Türkiye,
yirmi küsur yıldır, kapsamlı ve derinlikli bir dönüşüm içinde bulunuyor. Bu
dönüşümün bir önemli etkeni, II. Dünyâ Savaşı sonrasındaki iki kutuplu dünyâ
düzeninin ortadan kalkması ise, diğeri Avrupa Birliği’dir. 1987 yılında Avrupa
Birliği’ne tam üyelik müracaâtında bulunan Türkiye, bu târihten itibâren tam
üyelik için gereken reformları gerçekleştirmek yönünde ilerlemesini
sürdürmektedir. Özellikle 1999 yılında Türkiye’ye tam üyelik için aday ülke
statüsünün verilmesi ile birlikte, çok köklü hukukî reformlar gerçekleştirmiş
olan Türkiye, Avrupa Birliği’nin siyâsî kriterlerine uygun yeni bir demokratik
yapılanma içine girmiş bulunmaktadır.
Bu
yeni demokratik yapılanma, Avrupa Birliği’nin yaşamakta olduğu dinamik oluşum
süreci bağlamında düşünüldüğünde, Türkiye bakımından , 20. yüzyıl başlarında,
Avrupa târihi esas alınarak söylemek gerekirse, “gecikmiş” (latecomer) bir ulus-devlet olarak
kurulmuş olan Cumhuriyet’in ideolojik temellerinin de köklü bir biçimde
dönüşmesini gerektirecektir. Daha doğrudan ifâde edecek olursak, Türkiye’nin
yaşamakta olduğu dönüşüm süreci, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan
Kemalizm’in de bir anlamda aşılması sürecidir. Aşağıdaki satırların amacı, bu
süreci açıklamaktır. Buna uygun olarak, önce Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi
olan Kemalizm’in orijinal anlamı ve çelişkileri ile bu anlamın Cumhuriyet’in
demokratikleşme süreçlerindeki değişimi ortaya konulacak, bundan sonra, Türkiye
Cumhuriyeti’nin 21. yüzyıldaki demokratikleşme süreci doğrultusunda Kemalizm’in
konumu üzerinde durulacaktır.
Cumhuriyet’in
Kurucu İdeolojisi Olarak Kemalizm’in Anlamı ve Çelişkileri
Bugüne
kadar üzerinde çokça yazılıp çizildiği üzere, Kemalizm, ilk defâ Cumhuriyet
Halk Partisi’nin 1935 târihindeki programında yer almış ve bu programdaki
tanımlarıyla, CHP’nin ünlü altı okunu anlatan ilkelerin tümünü kapsayan bir
ideoloji olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda, Kemalizm’in genel anlamı bakımından
dikkât çekici olan noktalardan biri de, Kemalizm’in yalnız o ân için değil,
geleceği de kapsayan tasavvurları ifâde edecek biçimde düşünülmüş olmasıdır.
Yâni Kemalizm, 1935 programında tanımlandığı biçimiyle, Türkiye toplumunun
geleceğini de şekillendirmeyi hedefleyen bir program olarak anlaşılmıştır.[1]
Kemalizm’in
bu orijinal anlamının içeriğine baktığımızda ise, ünlü altı ok arasında
bâzılarının Cumhûriyet’in temel ideolojisinin değişmez özünü meydana getirecek
biçimde öne çıktığı görülmektedir. Bunlar, “milliyetçilik” ve “lâiklik”tir.
Dolayısıyla, Kemalizm’in orijinal anlamını kavramak için bu iki ilke üzerinde
kısaca durmak gerekmektedir.
Kemalizm’in
milliyetçilik anlayışı, birkaç noktada şöyle özetlenebilir: (1) Milliyetçilik,
siyâsî bir ilke olarak, Cumhuriyet’in millî egemenlik temeli üzerine inşâ
edildiğini kabûl eder. (2) Egemenlik, dış ilişkiler bağlamında, başka
milletlerle eşit olmayı, milletlerarası ilişkilerde diğer milletlerle uyum
içinde yürümeyi ifâde ederken, ülkenin iç siyâsî örgütlenmesinde statü
ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasıyla sağlanacak olan hukukî eşitlik
temelinde, halkın yönetimi elinde bulundurmasını anlatır. (3) Bu anlayışa göre
halk ile millet özdeştir ve ikisi de, hukukî eşitliğin de ötesinde, çatışmacı
değil dayanışmacı, homojen bir bütünlüğü anlatacak biçimde kavranır. (4) Bu
anlayış uyarınca, sınıf çatışmasına dayanan Batı demokrasilerindeki “çok
partili düzen”e karşılık, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olan Türk
milleti’nde birden fazla partiye gerek yoktur. Millî egemenlik demokrasi
demektir, demokrasi de Türkiye’de tek-partili olacaktır.[2]
Cumhuriyet’in
kurucu ideolojisi Kemalizm’in özünü oluşturan diğer ilke olarak “lâiklik” de,
aslında anlamını büyük ölçüde milliyetçilikle ilişki içinde kazanmış
bulunmaktadır. Lâiklik, yeni devletin meşrûiyet dayanağı olan millî egemenliğin
gerçekleştirilmesi bakımından hayâtî bir ilkedir. Çünkü lâiklik, (1) hukukî eşitlik
için, Osmanlı döneminde, kaynağı ve ideolojik meşrûiyeti İslâm’a bağlanan inanç
temelli çok hukukluluğu da (dolayısıyla hukuk önünde eşitsizliği de) içeren
“millet sisteminin” tasfiyesi için gereklidir ve (2) Cumhuriyet’in meşrûiyet
temeli olan “Türk milleti”nin tanımında ve dolayısıyla yeni devletin insan
unsurunun “siyâsî kimliği”nin oluşturulmasında İslâmiyet’in dışlanması
zorunludur.[3]
Kemalizm’in
diğer ilkeleri, bu ikisini bütünleyici niteliktedir. Nitekim, milliyetçiliğin
siyâsî ve hukukî anlamlarını bütünleştiren ilke halkçılık olurken,
“inkılâpçılık” da, aslında, yukarıda özetlemeye çalışılan anlamlarıyla
milliyetçilik ile lâiklik ilkelerinin hayâta geçirilmeleri için yapılan
reformları meşrûlaştırıcı ve koruyucu bir ilke olmaktadır. Sâdece konjonktür
(1929-30 Büyük Bunalım sonrası dünyâ kapitalizminin durumu) gereği benimsenen
bir ekonomik kalkınma stratejisi olarak anlaşılması hâlinde ve münhasıran bu
anlamıyla en kolay vazgeçilebilen ilke gibi görünen devletçilik, siyâsî ve
kültürel boyutlarıyla düşünüldüğünde, otoriter bir tek-parti ideolojisinin
pekiştiricisi olarak varlığını hissettirmektedir.
Şimdi,
Kemalizm’in bu orijinal anlam örüntüsü ile ilgili olarak, 1930’ların târihî
koşulları bağlamında şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
Birinci değerlendirme, Kemalizm’in
Cumhuriyet ile birlikte kurmak istediği yeni devlet ve toplum düzeni, dönemin
milletlerarası ilişkileri düzenleyen yapısına denk düştüğüdür. İyi bilinen bir
hususu tekrarlayalım: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin milletlerarası
alanda halefidir, Osmanlı Devleti de 19. yüzyıl ortalarından beri Avrupa
devletler sisteminin bir mensubudur. Yine iyi bilinen bir diğer husus: Avrupa
devletler sistemi, her biri diğerini kendisi gibi “egemen” bir özne olarak
gören birimler olarak devletler tarafından, onların egemenliklerine dayalı
olarak kurulmuş olan bir sistemdir. Ancak bu sistem, I. Dünyâ Savaşı’nın sona
ermesinden itibâren, hanedanlıkların ve imparatorlukların yerini, egemen birim
olarak ulus-devletlerin aldığı bir sistemdir. Dolayısıyla, Kemalist
milliyetçilik ilkesinin “millî egemenlik” anlayışını içeren boyutuyla,
milletlerarası ilişkiler düzeyinde, “Avrupa’nın hasta adamı”nı, diğer
ulus-devletlerle eşit düzeyde ilişki kuracak bir egemen varlık olarak tasavvur
etmekle, dönemin kabûl gören bir yeni siyâsî yapılanmayı gerçekleştirdiğini
söylemek mümkündür.
İkinci değerlendirme, bu “millî
egemenlik” ilkesinin iç siyâsetteki anlam boyutlarının çelişkilerle dolu
olduğudur.[4]
Bununla, Kemalizm’e eleştirel biçimde yaklaşılmasını dönemin koşullarını hesaba
katmadıklarından bahisle târih dışı olmakla itham ve mahkûm etmek isteyen bâzı
çağdaş Kemalistlerin ileri sürdüklerinin[5]
aksine, Kemalist tek-parti döneminin, çoğulcu demokrasiye izin verebilecekken
engel olduğunu ileri sürmüyorum. Çelişkiler, Kemalizm’in yeni Cumhuriyet’in
meşrûiyet dayanağı olarak gördüğü millî egemenliğin gerçek sâhibi olarak
tasavvur etmek istediği “millet” anlayışıyla ilgilidir. Şöyle ki: Kemalizm,
1930’lardaki formülâsyon uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti’nin insan unsurunu “Türk
milleti” olarak tanımlamakta, fakat bu tanım içinde “İslâm dini”ne yer
olamayacağını açıkça iddiâ etmektedir. Buna karşılık, 1920’lerin başlarından
itibâren ortaya atılan görüşlerde, Misak-ı Millî sınırları içinde bir bütün
olduğu kabûl edilen milletin farklı etnik unsurlardan meydana gelen bir
Müslüman topluluk olduğu ileri sürülmüştür. O kadar ki, Misak-ı Millî içinde
yer alan Türk, Kürt, Lâz, Çerkes, vs. herkesin “anâsır-ı İslâmiyye” olduğu
anlayışı, yeni devletin milletlerarası tescil belgesi olarak görülen Lozan
Andlaşması’na ve Ahali Mübadelesi’ne dahi esas oluşturmuştur.
Bu bağlamda
ikinci çelişki, bu millet tanımını pekiştirici bir işlev de görmüş olan
“lâiklik” ilkesiyle ilgilidir. Kemalizm, bir yandan “Türk milleti” tanımını
getirir, bu tanım içinden İslâm unsurunu dışlarken, diğer yandan da bu yeni
tanıma göre biçimlendirilen yeni bir siyâsî meşrûiyet zemini oluşturmak
istemiştir. Bu zemin, Osmanlı geçmişinden bir radikal bir kopuşu ifâde etmek
durumunda olduğundan, lâiklik de bu doğrultudaki uygulamaların haklılaştırıcı
ilkesi olmuştur. Ancak, Cumhuriyet lâikliği, 1923 sonrasında hızla
Müslümanlaşma yönünde homojenleşen Anadolu nüfusunun kültürel müktesebâtı ile
çatışan, en azından uyuşmayan uygulamaların da ifâdesi olmuştur. Burada en
önemli olarak şu husus belirtilmelidir ki, Kemalist lâiklik ilkesi ve
uygulamaları, Cumhuriyet’in gereksindiği yeni meşrûiyet zeminini oluştururken,
din ile devleti ayrıştırmaktan çok, dini devlet denetimi altına almıştır. Bu
denetim, hem dinin siyâsî ve kültürel hayattan dışlanması yönünde gerçekleşmiş,
hem de kurucu ideoloji olarak Kemalizm’in kendisi “din gibi” bir işlev görmeye
başlamıştır.[6]
Çok-Partili Siyâsî Hayat Sürecinde Kemalizm
Yorumları ve Demokrasi
Kemalizm’in bu
orijinal anlamı ve burada varolan çelişkilerden kaynaklanan sorunlar,
Cumhuriyet’in kuruluşunda ileride büyüyecek bir meşrûiyet sorununun tohumlarını
barındırmaktaydılar. Nitekim, 1945 sonrasında, çok partili siyâsî hayâta
geçilmesiyle birlikte, Kemalizm’in bu orijinal anlamından, bu anlamda ifâdesini
bulan çelişkilerle birlikte yaşanan bir ayrılma yaşanmış, Cumhuriyet’in ihtiyaç
duyduğu meşrûiyet zemini, “gelenek,” “din ve vicdan hürriyeti,” “Türk-İslâm
sentezi” gibi terimlerin öne çıktığı milliyetçi-muhafazakâr akımlar tarafından yeniden
oluşturulmaya çalışılmış, buna koşut bir biçimde, İslâm’ın kamusal görünürlüğü
ve Türkiye’nin siyâsî hayâtındaki yeri ve ağırlığı artmıştır.[7]
Bu çerçeve
içinde, Kemalizm’in çok partili siyâsî hayâta geçildikten sonraki süreçte,
farklı yorumları ortaya çıkmıştır. Bu yorumları, siyâsî ideolojilerin klâsik
bölümlenişini esas alarak sağ ve sol Kemalizmler olarak sınıflandırmak[8]
mümkün ve hattâ ma’kûl görünmekle berâber, bunlara bir de, anılan siyâsî
ideolojilerden bağımsız olması gerekmeyen akademik yorumları da eklemek
gerekmektedir.
Osmanlı
devletinin son yıllarına doğru ortaya çıkıp gelişen Batıcı, Türkçü, İslâmcı,
Sosyalist vb. adlar alabilen fikir akımlarının potansiyel muhalefetini
yokederek, tek-parti yönetiminin yerleşmesinden itibaren neredeyse her siyâsî
ideolojiyi kendisinin bir türevi hâline dönüştürmeyi becerebilen Kemalizm’in[9]
bu yorumlarının hemen tümünde canalıcı öneme sâhip temalardan birinin ise
Kemalizm ile demokrasi arasındaki ilişki olduğunu söyleyebiliriz.
Kemalizm’in
demokrasi ile olan ilişkisi, sâdece Kemalizm’den değil, demokrasiden ne
anlaşıldığına bağlı olarak da değişebilmektedir. Bu konuda, demokrasiyi çoğulcu
temsilî demokrasiyle özdeşleştirerek, şöyle bir tasnif yapılabilir: (1)
Kemalizm’in sol yorumları, halk oyuyla seçilecek olan temsilcilere duyulan bir
güvensizlik temelinde, temsilî demokrasinin Türkiye’nin ilerlemesinde olumlu
bir rol oynamaktan çok, geciktirici hattâ geriletici bir rol oynayacağını kabûl
etme eğilimindedirler. Çoğulcu temsilî demokrasiyi “liberalizm”le özdeşleştiren
ve Kemalizm’in liberal de sosyalist de olmayan bir “üçüncü yol” ortaya
koyduğunu ileri süren Kadro hareketiyle başlatıp, Yön-Devrim dergilerine kadar
uzatabileceğimiz bir çizgide, Kemalizm’in sol yorumlarında demokrasi,
Cumhuriyet’in örneğin lâiklik ilkesiyle ve ilerlemeci-kalkınmacı hedefleriyle
çatışacak bir tarzda değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmelerin her zaman açık
bir demokrasi karşıtlığına dönüştüğünü söylemek kategorik olarak mümkün
değildir ama, Türkiye’de Kemalizmi sol siyâsî ideolojinin temel belirleyicisi
olarak gören akımların halk oyuna dayalı klâsik demokrasi modelini
benimsemedikleri açıktır. Kemalizm’in orijinal hâlinde de, halk tarafından
doğrudan belirlenen bir devlet yönetimi tarzına duyulan güvensizlik ve
isteksizlik belirgin bir biçimde mevcuttur ki, Kemalizm’in çok partili siyâsî
hayâta geçildikten sonraki süreçte ortaya konulan sol yorumlarında da bu aynen
devam etmektedir.[10]
(2) Kemalizm’in
sağ yorumlarında ise, Kemalizm’e karşı mesâfeli bir duruşu temsil etmiş bulunan
Türkçülük akımını bir kenara bırakırsak, demokrasinin muhafazakâr bir yorumuna
izin verilebilmiştir. Bu yoruma göre demokrasiden önce, Türk milletinin ve
Cumhuriyet’in çıkarlarına hizmet etmek gelmektedir. Bir diğer deyişle,
demokratik siyâsetin sınırını Türk milletinin siyâsî varlığını ifâde eden
Cumhuriyet’in bekâsı belirlemekte, buna ekonomik kalkınmacılık ve milletin
dinsel öğeleri de içeren geleneklerinin muhafazası gibi kültürel boyutlar da
eklenmektedir. Burada ayrıntılarına girmeye gerek olmayan farklar bir yana
bırakılırsa, Türkiye’de klâsik olarak “merkez sağ” diye bilinen siyâsî
pozisyondaki fikir, hareket ve örgütlenmeler, Türk ulus-devletinin muhafazası
ile sınırlandırılmış bir çerçeve içinde, demokrasiyi, izlenen ekonomik
politikalar yoluyla sağlanacak kalkınma (büyüme) ve bölüşüm problemine bağlı
bir tarzda ele almayı tercih etmişlerdir. Bu yaklaşımın tipik örneklerinden
biri, 1970’lerde “düzen değişikliği” isteyen CHP’nin “ortanın solu” çizgisine
karşı “pastayı büyütmek”ten ve böylece pastadan alınacak payların da
büyümesinden dem vuran Adâlet Partisi-Demirel çizgisi ise, diğeri, demokratik
farklılıkları sâdece biri biraz liberal, diğeri biraz daha devletçi iki büyük
siyâsî parti arasındaki bir seçim oyununa indirgemek isteyen 12 Eylül otoriteryanizmi
verilebilir.[11]
Sonuç olarak,
Kemalizm’in çok-partili siyâsî hayat içindeki yorumlarında, sağ ve sol
Kemalizmler arasında bir ayrım yapılabilmektedir. Sol Kemalist yorumların
demokrasiye değil Türkiye’nin ilerlemesine öncelik vererek, seçkinci ve “vesâyetçi”
bir ideolojiye[12] bağlı
kaldıkları görülürken, sağ Kemalizm yorumlarında demokrasinin, gâyet kısıtlı
bir siyâsî çoğulculuk içinde sâdece halk oyuna dayalı bir seçim işinden ibâret
görülerek ve ancak bu kısıtlamalar dâhilinde benimsenebildiği anlaşılmaktadır.
Kemalizm, Demokrasi, Meşrûiyet
Kemalizm’in sol
ve sağ yorumlarında, Kemalizm ile demokrasi arasında sorunlu bir ilişki olduğu
görülmektedir. Bu sorunlu ilişki, Kemalizm’in orijinal anlamı esas alınırsa,
kaçınılmazdır çünkü, hem Kemalizm’in orijinal anlamında, hem de Cumhuriyet’in
değişen tâihi koşulları altında, farklı dünyâ görüşleri ve siyâsî tercihler
doğrultusunda yeniden yorumlamak isteyen sol ve sağ akımlarda demokrasinin
sorunlu bir yeri bulunmaktadır ve bu demokrasi sorunu, derinlemesine ve
eleştirel bir incelemeyi zorunlu kılmaktadır çünkü, demokrasi Cumhuriyet’in
meşrûiyet temelini oluşturmaktadır.
Böyle bir
incelemeyi üç soru grubu üzerinde odaklanarak yapabiliriz. (1) Demokrasi nedir?
Demokrasinin siyâsî meşrûiyet bakımından önemi nasıl izâh edilmektedir? (2)
Kemalizm’in orijinal anlamında demokrasi nasıl anlaşılmakta, demokrasiye nasıl
bir yer verilmektedir? (3) Cumhuriyet’in 1945 sonrası siyâsî hayâtında
demokrasi nasıl anlaşılmıştır? Bu demokrasi anlayışı Kemalizm’e uygun mudur? Bu
anlayış, Cumhûriyet’in demokrasi sorununu çözebilir mi?
(1) Demokrasinin Anlamı: Burada,
demokrasinin iyi bilinen sözcük anlamlarına ve târihî çözümlemelere girişmek
gerekmiyor. Yalnız, şu hususa işâret etmekte fayda var ki demokrasi, modern
dünyâda, iki ana yaklaşım açısından iki farklı tarzda anlaşılmaktadır.
Bunlardan biri, demokrasiyi basitçe bir yönetim biçimi olarak görmektedir. Buna
göre demokrasi, “genel ve eşit oy hakkı, belirli aralıklarla (düzenli olarak)
yapılan gizli oy ve açık sayım ilkesine dayanan seçim mekanizmasıyla siyasal
iktidarın değiştirilme olanağının ve dolayısıyla muhalefetin (yani düşünce,
ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin) kurumlaştığı bir siyasal sistemdir.”[13]
Bu demokrasi anlayışı açısından bakıldığında, örneğin günümüz dünyâsında
demokratik yönetimlerin yaşamakta olduğu sorunlar, anlatılan özelliklere sâhip
bir siyâsî sistemin toplumu yönetme yeteneğindeki bir eksiklik veyâ aksaklıkla
ilgili gibi kavranmaktadır. Çünkü, bu yaklaşıma göre demokrasi, bir kamusal
yönetim tekniğidir ve başarısı etkililiğine göre değerlendirilmelidir.[14]
İkinci yaklaşım
tarzı ise demokrasiyi basitçe bir yönetim biçimi olarak anlamayıp, onu bir
toplumsal berâberlik tarzının da ifâdesi olarak görmektedir. Buna göre
demokrasinin modern anlamı, halkın kendi kendisini seçtiği temsilciler
aracılığıyla yönetmesidir ama, böyle bir yönetimin doğru ve iyi bir yönetim
biçimi olarak tercih edilmesi gerektiğini ileri sürmemizi mümkün kılan bir
değerler çerçevesi de mevcuttur. Bu çerçeveyi dikkatle incelemeye başladığımızda,
demokrasinin doğru anlamını, “bir toplumda kolektif bağlayıcılığı olan
kararların, o kararlardan doğrudan veya dolaylı biçimlerde etkilenecek
olanların özgürce oluşturulmuş rızalarına dayalı olarak alınması” diye ifâde
edilmesi gerektiğini görebiliriz. Bu da demokrasiyi, bir yönetim biçimini
olmanın öncesinde ve ötesinde, bir siyâsî meşrûiyet ifâdesi olarak kavramak
demektir.[15]
Tanrısal veyâ
ilâhî kaynaklı meşrûiyet anlayışlarının terk edildiği modern dünyâda, siyâsî
iktidarın meşrûiyeti, toplumun rızâsından, daha doğrusu toplumsal rızânın
demokratik usûllere uygun olarak üretilebilmesinden türemektedir. Böyle
bakıldığında modern demokrasinin ulus-devlet tipinde olgunlaşmış bulunan
temsilî ve çoğulcu biçimi, değerlerle ilgili yanıyla bu siyâsî meşrûiyet
anlayışını kendi içinde benimsemişken, temsilî kurumların (yasama-yürütme-yargı
ayrışması biçimindeki) hukukî şekillenişlerinde, demokratik meşrûiyeti üretmek
bakımından engelleyici veyâ çarpıtıcı boyutlar taşımakta ve böylece modern
demokrasinin değerleri ile kurumları arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir
“meşrûiyet krizi” oluşmaktadır.
(2) Kemalizm’de Demokrasinin Yeri: Şimdi,
ikinci soru grubuna geçebiliriz. Kemalizm’in orijinal anlamında demokrasinin
tanımı ve yeri nedir? Hemen söyleyelim ki, Kemalizm’in 1930’lardaki ilk
formülâsyonunda demokrasiye, (a) “ulusal egemenlik, temsilî hükûmet ve
anayasanın üstünlüğü” anlamı verilmiş[16]
ve (b) başka ülkelerde çok-partili olan bu prensibin Türkiye’de böyle olmasının
gerekmediği, daha doğrusu böyle olmaması
gerektiği ileri sürülmüştür. [17]
(c) Bunlara eşlik eden üçüncü bir boyut da, yukarıda değinilen
“vesâyetçilik”tir. Buna göre, Türk toplumu henüz kendi kendini yönetebilecek
gelişmişlik düzeyinde değildir. Kemalizm, Türk toplumunu önce bu düzeye
getirmeyi, sonra “demokrasiye geçmeyi”
amaçlamaktadır.
Demokrasinin
“ulusal egemenlik” ilkesine dayalı temsilî bir hükûmet sisteminin adı olduğu,
bir bakıma, 19. hattâ 20. yüzyılların ulus-devlet içi demokrasi anlayış ve
uygulamalarına temel oluşturan bir fikirdir. Kemalizm’in demokrasiye bu
biçimdeki yaklaşımı, çok etnik ve dinî gruplu bir “imparatorluk”tan
ulus-devlete geçişte olduğu üzere, “çağın ruhu”na uygun gibi görünebilir. Buna
karşılık, ulusal egemenliği cumhuriyetle onu da demokrasiyle eşitleyen bu
değerlendirme, aslında, ister bir “yönetim sistemi,” ister bir “toplumsal
berâberlik ve siyâsî meşrûiyet tarzı” olarak anlaşılsın, çağdaş demokrasi ile
kolaylıkla bağdaşmayan bir “mitos”un Türkiye’nin özel târihî şartlarındaki
yinelenmesi gbi görünmektedir.[18]
Çok-partili bir
siyâsî sistem olarak demokrasi ile ilgili olarak, Kemalizm’in kurucusunun
Türkiye’de demokrasinin böyle olmaması gerektiği konusundaki düşüncesi gâyet
nettir:
“Bu milletin siyasî fıkralardan
çok canı yanmıştır. Şunu arzedeyim ki, memaliki sairede fıkralar behemahal
iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çonkü o memleketlerde
muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden
siyasî fıkraya mukabil diğer bir sınıfın menfaatini muhafaza maksadiyle bir fıkra
teşekkül eder. Bu pek tabîdir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sunuf
varmış gibi teessüs eden siyasî fıkralar yüzünden şahit olduğumuz neticeler
malumdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil,
bütün millet dahildir.”[19]
Çoğulcu demokrasinin “sınıflı toplumlara özgü” olduğu, Türkiye’de
sınıfların bulunmadığı ve bulunmaması gerektiği; bu yüzden Türkiye’de başka
ülkelerdeki gibi bir “çoğulcu demokrasiye” gerek bulunmadığı, aksine,
sınıfların olmadığı Türkiye’de sanki sınıflar varmış gibi siyâsî partiler
kurmanın yanlış sonuçlar verdiği; Türkiye’de demokrasinin “tek-partili”
olmasının gerekli bulunduğu yolundaki tesbit ve değerlendirmeler, aslında
Kemalizm’in demokrasiye nasıl bir yer verdiğini yeterince açık bir biçimde anlatmaktadır.
Buna bir ekleme daha yapıp, şu noktaya da dikkât çekmek gerekmektedir: Sınıflar
yoktur, bu yüzden siyasi partilere de gerek yoktur, tamam. Ama, ya ileride,
ekonomik kalkınma sınıf farklılıklarına yol açarsa, o zaman tek-partili sistem
yerini çok partili sisteme mi bırakacaktır? Kemalizm’in buna cevabı,
“devletçilik” uygulamalarıyla bu tür bir sınıflaşmanın engelleneceği ve
dolayısıyla siyâsî çoğulculuğun zeminini oluşturabilecek bir sınıfsal
bölünmenin Türkiye’de yaşanmayacağı biçimindedir.[20]
Böylece, Kemalizm, Tunçay’ın değerlendirmesiyle, “sınıfları ve sınıf
çatışmasını (kâh ‘yoktur’ kâh ‘olmamalıdır” diye) yadsıyıp meslekî ve zümrevî
tesanüde belbağlamakla, demokrasinin
liberal ya da plüralist türüne de, sosyal ya da sosyalist türüne de aykırı düşmektedir.
(Zaten demokrasinin başka bir türü de yoktur!)”[21]
Görülüyor
ki Kemalizm, orijinal formülâsyonunda demokrasiye ciddî bir değer atfedip, ona
erişilmesi gereken bir hedef gibi de yaklaşmış değildir. O hâlde, 1945 sonrası
dönemde Türkiye’de çok-partili siyâsî hayâta geçilmiş olması nasıl izâh
edilmektedir?
Genel
kabûl gören cevaplardan biri, II: Dünyâ Savaşı sonrasındaki dünyâ
konjonktürünün, daha doğrusu uluslararası ilişkilerde iki kutplu bir dünyâ
düzenine geçiş sürecinde yaşanan bir dizi hâdise ile birlikte Türkiye’nin
tercihini “hür dünyâ” kutbundan yana yapmak durumunda kaldığıdır. Bir diğer
deyişle Türkiye, Kemalizm’in orijinal ve otantik demokratlığı nedeniyle değil
de uluslararası konjonktür öyle gerektirdiği için çok-partili hayâta geçmiştir.
(3)
Çok-Partili Siyâset, Kemalizm ve
Demokrasi: Çok-partili siyâsî hayâta geçiş, Kemalizm’in orijinal
formülâsyonuyla açık bir çelişkidir çünkü, biraz önce belirtildiği üzere,
Kemalizm’e göre başka ülkelerde sınıf farklılıklarına dayalı olarak varolan çok
partililiğe Türkiye’de ihtiyaç olmadığı gibi Türkiye halkı da kendisini
yönetecek olanları doğrudan doğruya seçme yeteneğinden yoksundur.
“Vesâyetçilik” değerlendirmesine neden olan bu kabûllerin üzerinden ancak yirmi
yıl kadar bir süre geçmişken, ne olmuştur da Türkiye’de hem çok-partililiğe hem
de yasama organını halk tarafından doğrudan seçilmesine izin verilmiştir?
Toplumsal yapı değişmiş ve eskiden olmayan sınıf ayrımları belirmiştir dense, o
zaman, hem sınıf ayrımlarının ortaya çıkmasını engelleme misyonu ile
benimsenmiş olan devletçilik ilkesinin uygulanmasında başarısız olunduğunu
açıklamak gerekecek ve hem de, 1946-50 arasının ana muhalefet partisi olarak
Demokrat Parti’nin hangi sınıf tabanına dayandığını anlatmak durumunda
kalınacaktır.
Aslında,
geçilen sâdece çok-partili siyâsî hayat olmuş, CHP dışındaki partilerin
kurulmasına ve hattâ hükûmet kurmalarına izin verilirken, Kemalizm’in orijinal
anlamındaki milliyetçilik ve lâiklik ilkleriyle belirlenen özünü muhafaza etmek
için siyâsî çoğulculuk alabildiğince sınırlandırılmış; bu sınırlamanın da pek
yeterli olmayabileceği ihtimâlinin belirdiği 1960’lardan sonraki süreçte ise,
siyâsî ifâde, örgütlenme ve katılım hak ve özgürlüklerinin önündeki engellere
ilâveten, 1961 Anayasasıyla getirilen Millî Güvenlik Kurulu aracılığıyla askerî
bürokrasinin devleti koruma misyonunu gerçekleştireceği bir düzen
yaratılmıştır. Bu düzen, evet çok-partilidir ama, gerçek anlamda Türkiye
halkına kendi yönetimini özgürce belirleme imkânını veren çoğulcu demokratik bir
düzen olmayıp[22], Kemalist
vesâyetçiliği muhafaza eden bir düzen olmuştur.
Çok-partili
siyâsî hayat içinde Kemalist vesâyetçiliğin muhafaza edilmesi, aslında,
devletin bürokratik-seçkinci ideolojisi niteliğini de ifâde eden Kemalizm’in
özünü oluşturduğu Cumhuriyet’i, cumhuriyet olma niteliği bakımından zorunlu
olan demokratik nitelikleri karşısında çelişkili bir duruma düşürmektedir. Bu
çelişkinin giderilmesi, vesâyetçiliğin tasfiye edilmesiyle, vesâyetçiliğin
tasfiyesi ise Kemalizm’in aşılmasıyla mümkündür. Buna karşılık, vesâyet kavramı
ve buradan türeyen vesâyetçilik ideolojisi, böyle bir aşılmanın önünde en
önemli engellerden biridir çünkü, Türkiye’nin Cumhûriyet tecrübesinde
vesâyetçilik sâdece bir ideoloji olmayıp, aynı zamanda hukukî ve kurumsal bir pratikler
bütünü olarak da yerleşiklik kazanmıştır.
Bu
noktayı biraz daha açarak, şu hususların altını çizmek gerekmektedir. Bir kere,
vesâyet kavramı, Türkiye bağlamında, henüz demokrasiye hazır olmayan bir
toplumun demokrasiye hazırlanması gerektiğini ifâde etmektedir. Bâzı sosyal
bilimcilerin “modernleşme teorisi” ile ortaya attıkları ve toplumların
demokrasiye geçmeden önce ekonomik ve kültürel gelişmelerini belirli bir
olgunluk seviyesine getirmelerinin gerektiği yolundaki yaklaşımları içinde
anlam kazanmış olan vesâyet kavramı, Türkiye’de de Kemalizm’in pek çok akademik
yorumcusuna göre, tam da bu nitelikte olduğu biçiminde anlaşılmıştır. Buna göre
Kemalizm, ekonomik kalkınma ve kültürel seviyenin yükselmesi gibi ön koşullar
sağlandıktan sonra demokrasiye geçilmesini amaçlamaktadır.[23]
Peki, Türkiye toplumunun demokrasiye geçiş için gereken şartları yerine getirip
getirmediğine kim karar verecektir? Eğer Kemalizm bir vesâyet ideolojisi ise,
cevap elbette “vesâyet makamı”, yâni Kemalizm’in bu yorumunu benimseyen
kesimler olarak askerî ve sivil bürokratik seçkinler biçiminde olacaktır; yoksa
vesâyet altında tutulan “halk”, “ben, artık demokrasiye geçiş için gereken
olgunluk seviyesi geldim” diye bir irâde ortaya koyacak değildir.
Vesâyet
kavramının bu birinci açmazıdır ki, ikinci bir açmazı da kendi içinde
barındırmaktadır. Toplumun, “demokrasinin ekonomik ve kültürel ön koşulları”nı
gerçekleştirdiği takdirde geçmesine izin verilecek olan “demokrasi,” nasıl bir
demokrasi olacaktır? Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılmış olmalıdır ki,
Kemalizm, orijinal olarak, demokrasiyi “millî egemenlik” ile, “millet”i “halk”
ile özdeşleştirmekte; halkı da farklılaşmamış bir kitle olarak tasavvur
etmektedir. Böylece, Kemalist denklemler zincirinin sonucu “demokrasi=tek-parti
yönetimi” sonucuna erişmektedir. Çok-partili siyâset de özünde, bu denklemin
konjonktürel gerekliliklere uyarlanmasından ibâret kalmaktadır. Dolayısıyla,
“vesâyet” kavramını kullananların murâd ettiklerinin aksine, nihâî
demokratikleşme hedefi hem vesâyet nedeniyle “gerçekleşmeyebilecektir,” hem de,
Türkiye’deki gibi, konjonktürel zorunluluklar içinde gerçekleştiğinde de,
geçilen şeyin “demokrasi” olduğunu ileri sürmenin pek de mümkün olmadığı
kısıtlamalarla mâlûl olacaktır.
İki Demokrasi Anlayışı ve 21.
Yüzyılda Türkiye Demokrasisi
Bütün bunlara rağmen, Türkiye Cumhuriyeti, konjonktürel, koşullu ve
kısıtlamalarla yüklü bir tarzda da olsa, çok-partili siyâsî hayâtı uzunca
denebilecek bir zaman dilimi içinde sürdürebilmiştir. Türkiye siyâsetinin bu çok-partililik
özelliği, 20. yüzyıl demokrasisinin bir versiyonuna büyük ölçüde uygun gibi
görünürken, 20. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşip, 21. yüzyıla damgasını
vuracak ölçüde öne çıkan yeni demokrasi anlayış ve pratiklerine uyum sağlama
yeteneğinden mahrum gibi görünmektedir.
Demokrasi, gerçekte varolduğu biçimiyle, çoğulcu-temsilî bir siyâsî
sistem olarak şu özellikleri içermektedir:
“1. Hükümetin meşruluğu
vatandaşların isteklerini temsil ettiği iddiasına dayanmaktadır. Yani,
hükümetin yasalarına uyulması gerektiği iddiası hükümetin halkın istediklerini
yaptığı iddiasına dayanmaktadır.
2. Bu pazarlığı meşrulaştıran
örgütlenmiş düzenleme, yarışmacı [rekâbetçi] siyâsî seçimlerdir. Liderler
belirli aralıklarla seçilir ve seçmenler alternatif adaylar arasından seçimde
bulunabilirler. Uygulamada bu tür seçimlerin anlamlı olabilmesi için kazanma
şansı olan en az iki siyasal partiye birden gereksinim vardır.
3. Yetişkinlerin çoğu, hem seçmen
hem de önemli siyasal yerler [mevkiler] için aday olarak seçim sürecine
katılabilmelidir.
4. Vatandaşların oyları gizlidir
ve bir zorlama söz konusu değildir.
5. Vatandaşlar ve liderler söz,
basın, dernek ve örgütlenme temel özgürlüklerine sahiptir. Hem kurulmuş
partiler hem de yenileri üye ve seçmen kazanabilmek için çalışabilirler.”[24]
Bu
anlamıyla demokrasi, iki temel dayanağa sâhiptir. Birincisi, bu sistemin içinde
gerçekleşme imkânı bulduğu bir devlet yapısı vardır ki, buna ulus-devlet
denmektedir. İkincisi de, yukarıdaki özelliklerin geçerli olduğu bir karar-alma
süreci olarak demokrasinin dayandığı “siyâset” kavramıdır. Buna göre siyâset,
toplumdaki değerlerin otoriteye dayalı olarak paylaşılması sürecidir ve
demokrasi bu sürecin yukarıdaki özelliklere göre yapılanmış bir toplumsal
kesimler arası pazarlık süreci olmasını anlatmaktadır.[25]
Dolayısıyla, “gerçekte varolduğu biçimiyle demokrasi”, bir bakıma, toplumdaki
farklı çıkar ve baskı gruplarının değerler paylaşımı ile ilgili olarak, kendi
örgütlü çıkarlarının temsil edilmesiyle işleyen, liberal-korporatist nitelikli bir
siyâsî sürecin adı olmaktadır.[26]
Bu
açıdan bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti’nde Kemalist vesâyetçilik altında yer
verilen çok-partili siyâset de, Kemalizm’in orijinal hâlinde varolan
tek-partili korporatist eğilimlerinin[27]
çok partili düzen altında sürdürülmesi olarak anlamlandırılabilir ve bu anlam
bağlamında, yerleşik Batı demokrasilerinin ulus-devlet temelli, baskı ve çıkar
grupları üzerinden işleyen bölüşümcü siyâsî pratiklerine yakınlaştığı
söylenebilir. Nitekim, dünyâ üzerinde demokratikleşme eğilimlerinin arttığı
1990’lardan itibâren, nüfusunun büyük çoğunluğunun târihî-kültürel müktesebâtı
itibâriyle Müslüman olduğu toplumlarda demokrasiye geçilemeyişinin önemli bir
“istisnâsı” olarak Türkiye’nin gösterilmesi; bu açıdan Türkiye’nin “İslâm dünyâsı”nda
demokratiklik bakımından Batı’ya en yakın ülke olduğunun vurgulanması, hep
demokrasiyi bu “gerçekte varolduğu” (statükocu) biçimiyle ele alan yaklaşımlar
açısından mümkün olabilen değerlendirmelerdir.[28]
Bu
yaklaşımlar, Türkiye’nin kurulu düzenini zaman zaman “Orta Doğu’nun ve daha
genel anlamda İslâm dünyâsının en demokratik ülkesiyiz” türünden yargılarla
meşrûlaştırmaya yönelik yerli ve yabancı değerlendirmelere de yol açmakta ve
tabiî Türkiye’nin hâlihazırdaki göreceli demokratikliğinin temeli de Kemalizm’in
Türkiye’yi modernleştirici etkisine bağlanmaktadır.
Lâkin,
unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin Batı demokrasilerine diğer Orta Doğu
ülkelerine göre daha yakın bir konumda durduğu doğrudur ama bu, Türkiye’nin
çok-partili siyâsetini tam da Batılı anlamda bir demokrasi yapmaya
yetmemektedir. Bu yetersizlik, Türkiye demokrasisinin Kemalist vesâyetçilik
altında yerleşiklik kazanmış kısıtlamalarının kaldırılmasına yönelik
zorunlulukların ortaya çıktığı Avrupa Birliği sürecindeki reformların
gerçekleştirilmesi/gerçekleştirilememesi bağlamında iyice açığa çıkmıştır.
Yerleşik
Avrupa demokrasilerinin temel normları arasında esaslı bir yeri olan ve çağdaş
bir demokrasiyi onsuz düşünemeyeceğimiz insan hakları ve temel özgürlükler söz
konusu olduğunda, Türkiye’nin siyâsî rejiminin ne düzeyde bir yetersizlik
sergilediği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhinde mahkûmiyet
kararlarında ortaya çıkmaktadır.[29]
Bu açıdan bakıldığında, demokrasinin dar ve “liberal-korporatizm”e denk gelen
statükocu biçimine uyum sağlamak için bile Türkiye’nin çok radikal hukukî
(anayasal, yasal ve diğer mevzuat düzeyleriyle ilgili) reformlar yapması
gerekmiştir.
Toplumun siyâsî tercihlerini özgürce belirleyebilmesinin önünde Kemalist
vesâyetçiliğin yerleştirdiği engellerin en olgunlaşmış ifâdesi olan 1982
Anayasası ile buna uyarlanmış yasaların değiştirilmesi, yepyeni yasal
düzenlemelerin yapılması ve böylece vesâyetin kısmen de olsa ortadan
kaldırılması, Türkiye’nin yukarıdaki dar anlamıyla, Avrupa’nın temsilî
demokrasileriyle kendi siyâsî-hukukî düzenini uyumlaştırma yönünde atılmış
önemli adımlardır.
Buna karşılık, hem Türkiye’nin son on yılda hız kazanmış bulunan
demokratik reform süreci ile erişmek istediği Avrupa demokrasileri, hem de
dünyâ üzerindeki diğer yerleşik demokrasiler, kendi statükolarını zorlayan
yenilenmelerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Batılı çoğulcu temsilî
demokrasilerin liberal-koproratist özellikleri öne çıkan statükolarını zorlayan
bu yenilenmeler, bir yanıyla dünyâ ölçeğinde yaygın bir kamusal görünürlük
kazanan “kültürel kimlik farklılıkları”nın siyâsî bir anlam kazanmasından
kaynaklanmaktadır. Konuyu görece muhafazakâr, yani demokrasinin varolan
biçimini benimsemeye yönelik bir perspektif içinde kavrayıp izâh etmeye çalışan
Inglehart’ın deyişiyle,
“Kuşaklararası bir değerler
değişimi süreci, ileri sanayi toplumlardaki siyâseti ve kültürel normları
tedricî olarak dönüştürmekte Materyalist olandan Postmateryalist değer
önceliklerine doğru yaşanan kayma, yeni siyâsî konuları sahneye çıkarmış ve yeni
siyâsî hareketlere önemli bir itici güç kazandırmıştır. Varolan siyâsî
partileri bölmüş, yenilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır ve ayrıca
insanların kendilerine âit öznel durumlarının iyi olup olmadığını
değerlendirirken kullandıkları kriterleri de değiştirmiştir. Dahası,
Postmateryalizmin yükselişinin kendisi, Batılı toplumlardaki dinî yönelimleri,
toplumsal cinsiyet rollerini, cinsel âdetleri yeniden biçimlendiren daha da
geniş kapsamlı bir kültürel değişimin sâdece bir yönünü oluşturmaktadır.”[30]
Burada
işâret edilen değişim, Batılı demokrasilerin sâdece sosyo-ekonomik baskı ve
çıkar grupları esâsında kurulup işleyen liberal-korporatist mekanizmalarının,
bu mekanizmaların içinde yerleşik bulunduğu ulus-devlet biriminin ortadan
kalkmak değil ama, yeni siyâsî talep, akım ve örgütlenmelerle önemli ölçüde
dönüşmekte olduğudur. Bu dönüşüm, demokratik statükoyu da etkilemekte ve,
türdeş bir siyâsî kültürü varsayan, varsaymaktan öte bunu devletin siyâsî
varlığının meşrûluk temeli yapan ulus-devlet ile uyuşmak zorunda olmayan,
etnik, dinî, toplumsal cinsiyete dayalı kimlik farklılıklarının siyâsî
nitelikli taleplerle ortaya çıkmalarını mümkün kılmaktadır.[31]
Kültürel kimlik farklılıklarının siyâsî talepler, akımlar ve örgütlenmelerle
ortaya çıkmaları, demokrasinin “statükocu anlamı” bakımından iki yönlü bir
değişim yaratmıştır. Bunlardan ilki, gerçek varolan demokrasilerin “ulus-devlet
içi” demokrasiler olmalarıyla ilgiliyken, ikincisi uluslararası siyâsî
süreçlere yansıyan değişimlerdir.[32]
Kültürel
kimlik farklılıkların siyâsî ifâdesi, yerleşik olan ve olmayan demokrasilerin
ulus-devlet çerçevelerini zorlamaktadır. Bu zorlama, türdeş bir siyâsî kültür
birimi olarak tasavvur edilmiş olan “ulus”un değişmesi ile sonuçlanmaktadır.
“Farklı kültürlere eşit muamele etmek” yönündeki normatif ilke uyarınca, klâsik olarak türdeş olduğu düşünülen
ulus kavramı ya demokratik devletin meşrûluk zemini olarak terk edilecektir
veyâ, belirli bâzı hayat alanlarında heterojenliğe izin verilmek suretiyle, 19.
ve 20. yüzyıl ulus-devlet tarzlarına özgü türdeşliğinden uzaklaşacaktır.[33]
Bu
ulus-devlet çerçevesinden uzaklaşma sürecinin en belirgin olarak ve kimlik
farklılıklarını esas alan hak ve özgürlükler temelinde ortaya çıkan yeni siyâsî
hareketleri içerecek biçimde yaşandığı yer, Türkiye’nin de tam üye olmak için
kimi kez köklü reformlar yapmaya gayret ettiği Avrupa Birliği’dir (AB). Bir
siyâsî birlik olarak gelişiminin nasıl bir sonuç vereceği, bir AB Anayasası
yapma girişiminin şimdilik sonuçsuz kalması nedeniyle belirsiz olmakla berâber,
AB sürecinde etkili olan fikir adamlarının başında geldiğini söyleyebileceğimiz
Jürgen Habermas, AB’nin mutlaka bir anayasaya sâhip olması gerektiği yönündeki
düşüncesini, ulus-devlet çerçevesi içinde edinilmiş hak ve özgürlük
kazanımlarının ulus-ötesi bir düzeye taşıyıp geliştirme gerekçesine
dayandırmaktadır.[34]
Habermas’ın
etik ve siyâsî teori bağlamında haklı ve yerinde bir görüş ortaya koyup
koymadığı tartışması bir yana, işâret ettiği önemli hususlardan biri, herhâlde,
AB örneği üzerinden, 21. yüzyılda demokrasinin 19. ve 20. yüzyıla has bir
yapılanma olarak ulus-devlet çerçevesi dışında düşünülmesinin gerekeceğidir. Bu
görüşü desteklemek üzere, AB bağlamında, örneğin ulusal egemenlik anlayışının
geçirmekte olduğu erozyonda dâhil olmak üzere destekleyen pek çok gelişme örnek
olarak gösterilebilir ama, buna herhâlde, Birleşmiş Milletler ölçeğinde ortaya
çıkan yeni ve demokratik bir kozmopolit dünyâ düzeni oluşturma gayretleri, bu
gayretleri destekleyen fikirleri, en azından insan hak ve özgürlükleri ile
ilgili ihlâllerin artık “egemen ulus-devletlerin iç işi” sayılmaması
gerektiğinin büyük ölçüde benimsenmesi gibi yenilikler de eklenmelidir.
Böyle
bakıldığında, Türkiye demokrasisi, bir yandan Avrupa Birliği’ne tam üye olmayı
amaçlarken, diğer yandan Cumhuriyet’in ulusal egemenlik ile demokrasiyi
özdeşleştiren orijinal Kemalist kavrayışına özgü homojen bir “millet=halk”
kavramı tasavvurunu korumaya gayret etmekle, aslında Kemalizm’in orijinal
çelişkilerinin aşılabileceği bir kırılma noktasına da erişmiş bulunmaktadır.
Klâsik, ulus-devlet çerçeveli Batı demokrasilerinde baştan beri varolan sınıf
farklılıklarını kabûl etmemekte uzun süre, yâni çok-partili siyâsî hayâta
geçtikten sonra da, direnç göstermiş olan Türkiye, şimdi de, örneğin kültürel
kimlik farklılıklarının siyâsî ifâdesine karşı benzer bir direnç ortaya
koymaktadır. Bu direncin en çarpıcı örneği, yasama organının bir tasarrufu ile,
Türkiye’de anadili farklı insan topluluklarının bulunmadığını, Türkiye’de
yaşayan insanlar arasındaki dil farklılıklarının “gelenek”ten veyâ “lehçe”den
ötürü ortaya çıktığını normatif olarak garanti altına almak istemesidir.[35]
Görünüşte, hem girmek istediği Avrupa Birliği’nin yukarıda değinilen yeni
(ulus-ötesi) boyutlar taşıyan demokratik kriterlerini, hem de 1970’lerdeki
imzâdan neredeyse 30 yıl sonra onaylayıp uygulamaya koyduğu BM Uluslararası
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin gereğini yerine getirmek
üzere 2002 ve 2003 yıllarında özgürleştirici yönde değiştirilmiş olan bu yasa,
örneğin Türkiye’nin de üyesi olduğu UNESCO her yıl 21 Şubat’ta uluslararası
anadil gününü kutlarken, Türkiye’de anadilden söz edilmesini neredeyse
yasaklamak için bir hukukî zemin diye anlaşılmaktadır.[36]
Görünen
odur ki, Türkiye Cumhuriyeti, 1945 sonrasında demokrasinin dar anlamına uyum
sağlarken de, şimdi demokrasinin yeni, ulus-ötesi gelişmelerle zenginleşip
genişleyen tipine yönelirken de, konjonktürel etkiler altında davranmakta ve
esas olarak çoğulcu bir siyâsî rejim kavramına yabancı duran Kemalist
vesâyetçiliğin sınırlarını ilkesel olarak aşamamaktadır. Anlaşılan, Türk siyâsî
düşüncesinin son yüzyılındaki üç “ana yönelim”den biri olan “Pozitivist-Batıcı”
yönelim içinde yer alan Kemalizm, bir yandan Mete Tunçay’ın değerlendirmesini
ödünç alarak söylersek, bu üç yönelimin “ortak çıkmazı” olarak[37]
ve diğer yandan da tevârüs ettiği pozitivizmin klâsik Auguste Comte’çu
biçiminin de aslında bir tür “yeni din” olarak formüle edilmiş olması
nedeniyle “dogmatizm”le malûldür.
Tek-parti döneminin Kemalizm formülâsyonu, gerek çok partili siyâsî hayat
içinde, gerekse soy yirmi yılın reform süreçlerinde önemli ölçüde değişiklikler
geçirmiştir. Buna karşılık, bu ideolojinin hâli hazırdaki nitelikleri, Türkiye
Cumhuriyeti’nin resmî siyâseti olarak yönelmiş olduğu “ulus-ötesi” nitelikte
olduğu için “ulusal egemenlik” anlayışıyla uyuşması mümkün görünmeyen bir
oluşum olan Avrupa Birliği üyeliğine de, bu üyeliğin geliştirmekte olduğu yeni
demokrasi doğrultularıyla da bağdaşması kolay değildir.[38]
Bu nedenlerle, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliğine doğru reformlar
yaparak ilerlemesi ve AB ölçülerinde bir demokratik siyâsî pratiği hayata
geçirmeye yönelmesi sürecinde Kemalizm’in de, en azından klâsik ulus-devletçi
ve dogmatik yönleri bakımından aşılacağını öngörmek mümkündür. Böyle bir
aşılmaya, 21. yüzyılda Cumhuriyet’in en kapsamlı ve en köklü bir tarzda
demokratik olması gerektiğini kabul edenlerin yanında, Kemalizm’in rasyonel ve
bilimsel bir ideoloji olduğunu kabûl edenlerin de herhâlde itirâzı yoktur.
Levent Köker
* Prof. Dr.,
Gazi Üniversitesi İktisâdî ve İdârî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler
Bölümü.
[1] Kemalizmin
orijinal anlamı ile ilgili olarak burada yapılan açıklamaların daha geniş bir
sunumu için bkz. Levent Köker, Modernleşme,
Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim yay., 2003, s. 133 ve devamı.
[2] Mete Tunçay,
ulusçuluğun, Kemalizm’de, “yönetimin halkın yararı için olmasının yanı sıra,
halk tarafından yahut hiç değilse, halkla birlikte olması diye, demokrasi
karşılığı” kullanılan halkçılığı sınırlandırdığını vurgulamaktadır (Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti
Yönetiminin Kurulması, 1923-1931, 4. basım, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yay., 2005, s. 212). Bu, aslında sınırlandırmanın da ötesine giden bir
belirlemedir ki, lâiklik de bundan aynı biçimde, yâni Kemalist milliyetçilik
anlayışına tâbi kılınma yönünde etkilenecektir.
[3] Atatürk’e
göre: “Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyliyenler
vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini
kabul etmekteyiz. Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet
idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan
Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine
tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin
millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek
tabiî idi. Çünk Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde,
şamil bir ümmet siyaseti idi.” (Vurgular eklenmiştir –LK). A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El
Yazıları, Ankara: Türk Tarih Kurumu yay., 1969, s. 21.
[4] Bkz. Levent
Köker, “Kimlik Krizinden Meşruluk Krizine: Kemalizm ve Sonrası,” Toplum ve Bilim, Sayı: 71, Kış 1997, s.
150-165.
[5] Bu
yaklaşımın en tipik ifâdesi Sina Akşin’in görüşlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Bkz. Aksin, Sina, “Atatürk Döneminde Demokrasi”, Gündüz Ökçün'e Armağan, Ankara: AÜ SBF Yay., 1992, s. 245-252. Aynı
yönde Ahmet Taner Kışlalı, “Atatürk Diktatör müydü?,” Cumhuriyet, 19 Mayıs 1993 (A. T. Kışlalı, Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği, Ankara: İmge Kit. Yay.,
12. baskı, 1998, s. 39-41.
[6] Mete Tunçay,
Tek-Parti Yönetiminin Kurulması, s.
217 ve devamı. Ayrıca, Hasan Ünder, “Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü,”
Ahmet İnsel, ed., Modern Türkiye’de
Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, İstanbul: İletişim yay., 2001, s.138-155.
[7] Bu bağlamda,
1960’ların ikinci yarısından itibâren “ortanın solu”na geçtiğini ilân eden
CHP’nin üçüncü genel başkanı Bülent Ecevit’in formülâsyonuyla ve 12 Eylül 1980
sonrasındaki süreçte Demokratik Sol Parti’ye hâkim olan söylemde “inançlara
saygılı lâiklik”ten söz edilmeye başlanması da kaydedilmelidir.
[8] Faruk
Alpkaya, “Bir 20. Yüzyıl Akımı: ‘Sol Kemalizm’,” Ahmet İnsel, ed., Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2,
Kemalizm, s.477-500; Tanıl Bora ve Yüksel Taşkın, “Sağ Kemalizm,” Ahmet İnsel, ed., Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, s. 529-545.
[9] Ahmet
Çiğdem, “‘İlmihâl’ ve ‘Protestan Etik’ Olarak Resmî İdeoloji,” Taşra Epiği içinde, İstanbul: Birikim
Yay., 2001, s.32-33.
[10] Yakın
zamanlardan iyi bir örnek olarak, yayın yönetmenliğini yaptığı beş ciltlik Türkiye Tarihi’nin 5. cildinin “Düşünce
Tarihi (1945 Sonrası)” bölümünü yazan Sina Akşin’in değerlendirmelerini
verebiliriz. “Atatürkçülük”e “sol akımlar” arasında yer veren Akşin’e göre,
“Türkiye . . . bir karabulutun altındadır. . . . Neden bu karabulut? Çünkü seçimleri hep, şaşmaz biçimde kötü
yönetecek olanlar kazanıyor. ‘Kötü yöneten’ benim için . . . Kısmi
Karşıdevrim çerçevesinde davranan demek. . . . Bu sonuç 1945’te İsmet İnönü’nün
çok-partili dizgeye yönelmesinin sonucudur. Sonuçtan da belli ki karar mevsimsizdi. Kararla birlikte Atatürk
Devrimi donduruldu. . . . Sandık,
1946 seçimleri dışında, istisnasız her seferinde karşıdevrime hizmet etmiştir. Şimdi,
korkarım ki, Kısmi Karşıdevrimden Tam Karşıdevrime doğru yol almaya başladık.
Atatürk Devrimine dönmek zorundayız. Bunun
için çok-partili dizgeyi ‘kutsal inek’ yapmaya devam edemeyiz.” (Vurgular
eklenmiştir.) Sina Akşin, “5. Basıma Önsöz,” S. Akşin, yay. yön., Türkiye Tarihi 5, Bugünkü Türkiye 1980-2003,
İstanbul: Cem yay., 6. basım, 2005, s. 22-23. Çok partili düzenin sahte bir
demokrasi olduğu, bırakın Ortodoks Marxist anlayıştaki “burjuva demokrasisi”
küçümsemesini, buna dahi yakınlaşmamış bir azgelişmiş toplum demokrasisidir
burada yadsınmak istenen ki, Türkiye’nin çoğulcu temsilî demokrasi yoluyla
ilerlemesinin imkânsızlığını içeren bu yaklaşımın geçmişi Kadro-Yön çizgisi
kadar eskidir.
[11] Karş.
Yüksel Taşkın, “12 Eylül Atatürkçülüğü ya da Bir Kemalist Restorasyon teşebbüsü
Olarak 12 Eylül,” Ahmet İnsel, ed., Modern
Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 2, Kemalizm, s. 570-583.
[12] “Vesâyet”,
halkın câhil, yoksul, bilgisiz , dolayısıyla da kendisi için neyin iyi olduğunu
fark etme kâbiliyetinden yoksun bir kitle olması nedeniyle, kendi kendisini
yönetme ehliyetinden, kendi kendisini yönetebilecek olgunluğa erişinceye kadar
yoksun bırakılması anlamında, tek-parti döneminin CHP’ni ve Kemalist ideolojiyi
nitelendirmek için,
kullanılmıştır. Kavramının tek-parti döneminde CHP ile ilgili kullanımı
için Tunçay, Tek-PartiYönetiminin
Kurulması, s.3-4.
[13] Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s.
13.
[14] M. S.
Crozier, S. P. Huntington ve J. Watuki, The
Crisis of Democracy: Report on the Governability of Democracies to the
Trilateral Commission, New York; New York University Pres, 1975.
[15] Daha
ayrıntılı bir açıklama için bkz. Levent Köker, İki Farklı Siyaset, Ankara: Vadi yay., 1998, s. 91-104.
[16] A.
Afetinan, Medeni Bilgiler, s. 27.
[17] Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s.
146.
[18] Mehmet Ali
Ağaoğulları, “Demokratik Mitoslar: Halk-Ulus Egemenliği ve Siyasal Temsil,” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, Cilt: 46, Sayı: 1-2, 1991, s. 21-30.
[19] 7.2.1923
târihli Balıkesir konuşmasından aktaran Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s. 146.
[20] Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s.
177-209.
[21] Tunçay, Tek-Parti Yönetiminin Kurulması, s. 212
(vurgular eklenmiştir –LK).
[22] 1961
Anayasası ile getirilen düzenin Türkiye’de Batı tipi bir liberal demokrasiye
çok yakın düştüğü sıklıkla vurgulanır. Bu bağlamda, Batı liberal
demokrasilerinde çoğulculuğu korumak için çoğunluğun tüm iktidarı eline
almasının önüne geçmek gerektiği düşüncesine dayanan kuvvetler ayrılığı ve
özellikle de yasama ve yürütmenin yargısal denetimi gibi mekanizmalar, 1961
Anayasası ile Türkiye’nin hukuk düzenine de girmiştir. Ancak, Türkiye’deki 1961
düzeninin gerisindeki asıl düşünce, batılı liberal demokrasilerdeki gibi bir
“çoğulculuğu koruma kaygısı” değil de başka tür bir “çoğunluk korkusu” olmuştur
ki aslında, doğru tesbit, “halk cahildir; kendi yararına olan tercihleri
yapamaz; aldatılır” iddiasına dayanarak tek-partililiğin çok-partililik
görüntüsü altında devam ettirilmesidir. Karş. Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara: AÜSBF yay.,
1968, 220.
[23] Karş. Ergun
Özbudun, “Atatürkçü Düşünce Sisteminin Demokrasiye Yönelik Niteliği,” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, Cilt IV, Sayı 1 (1986), s. 165-172.
[24] G. Bingham
Powell, Jr., Çağdaş Demokrasiler,
Katılma, İstikrar, Şiddet, çev. Mehmet Turhan, Ankara: TDV ve SİD yay.,
1990, s. 5.
[25] Bkz.
Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi,
Sosyolojik Bir Giriş, çev. Binnaz Toprak-Şule Kut İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yay., 2000.
[26] Aynı
kaynak.
[27] Karş. Taha
Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve
Türkiye’de Korporatizm, İstanbul: İletişim Yay., 1993.
[28] Karş. John
Waterbury, “Democracy Without Democrats? The Potential for Political
Liberalization in the Middle East,” Ghassan Salamé, ed., Democracy Without Democrats, the Renewal of Politics in the Muslim
World, London: I. B. Tauris, 1994, s. 23-47.
[29] Örnekler
için bkz. İbrahim Ö. Kaboğlu, Kemal Akkurt, İnsan
Hakları Danışma Kurulu Raporları, Ankara: İmge Kit. Yay., 2006.
[30] Ronald
Inglehart, Culture Shift in Advanzed
Industrial Societies, Princeton, N.J.: Princeton University Press, 1990, s.
66.
[31] Daha
etraflıca ve temelli bir analiz için bkz. Fuat Keyman, “Demokrasi, Topluluk ve
Fark: Türkiye’de Liberalizm Tartışmalarına Kuramsal Bir Katkı,” E. F. Keyman, Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul:
Bağlam yay., 1999, s. S93-128.
[32] Bkz. E.
Fuat Keyman, “Globalleşme ve Radikal Demokrasi, Küçülen ve Parçalan Dünyada
Siyaseti Anlamak,” Keyman, Türkiye ve
Radikal Demokrasi, s. 15-52.
[33] Karş.
Jürgen Habermas, “Equal Treatment of Clutrues and the Limits of Postmodern
Liberalism,” Journal of Political
Philosophy, Vol. 13, Issue 1, 2005, s. 1-28; Jürgen Habermas, “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, Siyaset
Kuramı Yazıları, çev. İ. Aka, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 2004.
[34] J.
Habermas, “Avrupa’nın Neden Bir Anayasaya İhtiyacı Var?,” New Left Review, Türkiye Seçkisi, 2001, İstanbul, 2002, s. 3-32.
[35] 14.10.1983
târih ve 2923 sayılı “Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi
Hakkında Kanun.”
[36] 1982
Anayasası’nın 42. maddesinde yer alan “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve
öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve
öğretilemez” hükmü ile yukarıda adı geçen 2923 sayılı kanunu, Anayasanın
3.maddesinde yer alan “değiştirilemez” nitelikli “Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmüyle birlikte değerlendirerek, Türkiye’de
“anadilde eğitim” diye bir hedef olamayacağına hükmeden Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu’nun E. 2005/9-320 ve K.2005/355 sayılı kararı.
[37] “Türk
Siyasal Düşüncesinin Son Yüz yılında Üç Ana Yönelimin Ortak Çıkmazı:
Dogmatizm,” Mete Tunçay, Eleştirel Tarih
Yazıları, Ankara: Liberte Yay., 2005, s. 11-17.
[38] Benzer bir
tesbitten hareket eden Tocci, “Kemalist devrimin Türkiye’yi siyâsî ve ekonomik
gelişme yoluna soktuğunu” teslim etmekte, fakat Kemalist devrimin başarısının,
klâsik Kemalist yaklaşım “yeniden yorumlanmasını” da gerekli kıldığını
belirtmekte ve Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesi ve derinleşmesiyle,
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu “kapsamlı siyâsî reform”un gerçekleşeceğini
vurgulamaktadır. Nathalie Tocci, 21st Century
Kemalism, Re-Defining Turkey-EU Relations in the Post-Helsinki Era,
Brussels: Center for European policy Studies, Working Document No: 170, Eylül
2001, s. 23-24 ve tamamı.
Doğru tarafta onursal yerini almak isteyen birinin illâ Sn.ERDOĞAN'a biât etmesi gerekmemektedir. Şu Marx-bilimsel gerçekliğin tam idrâki içinde İSMET İNÖNÜ'ye biât etmesi de yeterlidir: Neo-Tanzimatçılık yolunu 1946 yılında İnönü açmıştır. Yola bilahare Menderes ve Ecevit'in döktükleri molozlar da KEMAL DERViŞ buldozeri ile kaldırılmıştır. Sn.Derviş Pembeköşk Sitesi'nde ikamet ederdi. Sn.ERDOĞAN'ın yürümekte olduğu nurlu-füruğlu yol İNÖNÜ yoludur.
YanıtlaSil“(…) landslide victory (of the Justice and Development Party) in the November (2002) elections in Turkey has been considered a success of Kemalism by a prominent Turkish social scientist, Şerif Mardin” iktisadî mevzuularda İNÖNÜ gibi düşünenler ile BAYAR gibi düşünenlerin gün (15 Temmuz 2016) gelip kanlı-bıçaklı olacaklarını kestirememiştir. Kaldı ki “Kemalism” böyle bir “zafer” 1973 yılında da kazanmıştı. Ne zaferi? Kût'ül-Amâre zaferi.
YanıtlaSil