9 Aralık 2013 Pazartesi

90. Yılda “Tek Parti Cumhuriyeti”nden “Çoğulcu Demokratik Cumhuriyet”e




"Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır [...] Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum."*

Atatürk’ün 1930 Temmuz’unda “Tek-Parti Cumhuriyeti”nin siyâsî ve idârî niteliği hakkındaki bu belirlemesi birkaç bakımdan önemli. Önemli bir bölümü üniversite mensubu olan pek çok târihçi ve siyâset bilimci, Atatürk’ün bu sözlerinde bir “demokratik tavır” görmektedirler. Buna göre Atatürk bir “demokrattı” ve aslında Cumhuriyet’in demokratik olmasını istiyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF, 1924-1925) ile Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF, 1930) deneyimleri de, yine bu yoruma gör, Atatürk’ün demokrasi arzusunu gösteriyordu. Dolayısıyla, Atatürk’ün Serbest Fırka deneyiminin başarısızlığa uğraması netîcesinde sarfettiği yukarıdaki sözleri de, Cumhuriyet’i demokratikleştirme konusundaki başarısızlıktan nasıl hayıflandığına işâret etmektedir. Bundan bir adım sonrası, başta Atatürk olmak üzere, “tek-parti cumhuriyeti”nin ileri gelen kadrolarının “ileride”, toplumun kendisini yönetecekleri seçebilecek ehliyete kavuştuğu anlaşıldığında geçilecek olan bir demokrasi hedefini benimsedikleri iddiasıdır.

Bu yorum hem târihî olgular bakımından bâzı yanlışlar içermektedir ve hem de mantıkî tutarlılıktan yoksundur. Bir kere, Atatürk’ün demokrasiye geçme amacıyla iki deneme yaptığı iddiâsı geçerli değildir. TCF deneyimi, Atatürk’ün kişisel bir diktatörlük kurma yolunda ilerlediğini düşünen bir kısmı eski silâh arkadaşlarından oluşan muhaliflerin bu gidişâta son vermek amacıyla ve kendi irâdeleriyle kurdukları bir partidir. TCF’nın kapatılması ise Şeyh Sait İsyânı sonrasındaki Takrir-i Sükûn Kânunu bağlamında ve esâsen Atatürk’ün bu partiyi yaşatmama niyetinin sonucu olarak gerçekleşir. Atatürk’ün âdetâ emirle kurdurduğu SCF ise, bu açıdan, bir “deneyim” diye görülebilir ama, Mete Tunçay’ın da göstermiş olduğu gibi, burada asıl amaç muhalefeti açığa çıkarıp tasfiye etmektir.

1930’ların târihî bağlamı içinde Atatürk başta olmak üzere tek-parti cumhuriyetinin pek çok ileri gelen şahsiyetinde, çok partili, serbest seçimlere dayanan temsilî bir demokrasi aleyhinde pek çok görüş ortaya atıldığını da ayrıca bilmekteyiz. Temel yaklaşım olarak, birden fazla siyasî partinin mevcudiyetini bâzı “Batı toplumları”nda varolan sınıf farklarına ve çatışmasına bağlayan Atatürk’ün anlayışına göre, Türkiye’de menfaatleri birbiriyle çatışan sınıflar olmadığından, sınıfları temsil eden farklı siyasî partilere de gerek yoktur. Türkiye’de tek bir sınıf vardır o da halktır ve halkın temsil edilmesi için de tek parti, yâni “halk partisi” yeterlidir. Zâten bu millet “yalan yanlış politikacılar”dan da çok çekmiştir.

Daha çok tek parti ideolojisinin halkçılık ilkesi ile pekiştirilen bu yorumun bir diğer tamamlayıcı unsuru ise devletçiliktir. Devletçilik, sâdece bir iktasâdî kalkınma ilkesini değil, Türkiye toplumunda kalkınmanın ortaya çıkarabileceği sınıf farklılıklarını engelleme misyonunu da ifâde etmektedir. Bu durumda, “ileride” kalkınma süreci içinde bir noktada çok partili demokrasiye geçileceğinin hedeflendiği iddiâsı da temelsiz kalmaktadır. Hattâ, 1930’da “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak görülen toplumun 1945’te hangi esâsa göre çok partili bir siyâsî hayata geçebildiğini izâh etmek de imkânsız olmaktadır.

Yâhut da, başka türlü bir bakış açısına ihtiyaç vardır: Türkiye, 1945 sonrasında çok partili siyâsî hayata geçmiştir ama bu “çok partili düzen” aslında demokratik olmaktan çok, tek parti yönetiminin çok partililik altında devam ettirilme çabasıyla malûldür. Çok partili demokrasilerin ön şartı olan ifâde ve örgütlenme özgürlüklerinin önünde sözde çok partili siyasî hayat boyunca varolan ve onca reforma rağmen bugün dahi devam eden engeller, kapatılan siyasî partiler, demokratik seçimi engelleyen askerî ve sivil bürokratik müdahaleler hatırlanmalıdır. En kapsamlı askerî darbe olarak 12 Eylül darbe liderinin, politikacılara duyduğu öfke ile Atatürk’ün (ve Kemalist kadronun) “yalan yanlış politikacılar” yaklaşımı ne kadar da yakındır birbirine. Kezâ yine 12 Eylül darbe liderinin “bize biri biraz piyasacı, diğeri biraz devletçi iki parti yeter” yaklaşımı ile Atatürk döneminin “bize tek parti, halk partisi yeter” yaklaşımı arasında sadece bir ve iki sayıları arasındaki nicelik farkı kadar bir fark vardır ki 1930’dan 1980’e gelindiğinde, “e o kadar nicelik farkı da olsun artık!” diyebiliriz herhalde.

Özetle, Türkiye Cumhuriyet’in 90. yılını idrâk ettiğimiz bugünlerde, uzun dönemler boyunca aslında çok-partili bir görüntü altında tek parti yönetimini sürdürmeye çabalamış bir siyâsî mirasın gücünü tesbit etmek durumundayız. Bu siyâsî mirasın içinde kuşkusuz devletin en şedit ve cebbar baskılarına maruz kalmış sâhici özgürlük talepleri ve mücadeleleri olmuştur. 2000’li yıllar, daha önceki dönemlerden farklı olarak, Cumhuriyet’in bilinen en ileri standardlar olan Avrupa kriterlerine göre demokratikleşmesine dönük reformlarla belirlenmiştir. 2001 Anayasa değişiklikleriyle başlayan bu sürecin önceki dönemlerden farkı, “Türkiye özgü demokrasi” türünden adlandırmalarla baskılanan sâhici demokratikleşme taleplerinin önünün açılmış olmasıdır.

Öncelikle Kürt kimliği olmak üzere, Türkiye toplumunun farklı kimliklerden, farklı inaçlardan, farklı hayat tarzlarından oluşan çoğulcu yapısını siyasî kamusal alanda tanımaya dönük ciddî bir paradigma dönüşümünün işâretleri bugün her zamankinden daha belirgin olarak görülmektedir. Son açıklanan demokratikleşme paketinde yer alan Türkçe alfabenin değişmesi ve Kürtçe temel eğitimin mümkün hâle getirilmesi, bu yönde yorumlanabilir.

 Unutulmaması gereken temel husus ise, “tek-parti cumhuriyeti”ne özgü paradigmanın sert milliyetçi çekirdeğinin kırılmasına rağmen, kavramın doğru anlamında çoğulcu demokratik cumhuriyete geçiş sürecinde atılması gereken çok daha ileri ve radikal adımlar bulunmaktadır. Bunlar arasında sâdece Kürt sorunu bağlamında değerli olmanın ötesinde kilit niteliğindeki konu, adem-i merkeziyetçilik yönünde “bölge parlâmentoları”na dayanan yeni bir kamu yönetimi sistemine geçişin demokratik cumhuriyeti gerçekleştirmek bakımından öncelikle bir yeri vardır. Çünkü cumhuriyetin kavram olarak siyâset alanını vatandaşların aktif karar alma irâdasine ayrılmaz bir biçimde bağlayan öz niteliği bunu zorunlu kılmaktadır. Bu yönde işleri güçleştiren ise, sâdece “tek-parti cumhuriyeti”nin kuruluşundaki “istibdat müessesesi”nin hâlâ hissedilen târihî gücü yanında, bu isitbdâdın farkında olmaksızın, başta yeni anayasa olmak üzere kapsamlı bir reform sürecini engelleyen toplumsal ve siyâsî güçlerdir.

Levent Köker 



* Bkz. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder