11 Aralık 2013 Çarşamba

Çokkültürlü Demokrasinin Sorunları ve Yapılması Gerekenler



Türkiye, uzun bir süredir çağdaş dünyanın en ileri standardlarına uygun bir demokrasi anlayışını, bu anlayışın gerisindeki temel değerlerle uyumlu bir biçimde yerleştirmeye çalışıyor. Demokrasinin temel değerleri olan eşitlik, özgürlük ve katılımcılığın, geride bıraktığımız 19. ve 20. yüzyıllarda, homojen (türdeş) bir bütünlük olarak kavranan ulus-devlet formatına göre oluştuğu bir vakıadır. Ancak, ulus-devlet formatına göre oluşmuş ve artık “geri kalmış” diye nitelememiz gereken “eski demokrasi”nin günümüzde aşıldığı, bir ulusun hukuk önünde eşit özgürlüklere sâhip birey-yurttaşlardan oluşan siyasî topluluk olarak anlaşılmasının ötesine geçildiği de bir vakıadır. Günümüzün ileri demokrasi standardları, eski demokrasinin bireysel hak ve özgürlükler düzeninde gerçekleştirdiği kazanımları ulus-üstü ve ulus-altı (daha doğrusu ulus-devlet içi) oluşumlar bağlamında yeniden inşâ etmeye yöneliktir. Bu yeniden inşâ, hak ve özgürlüklerin sâdece hukuk önünde eşit kabûl edilen bireylere hasredilmesinin ötesine geçilerek, dil, din ve inanç, toplumsal cinsiyet (gender) gibi referanslar temelinde birbirlerinden ayrışan toplumsal gruplara, bu grupların farklı kimliklerine, bu kimliklerin pratik ifâdesi olan “hayat tarzları”na da teşmil edilmesi gerektiğini esas almaktadır. Geçen yazımda, bu aşılmayı eleştirel bir biçimde analiz eden Alman filozof Jürgen Habermas’a atfen belirttiğim üzere, bu “farklılıkları ciddiye alma” anlamına gelecek olan yeni ve ileri demokrasi standardlarının sorunsuz olmadığı da açıktır. Bu bağlamda, ulus-devlet formatına göre oluşmuş “eski demokrasi”yi mümkün ve kabûl edilebilir tek demokrasi tipi olarak gören anlayışların çözüm kapasitelerini aşan, yeni (ulus-ötesi/ulus-üstü) fikrî zeminlere dayanması gereken çözümler gerektiren bir dizi sorun bulunmaktadır. Türkiye de, özellikle Avrupa bağlamındaki “çokkültürlülük” tartışmaları içinde, kendisini soyutlayamadığı bir  süreçte farkına vardığı “farklılıkların siyasî gerçekliğini tanıma” konusunda, bu sorunlarla yüzleşmektedir.
Sorunlardan ilki, Habermas’ın ifâdesiyle, bir kültürel grubun diğer gruplarla eşit muamele görme talebiyle ilgilidir. Ulus-devlet içi demokrasinin bireylere tanıdığı “eşit özgürlük” anlayışının bir bakıma “farklı kültürel kimlik grupları”na yaygınlaştırılması demek olan bu talep, Türkiye bağlamında, en belirgin olarak Kürt sorunu, Alevi sorunu ve gayrimüslim azınlıklarla ilgili konularda ortaya çıkmaktadır. 1980 askerî darbesinin yarattığı baskıcı kurumsal yapı içinde farklılıkların kamusal ifâdesine getirilen yasaklamalar, hatırlanacağı üzere, Kürtçe’yi kapsamakta ve buradan gidilerek Kürt kimliğinin inkârına varmaktaydı. Kürt sorunun yakın dönemdeki en temel kaynaklarından biri olan bu yasakçı/inkârcı devlet pratiği, yine hatırlayalım, 1990’larda “Kürt realitesini tanıyacağız” ve “herkes birinci sınıf vatandaş olacak” türü siyasî söylemlere kaynak teşkil etmişti. Kürtçe üzerindeki yasak merhum Özal zamanında kısmen kaldırılmış ve 2005 yılında çıkarılan bir yasayla Kürtçe’nin öğretilmesi serbestleştirilmişti. Bununla birlikte, 12 Eylül 1980 darbesinin baskıcı mirasının tasfiyesine yönelik bu önemli ve olumlu adımları pekiştiren TRT Şeş gibi reformcu uygulamalar, her şeye rağmen, çağdaş demokrasinin farklılıklara eşit saygıyı gerektiren çokkültürlülük anlayışına tam olarak cevap verememiştir. Bunun en iyi örneği, hâlâ bazı devlet organlarının Kürtçe’den “bilinmeyen/anlaşılmayan bir dil” diye sözetme “arkaikliğini” göstermelerini paranteze alarak söylersek, “anadil-resmî dil” konusudur. Kürtçe’yi serbest bırakan yasanın adında yer alan ve çağdaş Türkiye’de farklılıkların eşit saygı görmesi gerektiği ilkesini “ulus-devlet” formatına göre çarpıtan bir anlayışı sergileyen ifâde, “Kürtçe”nin Türk vatandaşları tarafından kullanılan “farklı dil” diye anlaşılmasıdır. Bu anlayışın aşılması ve devletin dilinin “resmî dil”, vatandaşın (birey-yurttaş olarak insanın) dilinin ise “anadil” ve “yabancı dil” gibi nitelemeleri tâbi kılınabileceği gerçeğinin artık yerleşmesi gerekmektedir. Bunun için de, sadece Kürtçe’nin öğretilmesi değil, anadilde eğitimin bir temel hak olarak kabûlü ve bunun da ötesinde, zorunlu temel eğitimin devlet tarafından ve parasız yerine getirilmesi gerektiğinden, anadilde eğitimin Türkçe dışındaki dilleri de kapsayacak biçimde, yeni bir kamusal eğitim politikası formülüyle hayata geçirilmesi şarttır. Bu şart, “millî eğitim” sisteminin bugünkü merkezîyetçiliğinden arındırılarak, farklılıklara eşit saygı anlayışını hayata geçirmeyi mümkün kılan bir yerinden yönetim anlayışıyla yeniden yapılandırılmasını da herhâlde içermektedir. Bunların yapılmaması hâlinde, Kürt sorununun temelinde yatan (ve bu sorunun kaynaklık ettiği şiddet ortamını da maalesef besleyen), Kürt kimliğinin inkârı üzerinden yaşanan olumsuzluklar devam edecektir. Üstelik bugün Kürt kimliğinin açıkça inkârından bahsedemeyeceğimize göre, durum daha da âcildir. Zirâ, artık hem Kürtçe öğretmek/öğrenmek serbesttir, hem TRT Şeş vardır, hem Türkiye’de devlet adamları/politikacılar kamusal alanda Kürtçe konuşmalar yapmaktadırlar ama “anadilde eğitim” yasaktır. Bu çelişki, Kürtçe konuşan Türkiye vatandaşlarının, örneğin “anadilde eğitim” hakları Lozan gibi bir uluslararası andlaşma gereği varolan diğer gruplar karşısındaki “eşitsiz” konumlanıştan kaynaklanan “bastırılmışlık” hisisiyatıyla davranmalarına haklı bir dayanak oluşturmaktadır.
Benzer bir durum Alevi sorununun boyutlarını meydana getiren Cem Evleri, zorunlu din dersleri ve nüfus kâğıdındaki din hânesi ile ilgili taleplerde karşımıza çıkmaktadır. Burada özellikle Cem Evlerinin ibâdet yeri sayılmasıyla ilgili talepler, farklı kültürel grupların eşit muamele görmesi gerektiği ilkesine bağlı olarak dikkâte değer bir önem taşımaktadır. Bu önem birkaç noktada kendisini ortaya koymaktadır. Bunlardan ilki, Türkiye’nin benim bu yazının bütünü içinde “eski demokrasi” diye adlandırmak istediğim bir döneme âit olan Lozan antlaşmasındaki formülasyonun bile gerisine düşen bir zihniyetle davranmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, Lozan’ın 38. maddesi, zannedildiği gibi sâdece “azınlıklar”ın değil, “Türkiye’de yaşayan herkes”in, “herhangi bir mezhep, din veya inancı, kamusal veya özel olarak, icrâ etme hakkı olduğu”nu düzenlemektedir. Bu düzenleme, çok açıktır ki, Aleviliği ve Alevi inancının tatbikatını da kapsamaktadır. Buraya kadar belki bir sorun yoktur. Fakat, Alevilerin Cem Evlerinin ibâdet yeri olarak kabûl edilmesi gerektiği yönündeki talepleri, kamu kaynaklarının kendi inanç pratiklerini kapsamamasından kaynaklanmaktadır. Bu taleplerin, “Alevilik ayrı bir inanç olmadığı için Cem Evleri de ibadet yeri sayılamaz” denilerek reddedilmesi, kültürel kimlik farklılıklarının eşit muamele görmesi gerektiği ilkesine açık bir aykırılıktır. Herhalde hiçbir kişi veya kurumun, özellikle de devlet yetkisi kullanan kişi ve kurumların, insanların din ve inançlarıyla ilgili değerlendirme yaparak ibâdetin ve ibâdet yerlerinin ne olduğu konusunda niteleme ve dolayısıyla kamu gücünün ve kaynaklarının kullanımı ile ilgili yargılar ortaya koyma yetkisi olmamalıdır. Böyle bir yetkinin varlığı, “eski demokrasi”nin en sağlam temellerinden olan din ve inanç hürriyeti ile de, yeni demokrasinin bu temel üzerine kurulu “farklılıklara eşit saygı” ilkesiyle de bağdaşmaz. Alevi sorunun bu önemli boyutunda, Alevi grupların, kısmen de olsa, kendilerini Sünni mezheplere mensup Türkiye vatandaşları karşısında, ayrımcılığa maruz bırakıldıklarını düşünmeleri meşrû bir zemin bulmaktadır. Benzer zeminler, zorunlu din dersleri ve nüfus cüzdanındaki din hanesi gibi uygulamalarda da oluşturulmuştur ve son yıllardaki reform çabaları, “kültürel farklılıklara eşit saygı” bağlamında yeterli bir netîce verebilmiş değildir.
Türkiye, vatandaşları arasında, etnik köken, bunun en önemli işareti olan “ana dil”, dinî inanç, vicdanî kanaat ve benzeri mensubiyetler temelinde ortaya çıkan farklılıkları tanımak ve bunlara “eşit muamele edildiği”ni gösteren pratikleri geliştirmek zorundadır. Bu zorunluluğun gereği yapıldığında, bir başka sorun da ortaya çıkabilir ki, bu da farklı kimlik gruplarına “eşit muamele” edilmesi yönünde tanınan hakların, (etnik ve dinî bakımdan) çoğunluk tarafından birer “imtiyaz” gibi anlaşılmasıdır. Gayri müslim azınlıkların maruz kaldıkları ayrımcılığın gerisinde varolan bu anlayışın şimdi Kürt sorunu ve Alevi talepleri bağlamında da ortaya çıkıp yeni ayrımcılıklara vesîle oluşturmamasını sağlamak, çokkültürlü yeni demokrasimizin de esaslı ama uygun siyasî tavır alışlarla çözümü mümkün zihniyet mes’elelerinden biridir.
Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder