamento içinde yer alan Cumhuriyet Senatosu’na son vermiş, Anayasa Mahkemesi’nin özellikle anayasa değişiklikleri bağlamındaki yetkilerini daha da daraltmış, buna karşılık Kenan Evren’in askerî bürokratik kişiliğine göre ve muhtemelen sonraki cumhurbaşkanlarının da böyle olacağı düşüncesiyle güçlü bir Cumhurbaşkanı yaratmıştı. Anayasa Mahkemesi, yetki alanlarına getirilen kısıtlamaları, yine Belge’nin yukarıda belirttiğim çalışmasının da gösterdiği gibi, yer yer aşabilmiş, Türkiye’nin siyasî sistemi içinde, “Cumhuriyetçi ittifak”tan destek alan bağımsız ve güçlü bir aktör olma konumunu ilerleterek, siyasî sürece “Cumhuriyet’i koruma problemi” uyarınca müdahale edici nitelikte kararlar üretmeye devam etmiştir.
Öyle görünüyor ki, Türkiye demokrasisinin en temel sorunlarından, Anayasa Mahkemesi kararlarına neredeyse elli yıldır hâkim olan “Cumhuriyeti koruma prolemi”nden kurtulmaktır. Bu problem, Cumhuriyet’in gerçek sâhiplerinin bütün vatandaşlar olduğu anlayışına dayalı demokratik bir siyâset inşâ edilmeksizin aşılamaz. Böyle bir inşâ için de yeni bir Anayasa ve dolayısıyla yeni bir Anayasa Mahkemesi elzemdir.

LEVENT KÖKER


* Ceren Belge, “Friends of the Court: The Republican Alliance and selective Activism of the Constitutional Court of Turkey,” Law and society Review, 40(3), 2006, s. 653-692.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder