Anayasa Mahkemesi’nin “askere sivil yargı yolunu açan”
yasayı oybirliğiyle iptal etmesi, iki önemli konunun tartışılmakta olduğu bir
âna tesâdüf etti. Konulardan biri, ma’lûm, bir süredir ortaya dökülmekte olan muhtelif
darbe teşebbüsü iddialarının şimdilik sonuncusu olan “Balyoz”, diğeri ise
referandum yoluyla yapılması düşünülen bir anayasa değişikliği. Bu üç konuda
hemen işaret edilmesi gereken bir iki nokta göze çarpıyor. Birincisi, Anayasa
Mahkemesi’nin anılan kararının gündeme geldiği bir sırada “Balyoz” iddialarının
ortaya atılmasındaki zamanlama. Özellikle Genelkurmay sözcülerinin bu
zamanlamayı manidâr bulmaları, sanki “Balyoz” iddialarının Anayasa
Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemenin iptâline yönelik bir
karar açıklamasını engellemeye yönelik olduğunu düşündürtüyor. Oysa, Balyoz da
dâhil, tüm darbe teşebbüsü iddialarıyla ilgili sorun, bu iddiaların
zamanlaması, maksadı, iddialarına dayanak oluşturan bilgi ve belgelerin nasıl
basına sızdırıldığı vesâir hususlarda düğümlenmiyor. Çoğu kez söylendiği gibi,
bu iddiaların gerçekliği konusundaki kararı bağımsız ve tarafsız yargı
organlarına bırakmak en doğrusu. Ama, herhâlde iddiaların muhatabı olanlara da
bu iddiaların gerçekliğini samimiyetle araştırdıklarını gerçekten göstermeleri
gerekiyor ki, muhalefetin de, medyanın da bu noktada neredeyse ittifak
noktasına gelmiş olmaları, Türkiye demokrasisinin geleceği bakımından iyimser
olmamızı sağlıyor. Zâten, görüldüğü gibi, “Balyoz” haberleri, Anayasa
Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemeyi iptal etmesini de
engelleyememiştir.
Burada dikkât çekici olan bir diğer nokta, kanımca, Anayasa
Mahkemesi’nin bu kararı da oybirliği ile vermiş olmasıdır. “Bu kararı da”
diyorum zirâ Anayasa Mahkemesi, Türkiye demokrasisini yakından etkileyecek son
iki önemli konuda, DTP’nin kapatılması ve sivil yargı ile ilgili düzenlemenin
iptali, “oybirliği” ile karar vermiş bulunuyor. Bu durum gerçekten ilgi
çekicidir. Zirâ, örneğin DTP kararına kadarki parti kapatma sicili AİHM
nezdinde hiç de parlak olmayan Mahkeme, örneğin çok yakın geçmişte HAK-PAR
konusunda, AİHS’ni de gözönüne alarak, 6-5 bir bölünme yaşamışken, DTP
kararında oybirliği sağlayabilmiştir. Kezâ şimdi, askerî yargının alanını
daraltan düzenlemeyi iptâl ederken de oybirliği sağlanmış olması, kanımca
düşündürücüdür. Parti kapatma ve iptal davaları arasındaki farkı ihmâl
edebileceğimizi düşünerek, şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Bu iki kararda
da oybirliği kendiliğinden oluşmuştur çünkü hem DTP konusunda ve hem de askerî
yargı alanının daraltılması konusunda çok net, tartışma götürmeyecek kadar açık
anayasa ihlâlleri vardır. Acaba hâl gerçekten böyle midir? Örneğin, kapatma
kararınının gerekçesini tartışmasak bile, DTP’nin fiilleri, bütün üyeler
nezdinde, kapatma yerine meselâ hazine yardımından yoksun bırakılması hiç
düşündürtmeyecek kadar ağır fiiller olarak mı anlaşılmıştır? Aynı biçimde,
“askere sivil yargı yolunu açması”nın yanında, “sivillerin askeri yargıda
yargılanmalarının önünü kapatan” bir değişiklik olarak da düşünülebilecek olan
düzenleme, gerçekten Anayasa’ya ve Anayasa’nın içinde varolan insan hak ve
özgürlükleri ile ilgili hukuk ilkelerine apaçık bir biçimde aykırı mıdır?
Yoksa, aslında Mahkeme, bu “oybirliği”ne, yine kendiliğinden ve fakat
kuruluşundan itibâren ortaya koymuş bulunduğu bir vesayetçi konumun bilinci
içinde mi erişmiştir?
Bu soruyu sormamız gerekiyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi,
2007’den bu yana verdiği pek çok kritik kararla, doğrudan siyasî süreci
etkileyen ve bu etkisi de maalesef temel hak ve hürriyetler düzeninin
genişletilmesi, demokrasi standardlarının yükseltilmesi gibi neticeler
yaratmayan bir aktör olarak davranmış oluyor. Biraz daha açık bir ifâdeyle
belirtmek gerekirse Mahkeme, Cumhuriyet’in kurulu nizamını korumaya öncelik
veriyor. Cumhuriyet’in kurulu düzeninin hak ve özgürlüklerle uyuşmakta
zorlandığı veya düpedüz çelişebildiği konularda da, Cumhuriyet’i koruma
problemini öne çıkaran Mahkeme, sonuçta çağdaş demokrasi ölçüleriyle uyumlu
olmayan bur düzenin bekçiliğini yapıyormuş gibi görünüyor.
İlginç olan, coğu kez zannedilebileceği gibi, Anayasa
Mahkemesi’nin bu tutumunun yeni bir şey olmadığı, esasen Mahkeme’nin
kuruluşundan ve Türkiye’nin sosyo-politik yapısal özellikleriyle ilgili
yerleşik bir tavır biçiminde karşımıza çıktığıdır. Anayasa Mahkemesi hakkında
yapılan bir “hukuk sosyolojisi” araştırması, Mahkeme’nin “1962 yılındaki
kuruluşundan 1999’a kadar geçen sürede önüne getirilen düzenlemelerin
yarısından fazlasını iptal ederek, kendisini siyaset yapma sürecinde önemli bir
taraf ve hesaba katılması gereken merkezî bir güç olarak kurumsallaştırdığı”nı
gösteriyor. Bu araştırmaya göre Mahkeme, zaman zaman, kendi yetki sınırlarını
zorlayan ve hattâ aşan, “yaratıcı kararlar” veriyor. Bu “yaratıcı kararlar”
arasında, hak ve özgürlükleri geliştirici olanlara pek sık rastlanmıyor. Çünkü,
Türkiye toplumunda varolan “sosyopolitik ittifaklar” Mahkeme’nin içtihatlarında
etkili oluyor. Mahkeme’yi kuran 1961 Anayasası’yla birlikte “askerî ve sivil
bürokrasi, CHP, aydınlar (universiteler, meslek örgütleri, basın) ve üniversite
öğrencileri”nin oluşturduğu “Cumhuriyetçi ittifak” ile parlamentoda oluşan
demokratik çoğunluk arasındaki kritik siyâsî çekişme konularında Mahkeme,
Cumhuriyet’i koruma problemini öne çıkaran kararlara daha fazla ağırlık
veriyor. Daha doğrusu, “Cumhuriyetçi ittifak”ın sağlam ve güven içinde
bulunduğu ânlarda Mahkeme hak ve özgürlükleri geliştiren “yaratıcı kararlar”
verebiliyorken, bu ittifakın sarsıldığı, dolayısıyla “Cumhuriyet’i koruma” probleminin
öne çıktığının düşünüldüğü durumlarda, hak ve özgürlükleri geliştirme sorununu
geri plana iten kararlar üretiyor.*
Ceren Belge’nin çalışması, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’nin
siyasî-hukukî sistemi içindeki yerini ve rolünü ele alan pek çok akademik
çalışmanın vardığı sonuçlarla da uyuşmaktadır. Örneğin, Belge’den neredeyse 40
yıl önce (1968 târihli Anayasaya Giriş
adlı önemli eserinde), 1961 Anayasası’nın “çoğunluk korkusu” ile belirlenen bir
genel yaklaşıma sahip olduğunu izah eden Mümtaz Soysal da, halkın seçtiği
çounluklara karşı, askerî ve sivil bürokrasinin kendi gücünü sistemin içine
yerleştiren mekanizmalar getirdiğini belirtmektedir. 1982 Anayasası, bu
mekanizmalardan parlamento içinde yer alan Cumhuriyet Senatosu’na son vermiş,
Anayasa Mahkemesi’nin özellikle anayasa değişiklikleri bağlamındaki yetkilerini
daha da daraltmış, buna karşılık Kenan Evren’in askerî bürokratik kişiliğine
göre ve muhtemelen sonraki cumhurbaşkanlarının da böyle olacağı düşüncesiyle
güçlü bir Cumhurbaşkanı yaratmıştı. Anayasa Mahkemesi, yetki alanlarına
getirilen kısıtlamaları, yine Belge’nin yukarıda belirttiğim çalışmasının da
gösterdiği gibi, yer yer aşabilmiş, Türkiye’nin siyasî sistemi içinde,
“Cumhuriyetçi ittifak”tan destek alan bağımsız ve güçlü bir aktör olma konumunu
ilerleterek, siyasî sürece “Cumhuriyet’i koruma problemi” uyarınca müdahale
edici nitelikte kararlar üretmeye devam etmiştir.
Öyle görünüyor ki, Türkiye demokrasisinin en temel
sorunlarından, Anayasa Mahkemesi kararlarına neredeyse elli yıldır hâkim olan
“Cumhuriyeti koruma prolemi”nden kurtulmaktır. Bu problem, Cumhuriyet’in gerçek
sâhiplerinin bütün vatandaşlar olduğu anlayışına dayalı demokratik bir siyâset
inşâ edilmeksizin aşılamaz. Böyle bir inşâ için de yeni bir Anayasa ve
dolayısıyla yeni bir Anayasa Mahkemesi elzemdir.
LEVENT KÖKER
* Ceren Belge, “Friends of the Court: The
Republican Alliance and selective Activism of the Constitutional Court of
Turkey,” Law and society Review,
40(3), 2006, s. 653-692.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder