11 Aralık 2013 Çarşamba

ULUSÇULUK MU, MİLLİYETÇİLİK Mİ?




“Türküm, doğruyum ...” diye başlayıp “varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye biten “andımız”ın okullarda Türkiyeli çocuklara ezberlettirilip tekrarlatılmasına dayalı pratiğe son verilmesi yönünde epeydir varolan haklı talep bugünlerde yeniden sosyal medya aracılığıyla da canlandırıldı. İyi de oldu. Bununla birlikte, konuyu gündeme taşıyan ve imzâ çağrısı yapan “andımız kaldırılsın” talebinde “andımız” faşizan tek-parti dönemine özgü “ulus-devletçi” ve “ulusçuluk” akımının ürünü olarak hedef alınmaktadır. Oysa Türkiye’nin resmî ideolojisi hep “milliyetçilik” olmuştur ve “andımız” da milliyetçi bir anddır. “Andımız kaldırılsın” imzâ metninin neden millî devlet ve milliyetçilik terimini değil de ulus-devlet ve ulusçuluk terimlerini tercih ettiği bir soru olarak akla gelmektedir. Bununla birlikte akla gelen bir diğer soru da, Batı dillerinin hemen hepsinde “nationalism” sözcüğüyle ifâde edilen bu ideoloji ve akımın Türkçede iki, hattâ üç kelimeyle kaşılanabilmesiyle ilgilidir. Yaygın Türkçe karşılık “milliyetçilik” iken, bâzen “ulusçuluk” ve bâzen de “ulusalcılık” kelimelerinin de “nationalism” karşılığı olarak kullanımının arkasında esâsa ilişkin bâzı farkılıklar var mıdır?

Sorunun cevâbı galiba Türkiye’nin somut târihî tecrübesinde, bu tecrübenin önemli bir evresi olan 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki siyâsî düünce alanındaki gelişmelerde yatmaktadır. Mes’eleyi daha iyi kavrayabilmek bakımından önce Türkçede farklı terimlerle karşılık üretip kullandığımız “nationalism” kavramının içeriğini açıklamak yerinde olacaktır. Evet, Batılılar “nationalism” deyince ne anlamaktadırlar?

Bir siyâsî ideoloji olarak “nationalism”, Ernest Gellner’ın ünlü tanımıyla, bir “kültürel varlık” olarak “nation” ile bir siyasî varlık olarak “devlet”in berâberliğini ifâde etmektedir. Gellner’ın bir evliliğe benzettiği ve sanayi toplumunan gelişmesinin (modernliğin) zorunlu bir sonucu olarak gördüğü bu beraberliğin târihî olarak farklı tezâhür biçimleri bulunmaktadır. Örneğin Fransa gibi ülkelerde “nation” ile “devlet”in birlikteliği uzun yüzyıllar içinde oluşmuşken, Almanya gibi ülkelerde bir kültürel varlık olarak “nation”ı inşâ etmek görece geç ve kısa bir zaman dilimi içinde, siyasî gücün de kullanıldığı bir tarzda gerçekleştirilmek istenmiştir.

Çok sayıda kavmi (etnisite) ve din ve inanç topluluklarını (cemaat) bünyesinde barındıran klâsik imparatorluk düzenlerinden “nation-state” oluşumuna doğru gelişen  sürecin en tipik örneklerinden biri kuşkusuz Osmanlı Devleti’dir. Türkçedeki terminoloji çeşitliliğinin kaynağı da buradadır zirâ Osmanlı Devleti bağlamında “millet”, özel hukuka ilişkin konularda bir tür özerkliğe sâhip “dinî cemaat” anlamına gelmektedir ve büyük ölçüde bu nedenle Batılı “nation” sözcüğünün Osmanlıca’ya tercümesinde “millet” yerine “ümmet” sözcüğünün kullanılması dahi gündeme gelmiştir. Uzatmayayım. 20. yüzyıl başlarına geldiğimizde, millet sözcüğü dinî muhtevâsını büyük ölçüde koruyarak “nation” karşılığı olarak benimsenmiş ve böylece “nationalism” karşılığı olarak da “milliyetçilik” yerleşmiştir. Her biri gâyet belirgin dinî referanslara (ör. national/millî kiliselere) sâhip Yunan, Bulgar, vb. “milliyetçilikleri”nin bağımsız Yunan ve Bulgar “millî devlet”leriyle netîcelenmesi sonrasında, “Arap milliyetçiliği”nin de ortaya çıkıp geliştiği bir ortamda “Türk milliyetçiliği”nin de bir siyâsî ideoloji olarak yaygınlaşması söz konusu olmuştur. İttihat ve Terakki’nin açıkça telâffûz edilmemiş “Türkçülüğü”, Millî Mücâdele sırasında “İslâm”ın birleştiriciliğinin vurgulandığı bir ara dönemden sonra, Kemalist dönemde açıkça canlanmış ve yeni devletin ideolojik temeli hâline gelmiştir.

Şimdi, terminoloji tercihi mes’elesine buradan bakarsak: Millî Mücâdele’de ve o mücâdeleyi yürüten Büyük “Millet” Meclisi’nde, “millet” kavramını dinî (İslâmî) anlamı temelinde kavrayan bir oluşumun öne çıktığını görmekteyiz. Burada yeni devletin “millî” karakteri, hem 1920-1924 arası dönemdeki BMM tartışmalarında ve hem de yeni devletin terim yerindeyse uluslarnarası tescil belgesi sayılan Lozan Andlaşması’nda “İslâmî” sıfatıyla belirlenmişti. 1924 Anayasası ve sonrasındaki uygulamalar ise “millet” tanımında din unsurunun değil “kavim” (etnisite) unsurunun (Türklük) belirleyici olduğu bir döneme girildiğini göstermektedir. Böylece, 1924 Anayasası’na 1937’de aktarılan ve o târihten itibâren de 1961 ve 1982 anayasalarında da varlığını pekiştirirek koruyan “milliyetçilik” özünde “kavmiyetçi” (etnisist) bir “Türk milleyitçiliği” olmuş, milliyetçilik terimi de Arapça kökenindeki dinî içeriğinden arındırılarak yeniden anlamlandırılmıştır. İşte bu yeniden anlamlandırmanın bir aşaması, 1933 sonrasında kısa bir dönem yönetici tek-parti’nin “Öztürkçeleştirme” girişimlerine bağlı kılınarak, Uygurca “ulus” kökünden türetilen “ulusçuluk” terimi milliyetçiliğin yerine kullanılmak istenmiştir. Hiçbir zaman Türkiye anayasalarında yer almamış olan bu terim, daha sonraki dönemlerde Kemalist ideolojinin otoriter lâiklik ilkesini katı bir biçimde benimseyenler ve bunun yanında Kemalizmi bir “antiemperyalist” (âdetâ “sol”) bir ideoloji gibi anlayanlar tarafından kullanılmaya devam etmiştir. Bugün daha yaygın gibi görünen “ulusalcılık” da “ulusçuluk” teriminin bir varyantıdır ve ikisi arasında bu bakımlardan büyük farklar görünmemektedir. Buna karşılık Türkiye’yi oluşturan insan unsurunu “millet” terimini terketmeksizin anlamaya devâm edenler açısından “milliyetçilik”, bir millî birlik ideolojisidir ve burada millet teriminin içeriğinde târihî olarak varolan dinî (İslâmî) boyut terkedilmemektedir. Buna göre millet “Türk milleti”dir ama “Türklük” sâdece bir kavmin adı değil, içinde İslâm dininin belirleyici olduğu bir kültürel ortaklığın da ifâdesidir. 1970’lerde “Türk-İslâm Sentezi” adı altında ünlenen bu akım kendisini “ulusçuluk” olarak değil “milliyetçilik” olarak ifâde etmektedir ki, Türkiye’nin siyasî literatüründe milliyetçilik ile muhafazakârlığın çoğu kez “milliyetçi-muhafazakâr” diye birlikte anılmasının arkasında da bu târihî müktesebât yatmaktadır.

Cumhuriyet Türkiye’sinin rekâbetçi siyâsî ortamında varolan siyâsî parti ve akımların milliyetçilik karşısındaki konumlanışları, yukarıda özetlemeye çalıştığım bağlama göre belirlenmekte ve gruplar veya örgütler kendi ideolojik pozisyonlarını anlatmak için “ulusçuluk” veya “milliyetçilik” terimlerinden birini tercih edebilmektedirler. Bununla birlikte, Türkiye Devleti’nin kendini tanımlama biçimi, 1930’lardan beri “milliyetçilik” terimiyle ortaya konmuş, bura terimin kökündeki “millet” kavramının içeriğinde dinin yeri ise değişkenlik gösterebilmiştir. 1982 Anayasası’ndan bu yana resmî ideolojinin açık tercihi ise “Türk-İslâm Sentezi” yönünde olmuş, bu da Anayasa’da Diyânet’i, millî birlik ve berâberliği amaçlayan bir kurum olarak görev vermekle en veciz ifâdesini bulmuştur.

Tüm bu nedenlerle, Türkiye’nin otoriter sistemine yönelik demokratik eleştirinin “ulusçuluk” ideolojisini hedef alması yersizdir. Zirâ bu sâdece modernist, lâikçi ve (sol)Kemalist ideolojiye yönelmiş bir eleştiri olacaktır ki zâten ne resmî ideoloji ne de geniş toplumsal kitleler “ulusçu”durlar. İşin esâsı, Türkiye’nin çoğulcu demokratik bir düzene geçebilmesi için elzem olan şeyin “resmî” ve “popüler” milliyetçiliğin tasfiyesi ile ilgili olduğunu görebilmektir.

Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder