Türkiye, uzun bir süredir çağdaş dünyanın en ileri
standardlarına uygun bir demokrasi anlayışını, bu anlayışın gerisindeki temel
değerlerle uyumlu bir biçimde yerleştirmeye çalışıyor. Demokrasinin temel
değerleri olan eşitlik, özgürlük ve katılımcılığın, geride bıraktığımız 19. ve
20. yüzyıllarda, homojen (türdeş) bir bütünlük olarak kavranan ulus-devlet
formatına göre oluştuğu bir vakıadır. Ancak, ulus-devlet formatına göre oluşmuş
ve artık “geri kalmış” diye nitelememiz gereken “eski demokrasi”nin günümüzde
aşıldığı, bir ulusun hukuk önünde eşit özgürlüklere sâhip birey-yurttaşlardan
oluşan siyasî topluluk olarak anlaşılmasının ötesine geçildiği de bir vakıadır.
Günümüzün ileri demokrasi standardları, eski demokrasinin bireysel hak ve
özgürlükler düzeninde gerçekleştirdiği kazanımları ulus-üstü ve ulus-altı (daha
doğrusu ulus-devlet içi) oluşumlar bağlamında yeniden inşâ etmeye yöneliktir.
Bu yeniden inşâ, hak ve özgürlüklerin sâdece hukuk önünde eşit kabûl edilen
bireylere hasredilmesinin ötesine geçilerek, dil, din ve inanç, toplumsal
cinsiyet (gender) gibi referanslar temelinde birbirlerinden ayrışan toplumsal
gruplara, bu grupların farklı kimliklerine, bu kimliklerin pratik ifâdesi olan
“hayat tarzları”na da teşmil edilmesi gerektiğini esas almaktadır. Geçen
yazımda, bu aşılmayı eleştirel bir biçimde analiz eden Alman filozof Jürgen
Habermas’a atfen belirttiğim üzere, bu “farklılıkları ciddiye alma” anlamına
gelecek olan yeni ve ileri demokrasi standardlarının sorunsuz olmadığı da
açıktır. Bu bağlamda, ulus-devlet formatına göre oluşmuş “eski demokrasi”yi
mümkün ve kabûl edilebilir tek demokrasi tipi olarak gören anlayışların çözüm
kapasitelerini aşan, yeni (ulus-ötesi/ulus-üstü) fikrî zeminlere dayanması
gereken çözümler gerektiren bir dizi sorun bulunmaktadır. Türkiye de, özellikle
Avrupa bağlamındaki “çokkültürlülük” tartışmaları içinde, kendisini
soyutlayamadığı bir süreçte
farkına vardığı “farklılıkların siyasî gerçekliğini tanıma” konusunda, bu
sorunlarla yüzleşmektedir.
Sorunlardan ilki, Habermas’ın ifâdesiyle, bir kültürel
grubun diğer gruplarla eşit muamele görme talebiyle ilgilidir. Ulus-devlet içi
demokrasinin bireylere tanıdığı “eşit özgürlük” anlayışının bir bakıma “farklı
kültürel kimlik grupları”na yaygınlaştırılması demek olan bu talep, Türkiye
bağlamında, en belirgin olarak Kürt sorunu, Alevi sorunu ve gayrimüslim
azınlıklarla ilgili konularda ortaya çıkmaktadır. 1980 askerî darbesinin
yarattığı baskıcı kurumsal yapı içinde farklılıkların kamusal ifâdesine
getirilen yasaklamalar, hatırlanacağı üzere, Kürtçe’yi kapsamakta ve buradan
gidilerek Kürt kimliğinin inkârına varmaktaydı. Kürt sorunun yakın dönemdeki en
temel kaynaklarından biri olan bu yasakçı/inkârcı devlet pratiği, yine
hatırlayalım, 1990’larda “Kürt realitesini tanıyacağız” ve “herkes birinci
sınıf vatandaş olacak” türü siyasî söylemlere kaynak teşkil etmişti. Kürtçe
üzerindeki yasak merhum Özal zamanında kısmen kaldırılmış ve 2005 yılında
çıkarılan bir yasayla Kürtçe’nin öğretilmesi serbestleştirilmişti. Bununla
birlikte, 12 Eylül 1980 darbesinin baskıcı mirasının tasfiyesine yönelik bu
önemli ve olumlu adımları pekiştiren TRT Şeş gibi reformcu uygulamalar, her
şeye rağmen, çağdaş demokrasinin farklılıklara eşit saygıyı gerektiren
çokkültürlülük anlayışına tam olarak cevap verememiştir. Bunun en iyi örneği,
hâlâ bazı devlet organlarının Kürtçe’den “bilinmeyen/anlaşılmayan bir dil” diye
sözetme “arkaikliğini” göstermelerini paranteze alarak söylersek, “anadil-resmî
dil” konusudur. Kürtçe’yi serbest bırakan yasanın adında yer alan ve çağdaş
Türkiye’de farklılıkların eşit saygı görmesi gerektiği ilkesini “ulus-devlet”
formatına göre çarpıtan bir anlayışı sergileyen ifâde, “Kürtçe”nin Türk
vatandaşları tarafından kullanılan “farklı dil” diye anlaşılmasıdır. Bu
anlayışın aşılması ve devletin dilinin “resmî dil”, vatandaşın (birey-yurttaş
olarak insanın) dilinin ise “anadil” ve “yabancı dil” gibi nitelemeleri tâbi
kılınabileceği gerçeğinin artık yerleşmesi gerekmektedir. Bunun için de, sadece
Kürtçe’nin öğretilmesi değil, anadilde eğitimin bir temel hak olarak kabûlü ve
bunun da ötesinde, zorunlu temel eğitimin devlet tarafından ve parasız yerine
getirilmesi gerektiğinden, anadilde eğitimin Türkçe dışındaki dilleri de
kapsayacak biçimde, yeni bir kamusal eğitim politikası formülüyle hayata
geçirilmesi şarttır. Bu şart, “millî eğitim” sisteminin bugünkü
merkezîyetçiliğinden arındırılarak, farklılıklara eşit saygı anlayışını hayata geçirmeyi
mümkün kılan bir yerinden yönetim anlayışıyla yeniden yapılandırılmasını da
herhâlde içermektedir. Bunların yapılmaması hâlinde, Kürt sorununun temelinde
yatan (ve bu sorunun kaynaklık ettiği şiddet ortamını da maalesef besleyen),
Kürt kimliğinin inkârı üzerinden yaşanan olumsuzluklar devam edecektir. Üstelik
bugün Kürt kimliğinin açıkça inkârından bahsedemeyeceğimize göre, durum daha da
âcildir. Zirâ, artık hem Kürtçe öğretmek/öğrenmek serbesttir, hem TRT Şeş
vardır, hem Türkiye’de devlet adamları/politikacılar kamusal alanda Kürtçe
konuşmalar yapmaktadırlar ama “anadilde eğitim” yasaktır. Bu çelişki, Kürtçe
konuşan Türkiye vatandaşlarının, örneğin “anadilde eğitim” hakları Lozan gibi
bir uluslararası andlaşma gereği varolan diğer gruplar karşısındaki “eşitsiz”
konumlanıştan kaynaklanan “bastırılmışlık” hisisiyatıyla davranmalarına haklı
bir dayanak oluşturmaktadır.
Benzer bir durum Alevi sorununun boyutlarını meydana getiren
Cem Evleri, zorunlu din dersleri ve nüfus kâğıdındaki din hânesi ile ilgili
taleplerde karşımıza çıkmaktadır. Burada özellikle Cem Evlerinin ibâdet yeri
sayılmasıyla ilgili talepler, farklı kültürel grupların eşit muamele görmesi
gerektiği ilkesine bağlı olarak dikkâte değer bir önem taşımaktadır. Bu önem
birkaç noktada kendisini ortaya koymaktadır. Bunlardan ilki, Türkiye’nin benim
bu yazının bütünü içinde “eski demokrasi” diye adlandırmak istediğim bir döneme
âit olan Lozan antlaşmasındaki formülasyonun bile gerisine düşen bir zihniyetle
davranmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, Lozan’ın 38. maddesi,
zannedildiği gibi sâdece “azınlıklar”ın değil, “Türkiye’de yaşayan herkes”in,
“herhangi bir mezhep, din veya inancı, kamusal veya özel olarak, icrâ etme
hakkı olduğu”nu düzenlemektedir. Bu düzenleme, çok açıktır ki, Aleviliği ve
Alevi inancının tatbikatını da kapsamaktadır. Buraya kadar belki bir sorun
yoktur. Fakat, Alevilerin Cem Evlerinin ibâdet yeri olarak kabûl edilmesi
gerektiği yönündeki talepleri, kamu kaynaklarının kendi inanç pratiklerini
kapsamamasından kaynaklanmaktadır. Bu taleplerin, “Alevilik ayrı bir inanç
olmadığı için Cem Evleri de ibadet yeri sayılamaz” denilerek reddedilmesi,
kültürel kimlik farklılıklarının eşit muamele görmesi gerektiği ilkesine açık
bir aykırılıktır. Herhalde hiçbir kişi veya kurumun, özellikle de devlet
yetkisi kullanan kişi ve kurumların, insanların din ve inançlarıyla ilgili
değerlendirme yaparak ibâdetin ve ibâdet yerlerinin ne olduğu konusunda
niteleme ve dolayısıyla kamu gücünün ve kaynaklarının kullanımı ile ilgili
yargılar ortaya koyma yetkisi olmamalıdır. Böyle bir yetkinin varlığı, “eski
demokrasi”nin en sağlam temellerinden olan din ve inanç hürriyeti ile de, yeni
demokrasinin bu temel üzerine kurulu “farklılıklara eşit saygı” ilkesiyle de
bağdaşmaz. Alevi sorunun bu önemli boyutunda, Alevi grupların, kısmen de olsa,
kendilerini Sünni mezheplere mensup Türkiye vatandaşları karşısında,
ayrımcılığa maruz bırakıldıklarını düşünmeleri meşrû bir zemin bulmaktadır.
Benzer zeminler, zorunlu din dersleri ve nüfus cüzdanındaki din hanesi gibi
uygulamalarda da oluşturulmuştur ve son yıllardaki reform çabaları, “kültürel
farklılıklara eşit saygı” bağlamında yeterli bir netîce verebilmiş değildir.
Türkiye, vatandaşları arasında, etnik köken, bunun en önemli
işareti olan “ana dil”, dinî inanç, vicdanî kanaat ve benzeri mensubiyetler
temelinde ortaya çıkan farklılıkları tanımak ve bunlara “eşit muamele
edildiği”ni gösteren pratikleri geliştirmek zorundadır. Bu zorunluluğun gereği
yapıldığında, bir başka sorun da ortaya çıkabilir ki, bu da farklı kimlik
gruplarına “eşit muamele” edilmesi yönünde tanınan hakların, (etnik ve dinî
bakımdan) çoğunluk tarafından birer “imtiyaz” gibi anlaşılmasıdır. Gayri müslim
azınlıkların maruz kaldıkları ayrımcılığın gerisinde varolan bu anlayışın şimdi
Kürt sorunu ve Alevi talepleri bağlamında da ortaya çıkıp yeni ayrımcılıklara
vesîle oluşturmamasını sağlamak, çokkültürlü yeni demokrasimizin de esaslı ama
uygun siyasî tavır alışlarla çözümü mümkün zihniyet mes’elelerinden biridir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder