"Bugünkü manzaramız
aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır [...] Halbuki ben cumhuriyeti şahsi
menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak
müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat
müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum."*
Atatürk’ün 1930 Temmuz’unda
“Tek-Parti Cumhuriyeti”nin siyâsî ve idârî niteliği hakkındaki bu belirlemesi birkaç bakımdan önemli.
Önemli bir bölümü üniversite mensubu olan pek çok târihçi ve siyâset bilimci, Atatürk’ün bu
sözlerinde bir “demokratik tavır” görmektedirler. Buna göre Atatürk bir
“demokrattı” ve aslında Cumhuriyet’in demokratik olmasını istiyordu.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF, 1924-1925) ile Serbest Cumhuriyet
Fırkası (SCF, 1930) deneyimleri de, yine bu yoruma gör, Atatürk’ün demokrasi
arzusunu gösteriyordu. Dolayısıyla, Atatürk’ün Serbest Fırka deneyiminin
başarısızlığa uğraması netîcesinde sarfettiği yukarıdaki
sözleri de, Cumhuriyet’i demokratikleştirme konusundaki başarısızlıktan nasıl
hayıflandığına işâret etmektedir. Bundan bir
adım sonrası, başta Atatürk olmak üzere, “tek-parti cumhuriyeti”nin ileri gelen
kadrolarının “ileride”, toplumun kendisini yönetecekleri seçebilecek ehliyete
kavuştuğu anlaşıldığında geçilecek olan bir demokrasi hedefini benimsedikleri
iddiasıdır.
Bu yorum hem târihî olgular bakımından bâzı yanlışlar içermektedir ve hem de mantıkî tutarlılıktan yoksundur. Bir kere, Atatürk’ün demokrasiye geçme
amacıyla iki deneme yaptığı iddiâsı geçerli değildir. TCF
deneyimi, Atatürk’ün kişisel bir diktatörlük kurma yolunda ilerlediğini düşünen
bir kısmı eski silâh arkadaşlarından oluşan
muhaliflerin bu gidişâta son vermek amacıyla ve
kendi irâdeleriyle kurdukları bir partidir. TCF’nın kapatılması ise Şeyh
Sait İsyânı sonrasındaki Takrir-i Sükûn Kânunu bağlamında ve esâsen Atatürk’ün bu partiyi yaşatmama niyetinin sonucu olarak
gerçekleşir. Atatürk’ün âdetâ emirle kurdurduğu SCF ise, bu açıdan, bir “deneyim” diye
görülebilir ama, Mete Tunçay’ın da göstermiş olduğu gibi, burada asıl amaç
muhalefeti açığa çıkarıp tasfiye etmektir.
1930’ların târihî bağlamı içinde Atatürk
başta olmak üzere tek-parti cumhuriyetinin pek çok ileri gelen şahsiyetinde,
çok partili, serbest seçimlere dayanan temsilî bir demokrasi aleyhinde pek çok görüş ortaya atıldığını da
ayrıca bilmekteyiz. Temel yaklaşım olarak, birden fazla siyasî partinin mevcudiyetini bâzı “Batı toplumları”nda
varolan sınıf farklarına ve çatışmasına bağlayan Atatürk’ün anlayışına göre,
Türkiye’de menfaatleri birbiriyle çatışan sınıflar olmadığından, sınıfları
temsil eden farklı siyasî partilere de gerek yoktur.
Türkiye’de tek bir sınıf vardır o da halktır ve halkın temsil edilmesi için de
tek parti, yâni “halk partisi”
yeterlidir. Zâten bu millet “yalan yanlış
politikacılar”dan da çok çekmiştir.
Daha çok tek parti
ideolojisinin halkçılık ilkesi ile pekiştirilen bu yorumun bir diğer
tamamlayıcı unsuru ise devletçiliktir. Devletçilik, sâdece bir iktasâdî kalkınma ilkesini değil, Türkiye toplumunda kalkınmanın ortaya
çıkarabileceği sınıf farklılıklarını engelleme misyonunu da ifâde etmektedir. Bu durumda, “ileride” kalkınma süreci içinde bir
noktada çok partili demokrasiye geçileceğinin hedeflendiği iddiâsı da temelsiz kalmaktadır. Hattâ, 1930’da “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak
görülen toplumun 1945’te hangi esâsa göre çok partili bir siyâsî hayata geçebildiğini izâh etmek de imkânsız olmaktadır.
Yâhut da, başka türlü bir bakış açısına ihtiyaç vardır: Türkiye,
1945 sonrasında çok partili siyâsî hayata geçmiştir ama bu “çok partili düzen” aslında demokratik
olmaktan çok, tek parti yönetiminin çok partililik altında devam ettirilme
çabasıyla malûldür. Çok partili
demokrasilerin ön şartı olan ifâde ve örgütlenme
özgürlüklerinin önünde sözde çok partili siyasî hayat boyunca varolan ve
onca reforma rağmen bugün dahi devam eden engeller, kapatılan siyasî partiler,
demokratik seçimi engelleyen askerî ve sivil bürokratik müdahaleler hatırlanmalıdır.
En kapsamlı askerî darbe olarak 12 Eylül darbe liderinin, politikacılara
duyduğu öfke ile Atatürk’ün (ve Kemalist kadronun) “yalan yanlış politikacılar”
yaklaşımı ne kadar da yakındır birbirine. Kezâ yine 12 Eylül darbe liderinin
“bize biri biraz piyasacı, diğeri biraz devletçi iki parti yeter” yaklaşımı ile
Atatürk döneminin “bize tek parti, halk partisi yeter” yaklaşımı arasında
sadece bir ve iki sayıları arasındaki nicelik farkı kadar bir fark vardır ki
1930’dan 1980’e gelindiğinde, “e o kadar nicelik farkı da olsun artık!”
diyebiliriz herhalde.
Özetle, Türkiye Cumhuriyet’in 90. yılını idrâk ettiğimiz
bugünlerde, uzun dönemler boyunca aslında çok-partili bir görüntü altında tek
parti yönetimini sürdürmeye çabalamış bir siyâsî mirasın gücünü tesbit etmek
durumundayız. Bu siyâsî mirasın içinde kuşkusuz devletin en şedit ve cebbar
baskılarına maruz kalmış sâhici özgürlük talepleri ve mücadeleleri olmuştur.
2000’li yıllar, daha önceki dönemlerden farklı olarak, Cumhuriyet’in bilinen en
ileri standardlar olan Avrupa kriterlerine göre demokratikleşmesine dönük
reformlarla belirlenmiştir. 2001 Anayasa değişiklikleriyle başlayan bu sürecin
önceki dönemlerden farkı, “Türkiye özgü demokrasi” türünden adlandırmalarla
baskılanan sâhici demokratikleşme taleplerinin önünün açılmış olmasıdır.
Öncelikle Kürt kimliği olmak üzere, Türkiye toplumunun farklı
kimliklerden, farklı inaçlardan, farklı hayat tarzlarından oluşan çoğulcu
yapısını siyasî kamusal alanda tanımaya dönük ciddî bir paradigma dönüşümünün
işâretleri bugün her zamankinden daha belirgin olarak görülmektedir. Son
açıklanan demokratikleşme paketinde yer alan Türkçe alfabenin değişmesi ve
Kürtçe temel eğitimin mümkün hâle getirilmesi, bu yönde yorumlanabilir.
Unutulmaması gereken
temel husus ise, “tek-parti cumhuriyeti”ne özgü paradigmanın sert milliyetçi
çekirdeğinin kırılmasına rağmen, kavramın doğru anlamında çoğulcu demokratik
cumhuriyete geçiş sürecinde atılması gereken çok daha ileri ve radikal adımlar
bulunmaktadır. Bunlar arasında sâdece Kürt sorunu bağlamında değerli olmanın
ötesinde kilit niteliğindeki konu, adem-i merkeziyetçilik yönünde “bölge
parlâmentoları”na dayanan yeni bir kamu yönetimi sistemine geçişin demokratik
cumhuriyeti gerçekleştirmek bakımından öncelikle bir yeri vardır. Çünkü cumhuriyetin
kavram olarak siyâset alanını vatandaşların aktif karar alma irâdasine ayrılmaz
bir biçimde bağlayan öz niteliği bunu zorunlu kılmaktadır. Bu yönde işleri
güçleştiren ise, sâdece “tek-parti cumhuriyeti”nin kuruluşundaki “istibdat
müessesesi”nin hâlâ hissedilen târihî gücü yanında, bu isitbdâdın farkında
olmaksızın, başta yeni anayasa olmak üzere kapsamlı bir reform sürecini
engelleyen toplumsal ve siyâsî güçlerdir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder