“Türküm, doğruyum ...” diye başlayıp “varlığım Türk
varlığına armağan olsun” diye biten “andımız”ın okullarda Türkiyeli çocuklara
ezberlettirilip tekrarlatılmasına dayalı pratiğe son verilmesi yönünde epeydir
varolan haklı talep bugünlerde yeniden sosyal medya aracılığıyla da
canlandırıldı. İyi de oldu. Bununla birlikte, konuyu gündeme taşıyan ve imzâ
çağrısı yapan “andımız kaldırılsın” talebinde “andımız” faşizan tek-parti
dönemine özgü “ulus-devletçi” ve “ulusçuluk” akımının ürünü olarak hedef
alınmaktadır. Oysa Türkiye’nin resmî ideolojisi hep “milliyetçilik” olmuştur ve
“andımız” da milliyetçi bir anddır. “Andımız kaldırılsın” imzâ metninin neden
millî devlet ve milliyetçilik terimini değil de ulus-devlet ve ulusçuluk terimlerini
tercih ettiği bir soru olarak akla gelmektedir. Bununla birlikte akla gelen bir
diğer soru da, Batı dillerinin hemen hepsinde “nationalism” sözcüğüyle ifâde edilen bu ideoloji ve akımın Türkçede
iki, hattâ üç kelimeyle kaşılanabilmesiyle ilgilidir. Yaygın Türkçe karşılık
“milliyetçilik” iken, bâzen “ulusçuluk” ve bâzen de “ulusalcılık” kelimelerinin
de “nationalism” karşılığı olarak kullanımının arkasında esâsa ilişkin bâzı
farkılıklar var mıdır?
Sorunun cevâbı galiba Türkiye’nin somut târihî tecrübesinde,
bu tecrübenin önemli bir evresi olan 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki
siyâsî düünce alanındaki gelişmelerde yatmaktadır. Mes’eleyi daha iyi
kavrayabilmek bakımından önce Türkçede farklı terimlerle karşılık üretip
kullandığımız “nationalism” kavramının içeriğini açıklamak yerinde olacaktır.
Evet, Batılılar “nationalism” deyince ne anlamaktadırlar?
Bir siyâsî ideoloji olarak “nationalism”, Ernest Gellner’ın
ünlü tanımıyla, bir “kültürel varlık” olarak “nation” ile bir siyasî varlık
olarak “devlet”in berâberliğini ifâde etmektedir. Gellner’ın bir evliliğe
benzettiği ve sanayi toplumunan gelişmesinin (modernliğin) zorunlu bir sonucu
olarak gördüğü bu beraberliğin târihî olarak farklı tezâhür biçimleri
bulunmaktadır. Örneğin Fransa gibi ülkelerde “nation” ile “devlet”in
birlikteliği uzun yüzyıllar içinde oluşmuşken, Almanya gibi ülkelerde bir
kültürel varlık olarak “nation”ı inşâ etmek görece geç ve kısa bir zaman dilimi
içinde, siyasî gücün de kullanıldığı bir tarzda gerçekleştirilmek istenmiştir.
Çok sayıda kavmi (etnisite) ve din ve inanç topluluklarını
(cemaat) bünyesinde barındıran klâsik imparatorluk düzenlerinden “nation-state” oluşumuna doğru
gelişen sürecin en tipik
örneklerinden biri kuşkusuz Osmanlı Devleti’dir. Türkçedeki terminoloji
çeşitliliğinin kaynağı da buradadır zirâ Osmanlı Devleti bağlamında “millet”,
özel hukuka ilişkin konularda bir tür özerkliğe sâhip “dinî cemaat” anlamına
gelmektedir ve büyük ölçüde bu nedenle Batılı “nation” sözcüğünün Osmanlıca’ya
tercümesinde “millet” yerine “ümmet” sözcüğünün kullanılması dahi gündeme
gelmiştir. Uzatmayayım. 20. yüzyıl başlarına geldiğimizde, millet sözcüğü dinî
muhtevâsını büyük ölçüde koruyarak “nation” karşılığı olarak benimsenmiş ve
böylece “nationalism” karşılığı olarak da “milliyetçilik” yerleşmiştir. Her
biri gâyet belirgin dinî referanslara (ör. national/millî
kiliselere) sâhip Yunan, Bulgar, vb. “milliyetçilikleri”nin bağımsız Yunan ve
Bulgar “millî devlet”leriyle netîcelenmesi sonrasında, “Arap milliyetçiliği”nin
de ortaya çıkıp geliştiği bir ortamda “Türk milliyetçiliği”nin de bir siyâsî
ideoloji olarak yaygınlaşması söz konusu olmuştur. İttihat ve Terakki’nin
açıkça telâffûz edilmemiş “Türkçülüğü”, Millî Mücâdele sırasında “İslâm”ın
birleştiriciliğinin vurgulandığı bir ara dönemden sonra, Kemalist dönemde
açıkça canlanmış ve yeni devletin ideolojik temeli hâline gelmiştir.
Şimdi, terminoloji tercihi mes’elesine buradan bakarsak:
Millî Mücâdele’de ve o mücâdeleyi yürüten Büyük “Millet” Meclisi’nde, “millet”
kavramını dinî (İslâmî) anlamı temelinde kavrayan bir oluşumun öne çıktığını
görmekteyiz. Burada yeni devletin “millî” karakteri, hem 1920-1924 arası
dönemdeki BMM tartışmalarında ve hem de yeni devletin terim yerindeyse
uluslarnarası tescil belgesi sayılan Lozan Andlaşması’nda “İslâmî” sıfatıyla
belirlenmişti. 1924 Anayasası ve sonrasındaki uygulamalar ise “millet”
tanımında din unsurunun değil “kavim” (etnisite) unsurunun (Türklük)
belirleyici olduğu bir döneme girildiğini göstermektedir. Böylece, 1924
Anayasası’na 1937’de aktarılan ve o târihten itibâren de 1961 ve 1982
anayasalarında da varlığını pekiştirirek koruyan “milliyetçilik” özünde
“kavmiyetçi” (etnisist) bir “Türk milleyitçiliği” olmuş, milliyetçilik terimi
de Arapça kökenindeki dinî içeriğinden arındırılarak yeniden
anlamlandırılmıştır. İşte bu yeniden anlamlandırmanın bir aşaması, 1933
sonrasında kısa bir dönem yönetici tek-parti’nin “Öztürkçeleştirme”
girişimlerine bağlı kılınarak, Uygurca “ulus” kökünden türetilen “ulusçuluk”
terimi milliyetçiliğin yerine kullanılmak istenmiştir. Hiçbir zaman Türkiye
anayasalarında yer almamış olan bu terim, daha sonraki dönemlerde Kemalist
ideolojinin otoriter lâiklik ilkesini katı bir biçimde benimseyenler ve bunun
yanında Kemalizmi bir “antiemperyalist” (âdetâ “sol”) bir ideoloji gibi
anlayanlar tarafından kullanılmaya devam etmiştir. Bugün daha yaygın gibi
görünen “ulusalcılık” da “ulusçuluk” teriminin bir varyantıdır ve ikisi
arasında bu bakımlardan büyük farklar görünmemektedir. Buna karşılık Türkiye’yi
oluşturan insan unsurunu “millet” terimini terketmeksizin anlamaya devâm
edenler açısından “milliyetçilik”, bir millî birlik ideolojisidir ve burada
millet teriminin içeriğinde târihî olarak varolan dinî (İslâmî) boyut
terkedilmemektedir. Buna göre millet “Türk milleti”dir ama “Türklük” sâdece bir
kavmin adı değil, içinde İslâm dininin belirleyici olduğu bir kültürel
ortaklığın da ifâdesidir. 1970’lerde “Türk-İslâm Sentezi” adı altında ünlenen
bu akım kendisini “ulusçuluk” olarak değil “milliyetçilik” olarak ifâde
etmektedir ki, Türkiye’nin siyasî literatüründe milliyetçilik ile
muhafazakârlığın çoğu kez “milliyetçi-muhafazakâr” diye birlikte anılmasının
arkasında da bu târihî müktesebât yatmaktadır.
Cumhuriyet Türkiye’sinin rekâbetçi siyâsî ortamında varolan
siyâsî parti ve akımların milliyetçilik karşısındaki konumlanışları, yukarıda
özetlemeye çalıştığım bağlama göre belirlenmekte ve gruplar veya örgütler kendi
ideolojik pozisyonlarını anlatmak için “ulusçuluk” veya “milliyetçilik”
terimlerinden birini tercih edebilmektedirler. Bununla birlikte, Türkiye
Devleti’nin kendini tanımlama biçimi, 1930’lardan beri “milliyetçilik”
terimiyle ortaya konmuş, bura terimin kökündeki “millet” kavramının içeriğinde
dinin yeri ise değişkenlik gösterebilmiştir. 1982 Anayasası’ndan bu yana resmî
ideolojinin açık tercihi ise “Türk-İslâm Sentezi” yönünde olmuş, bu da
Anayasa’da Diyânet’i, millî birlik ve berâberliği amaçlayan bir kurum olarak
görev vermekle en veciz ifâdesini bulmuştur.
Tüm bu nedenlerle, Türkiye’nin otoriter sistemine yönelik
demokratik eleştirinin “ulusçuluk” ideolojisini hedef alması yersizdir. Zirâ bu
sâdece modernist, lâikçi ve (sol)Kemalist ideolojiye yönelmiş bir eleştiri
olacaktır ki zâten ne resmî ideoloji ne de geniş toplumsal kitleler
“ulusçu”durlar. İşin esâsı, Türkiye’nin çoğulcu demokratik bir düzene
geçebilmesi için elzem olan şeyin “resmî” ve “popüler” milliyetçiliğin
tasfiyesi ile ilgili olduğunu görebilmektir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder