12 Aralık 2013 Perşembe

MODERN HUKUK DEVLETİ ANLAYIŞININ ELEŞTİRİSİ BAĞLAMINDA NEUMANN VE HABERMAS



I

            Devlet ile hukuk arasındaki ilişki aslında hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde, “nerede devlet varsa orada hukuk, nerede hukuk varsa orada devlet vardır” biçiminde ifâde edilebilir. Devlet ile hukuk arasındaki ilişkiye dâir bu zorunlu bağ, örneğin hukukun çekirdeğinin insanın toplumsal hayat içinde dışa vuran davranışlarını düzenleyen müeyyideli kurallardan oluştuğu ve buradaki müeyyide unsurunun da esasında kamu gücü veya devlet tarafından uygulanan zorlama ile belirlendiği hatırlandığında da rahatça görülebilmektedir. Dahası, devlet deyince akla gelen “zor kullanma” özelliğinin mutlaka bir “adâlet” nosyonunu içermesi gerektiği, bir diğer deyişle adâletin olmadığı bir kurallar bütününün devlet adını almayı hak etmeyeceği, bu anlamda “adâlet”in –dolayısıyla adâleti onsuz düşünemeyeceğimiz bir hukuk düzeninin– devleti zor kullanma öğesini içeren diğer toplumsal beraberlik tarzlarından ayırdettiği de iknâ edici bir biçimde, çok eski çağlardan beri ortaya konulmuş olan bir düşüncedir (Gözler, 1998: 29-40).
Bununla birlikte, devlet ile hukuk arasındaki bu âdetâ “evrensel” gibi görünen bağın târih içinde özel bir ân’da ortaya çıkmış olan özel bir tipi bulunmaktadır ki, kendisinden önceki devlet-hukuk beraberliklerinde olmayan bâzı özelliklerle temâyüz etmektedir. Bu özel ân’ın mekânı Avrupa, zamanı ise yaklaşık 16. yüzyıl olup, devlet ile hukuk arasındaki ilişkinin özüne dâir niteliklerde meydana gelen farklılaşmalar nedeniyle, bu benzersizlik nedeniyle “modern” sıfatıyla anılmaktadır. Yerine göre “zamana uygun” anlamında “çağdaş” diye de anlaşılabilen ve sıklıkla eskiye göre yeninin daha iyiyi (“ileriyi,” “gelişmiş olanı”) temsil ettiği anlamında kullanılan bu sözcük, devlet veyâ hukuk kavramlarını nitelediğinde, böyle bir değer yargısını bir kenara bıraksak bile, gerçekten, 16. yüzyıl Avrupa’sında görülmeye başlananlardan daha öncekilere ve daha başka yerlerdekilere benzemeyen devlet ve hukuk tiplerini ifâde etmektedir (karş. Keyman, 1981: 3-29).
Kısaca “modern devlet” ve ona özgü olarak “modern hukuk” diye adlandırmamız gereken bu “tiplere,” adı üzerinde, belirli bir târihî tecrübenin içinden soyutlanarak varılmıştır ve sâdece o târihî tecrübeyi değil, başka zaman ve mekân boyutlarındaki tecrübeleri kavramamıza olanak veren özellikleri de içermektedirler. Bir diğer deyişle, ana hatlarıyla 16. yüzyıl ile 20. yüzyıl ortalarına sarkan bir süreçte, önce Avrupa, sonra Kuzey Atlantik toplumlarında ortaya çıkan modern devlet tipi, kendi tipik özelliklerine uygun bir modern hukuk düzeni ile birlikte oluşmuştur. Bu oluşum çerçevesinde, modern devlet, kendisinden önceki kent-devleti (politeia veya civitas) ve “imparatorluk” tiplerine benzememekte, üzerinde kendi târihî gelişim sürecinde ortaya çıkardığı sorunlarla birlikte duracağımız hukuk devletine doğru gelişen bir tipi anlatmaktadır. Şöyle ki:

(1)  “Öncelikle modern devlet kendiliğinden büyüyerek gelişmiş bir yapı olmaktan çok yapay olarak oluşturulmuş bir yapıdır. ... Bir başka deyişle, modern devlet Tanrı’nın, ulusun kendi Geist’ının ya da bilinmeyen tarihsel güçlerin bir armağanı olarak verilmemiştir; ‘yapma’ bir gerçekliktir.” (Poggi,  2001:116-117 –vurgular eklenmiştir.)
(2)  Modern devletin bu “yapay” (daha doğrusu sun’i, yâni “insan yapısı”) niteliği, onun, örneğin “politeia”da olduğu gibi toplumla özdeş ve hattâ toplumsal olarak en ideal, mükemmel varoluş ereği olarak değil de, toplumdan ayrı bir varlık (entity) diye anlaşılmasını da mümkün kılmaktadır. Devlet, böylece, insanlar tarafından (meselâ özgürlükleri güvence altına almak, çatışmaların düzen ve barış içinde halledilmesini mümkün kılmak, vb. gibi) belli bir amaç için kurulan ve dolayısıyla da o amaç için gördüğü işlevle belirlenen bir tür mekanizma olmaktadır (Poggi, 2001: 117-119).
(3)  Modern devletin bu yapay ve işlevsel belirlilik ile ifâde edilen toplumdan ayrı bir varlık olma nitelikleri, Max Weber’in ünlü tanımına da bir anlamda temel oluşturmuşlardır. Bilindiği gibi, Weber’in ünlü tanımına göre (modern) devlet, toplum içinde fizikî zor kullanma tekelini “meşrû” olarak elinde bulunduran örgütlenmedir. Buna göre modern devlet, sâdece yapaylık ve işlevsel belirlilik özelliklerine sâhip olmakla kalmamakta, aynı zamanda kendisinden önceki devlet tiplerinden farklı olarak, “fizikî zor kullanma tekeli”ni de eline almış bulunmaktadır.
(4)  Buradaki anahtar, modern devletin bu fizikî zor kullanma tekelinin “meşrû” olmasıdır. Meşrûiyet ise, sözlük anlamıyla “hukuka uygunluk” demektir. Ancak burada hukuk da, devlet gibi, “modern” sıfatı ile nitelendirilmelidir. Çünkü, modern devletin önemli ayırdedici niteliği onun “yapaylığı”, devletin insan irâdesi ile kurulmasını ifâde etmekte, böyle olunca da devlet kurucu irâdenin bu fonksiyonunu ancak hukuk kuralı koyarak yerine getirmesi mümkün olabilmektedir. Netîce itibâriyle modern devlet, insan irâdesi tarafından inşâ edilen, işlevsel belirliliği bulunan bir örgütlenme olarak aslında hukuk aracılığıyla oluşturulmakta ve dolayısıyla da, aynı zamanda, hukuka dayanmaktadır ve bu anlamda modern devlet “hukukî” bir varlıktır.
(5)  Modern devletin yapaylığına bağlı bir biçimde anlaşılması gereken hukukîliği, modern hukukun çok önemli bir özelliği ile birlikte düşünüldüğünde, aslında modern sıfatının devlet-hukuk ilişkilerini nitelendirmekteki büyük önemi de ortaya çıkmaktadır. Modern hukukun bu çok önemli özelliği, onun “pozitifliği”dir; kısaca, modern hukuk, pozitif hukuktur. Burada “pozitif,” belirli zaman ve mekân boyutlarında geçerli olan hukuk kurallarını anlatmaktan çok, modern hukukun insan tarafından vâz edilmiş olma niteliğini anlatmaktadır. Dolayısıyla, modern devlet, devlet kurma irâdesini, “ortak bağlayıcılığı olan müeyyideli normlar düzeni kurmak” anlamında bir hukuk düzeni biçiminde ortaya koyan bir insan topluluğunun ürünü olmakta; bu bakımdan da insan yapısı hukukî bir varlık olarak ortaya çıkmakta, karşılık olarak da kendisini vâr eden hukuk ile bağlı bulunmaktadır.
(6)  Hukukun tek kaynağı olarak “monark”ın görüldüğü (“L’État c’est moi!,” “Devlet benim,” ama aslında “L’ État=Status=Hukuk” diye okunursa, “Hukuk [koyan irâde] benim” diye anlaşılması gereken) mutlakiyetçilik evresinden (16.-17.yüzyıllar) monarkın birey hak ve özgürlüklerini koruyan şartlarla sınırlandırıldığı “meşrutîyet” veya “anayasal devlet” evresine (18. ve 19. yüzyıllar) geçiş, aslında insanın kendi irâdesi ile kendisini bağlaması hâlinde ve ancak bu hâlde özgür olabileceğini kabûl eden ve bu anlamda da bireysel özgürlüğü modern hukukun temeline yerleştirip, buradan devleti bu özgürlüğü güvence altına almakla ve faaliyet alanı da bu özgürlük alanı ile sınırlı bir teşkilâtlanma olarak kuran hukuk devleti anlayışına geçiştir.
(7)  Bu klâsik bağlamıyla hukuk devleti, devletin üç temel görevini yasama, yürütme ve yargı olarak ayrıştırmakta ve devletin, bu görevlerini yerine getirirken kendisini inşâ eden ve bireysel özgürlüğü güvence altına almayı öncelikle amaçlayan hukuk kurallarına bağlı kalmasını garanti altına almaya yönelmektedir. Bu garanti, özellikle devletin yasama ve yürütme alanlarındaki faaliyetlerinin, bunlardan bağımsız ve tarafsız yargı organınca yerine getirilecek denetim görevi ile temin edilecektir.
(8)  Ancak, buradaki kritik nokta,  klâsik hukuk devleti açıklamalarında kuvvetler ayrılığı olarak bilinen örgütsel mekanizmanın bireysel özgürlükleri güvence altına almak için yeterli olmayacağı, çünkü yargının da son kertede yasama organı tarafından yapılan kanunları uygulamakla yükümlü bulunduğu hususudur. Dolayısıyla, bağımsız ve tarafsız yargı denetimi de hayatî önem taşımakla birlikte, bireysel özgürlüğün en temel güvencesi aslında yasama organının işlevinde yatmaktadır. Bu nedenle de, yasama faaliyetinin mutlaka özgürlüğü güvence altına alma özenini gösterecek toplum üyelerine hasredilmesi gerekmektedir ki, bu da toplumun temel özgürlüklerden en fazla yararlanmayı bilen ayrıcalıklı kesimlerini (örneğin cinsiyet ve servet esasına dayalı kurallar üzerinden yüzyıllar boyu yasama faaliyetinde bulunma ayrıcalığını elinde tutacak olan burjuvaziyi) ifâde etmektedir (Ağaoğulları, Zabcı, Ergün, 2005: 192-193).

II

            Buraya kadar özetlenmeye çalışılan çerçeve içinde modern hukuk devleti, bireysel özgürlükleri güvence altına almaya yönelik olarak, bir yandan kuvvetler ayrılığını getiren diğer yandan da en temel faaliyet olarak yasama faaliyetini temel bireysel özgürlüklerden yararlanmasını en iyi bilen toplum kesimlerinin (öncelikle de burjuvazinin) tekeline veren bir niteliktedir. Yine bu çerçevede, klâsik hukuk devleti, temel anlayış ve kurumsal yapı özellikleri olarak, “demokratik” değil, liberaldir. En önemli teorik meşrûlaştırıcısı John Locke olan bu “liberal hukuk devleti” anlayışı, bireyin en temel hakları olarak hayat, emek ve mülkiyet haklarını kabûl etmekte ve bunların güvence altına alınmasını mümkün kılan bir sistemi önermektedir.
            17. yüzyıl İngiltere’sinden 18. yüzyıl Amerika’sına ve Fransız Devrimi üzerinden Avrupa’ya ve giderek dünyaya yayılan bu “liberal hukuk devleti” anlayışı, kendi mantığına bağlı bir dizi çelişki içeriyordu. Bunların başında, bu anlayışın temel kabûllerinden olan herkesin soyut bireyler olarak özgürlüklere sâhip olmaları ile bireylerin bu özgürlüklerinin somut toplumsal koşullar altındaki anlamı arasındaki uyumsuzluk gelmekteydi. Bir diğer deyişle, tüm bireylerin soyut hak özneleri olarak sâhip oldukları özgürlükler, ancak somut bazı bireylere (öncelikle de zengin ve erkek burjuvalara) tanınmış “politik ayrıcalıklar” ile güvence altına alınabiliyordu. Özetle, mantığı itibâriyle bireysel özgürlük ile politik hakların zorunlu birlikteliğine dayanan liberal hukuk devleti, kendi mantığı ile çelişkili bir somut devlet mekanizmasını meşrûlaştırmakta zorlanıyor, kapitalist sanayi toplumunun târihi koşulları altında, 19. yüzyıla gelindiğinde, meselâ Benjamin Constant’ın “aktif ve pasif yurttaş” ayrımı veyâ J. S. Mill’in “önce bireysel gelişim sonra demokratik haklar” diye kabaca ifâde edebileceğimiz “gelişmeci liberal demokrasi” yorumu dahi sorunu çözemiyordu (Macpherson, 1977).
            İlk ortaya çıktığı toplumsal bağlamlardaki bu çelişkilerin zorladığı liberal hukuk devleti anlayışı, târihî arkaplânındaki gelişmeleri farklı bir yol üzerinden yaşayan Almanya’da, 1919 Weimar Anayasası döneminde ilginç bir tecrübeden geçmiştir. Bu tecrübenin ilginçliği, liberal anlayışın ilk ortaya çıktığı İngiltere bağlamından farklı olarak, iki noktada kendini göstermektedir. Bunlardan ilki, Weimar Anayasası ile kurulan devletin, 19. yüzyılın ikinci yarısından beri süregelen Alman birliğinin oluşumu sürecinde bir evreyi temsil etmesidir. Sözü edilen süreç, aslında bu yazının başlarında modern devletin irâdî (yapay) bir oluşum olma niteliğine Almanya’da yüklenen anlamların niteliği bakımından ilgi çekmektedir. Buraya kadarki açıklamalarda ortaya konulan liberal hukuk devleti anlayışı, temel özellikleri bakımından, “doğal hukuk ve toplum sözleşmesi” teorisinin İngiliz felsefesindeki temsilcilerinden Locke’taki izaha göre betimlenmiştir. Burada hareket noktası, her türlü somut, târihî bağlamdan soyutlanmış, terim yerindeyse târih (ve toplum) dışı soyut birey, bu bireyin yine târih (ve toplum) dışı hak ve özgürlükleri olmakta ve buradan bu soyut bireyin kurucu özne olarak yer aldığı bir “sözleşme süreci”nin ürünü olarak ortaya çıkan “doğal özgürlüklerle sınırlandırılmış devlet”e varılmaktadır. Almanya bağlamında ise, 19. yüzyıl ortalarında başlayan Alman birliğinin oluş(turul)ması sürecinde devlet, Alman ulusunun kolektif irâdesine dayandırılmak istenmiş, devletin yine yapay olduğu kabûl görmekle birlikte bu yapaylığı ortaya çıkaran kolektif (ulusal) irâde, “Târihçi Okul” örneğini izleyerek belirtirsek, Alman ulusunun târih içinde ortaya koyduğu ve hukukçular tarafından ortaya çıkarılması gereken kurumları ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır.
            Bu sürecin içinde devlet ve hukuk ilişkileri konusunda çok farklı yorum ve açıklamalar ortaya koyan Alman düşüncesinde, ulusal irâde ile ulusal devlet ve ulusal hukuk arasında özdeşlik kurmaya yönelen, bir yönüyle Alman idealizminden de güç alan milliyetçi akıma karşılık, özellikle Weimar Anayasası’nın liberal hukuk devleti modeline en fazla tekâbül eden bir yapılanma olarak izah edilmeye çalışıldığı görülmektedir. Yalnız burada yer alan liberal hukuk devletinin izahında vurgu, klâsik modeldeki bireysel özgürlük önceliğinden önemli bir sapma ile, devlet ve hukuk özdeşliğine yönelmiştir. Bir diğer deyişle, Alman izahında liberal hukuk devleti anlayışı, devletin kendisini hukukla ifâde etmesinden hareketle ve buna dayanarak, devletin kendisini kendi koyduğu hukuk ile sınırlandırması biçiminde anlaşılmıştır. Bu anlayışın önemli bir netîcesi, devlet ile bir normatif düzen olarak hukukun özdeşliği ve bu özdeşlik temelinde hem devletin, hem de hukukun “nötr” olduğu iddiası olarak beliren “hukukî pozitivizm” olmuştur.
Bu akımın kurucusu ve en önemli temsilcisi olan Hans Kelsen’in iddiası, devletin bir normlar sistemi olan hukukla özdeşliğidir ki, burada dikkât çekici olan husus, devletle özdeş sayılan hukuku meydana getiren normlar sisteminin bir hiyerarşi hâlinde kavranmasıdır. Normların en soyut olandan en somut olana doğru (veya tersi) bir sıralama içinde, alttaki normun üsttekine aykırı olamayacağı biçiminde bir tâbiiyet ilişkisi biçiminde sıralanmasını ifâde eden bu sistem, hem soyut normlardan somuta doğru bir tutarlı bütünlük ifâde etmekte, hem de böyle bir sistemde hiçbir boşluk bulunmadığı kabûl edilmekte ve böylece tam ve tutarlı bir normatif sistem olarak hukuk, toplumsal-politik hayatı güvenceli bir biçimde düzenlemiş olmaktadır (Keyman, 1978).
19. yüzyıl boyunca gelişen ve 20. yüzyıl başlarında da yaygın olarak kabûl gören genel bir felsefe olarak pozitivizmin objektif, değer yargılarından arındırılmış, “saf” bilim anlayışına yüklediği değerin hukuk teorisi alanındaki bir izdüşümü gibi görünen bu Kelsenci “saf hukuk teorisi,” yine dönemin Alman hukuk ve devlet düşüncesinin çeşitli temsilcileri tarafından eleştirilmekteydi. Bunlardan en önemlilerinden biri, bugün de görüşlerine yaygın olarak müracaât edilmekte olan Carl Schmitt’tir. Schmitt’in hukukî pozitivizme ve bununla birleşik bir biçimde liberal modele yönelttiği eleştirinin özünde, bu bağlamda, Kelsen’in hukuku izah edişindeki bir tıkanma önemli bir yer tutmaktadır. Hukuk düzenini bir hiyerarşik normlar sistemi olarak gördüğünü aktardığımız Kelsen’e göre, her norm geçerliliğini (validity) kendisine kaynaklık eden bir üst normdan almakta, böylece hukuk normları, örneğin yönetmelik-kanun-anayasa gibi somuttan soyuta doğru sıralanmaktadır. Burada tıkanıklık, kanunların kaynağını oluşturan anayasanın geçerliliğini hangi normdan aldığı sorusunda yatmaktadır ki, hukuku salt hukuk içinde kalarak açıklamak isteyen Kelsen, özellikle görüşlerini ilk ortaya koyduğu dönemde, bu tıkanmayı bir “varsayım” diye belirttiği “temel norm”la aşmaya çalışmıştır. Buna göre kanunlar geçerliliklerini anayasadan, anayasalar da temel normdan almaktadırlar. Temel norm ise, zorunlu olarak, bir varsayım niteliğindedir ve bu izah doyurucu olmaktan uzaktır.
Carl Schmitt’in eleştirisi, bu noktada anlam kazanmaktadır zira Schmitt’e göre bir hukuk düzenini, sâdece o hukuk düzeni içinde kalarak, yâni “saf hukuk” hâlinde izah etmek mümkün değildir çünkü, her hukuk düzenini önceleyen bir “politik karar,” daha doğrusu neyin norm (kural), dolayısıyla neyin norm-dışı (istisnâ), neyin “normal”, neyin “kritik” olduğuna dâir bir karar söz konusudur ve böyle bir karar yâhut bu kararı verme gücüne sâhip olduğu için böyle adlandırılan “egemen” olmadan herhangi bir hukuk düzeninin ve bu anlamda da devletin mevcûdiyeti söz konusu olamaz. Politik kararın içeriği ise, bir topluluğun dostları ile düşmanlarını ayırt etmekle belirlenmekte, hukuk (hukuka uygunluk veya aykırılık veyahut bir normatif geçerlilik sorunu) da bu belirlenime tâbi kılınmış olmaktadır ().
Bu görüşleriyle bir normatif sistem olarak hukukun (ve onunla özdeşleştirilen devletin) tam ve tutarlı bir bütünlük hâlinde ve tarafsız bir biçimde toplumsal-politik hayatı düzenlemesinin söz konusu olamayacağını ortaya koymuş olan Carl Schmitt’in bu görüşleri, 1933 sonrasında Nazi rejimiyle yaptığı işbirliği öncesindeki ortamda, Frankfurt Okulu mensuplarının dikkâtini çekmiş ve etkilenmelere neden olmuştur. Bu etkilenmeler arasında burada ele aldığımız konu bakımından en önemlilerinden biri, Weimar Cumhuriyeti’nin liberal hukuk devleti anlayışını “sol”dan eleştiren Franz Neumann’ın görüşleridir. Hukukun sâdece hukuk, düzenin sâdece düzen olduğu ve hukuk düzeni ile özdeşleşmiş olan devletin toplumsal farklılıklar, eşitsizlikler karşısında tarafsız bir konumda bulunduğu iddiasının çürütülmesine yönelen bu görüşler, liberal hukuk devleti anlayışının savaş sonrası ortamda “sosyal hukuk devleti” yönünde bir değişim yaşamasına da katkıda bulunmuşlardır.
1937 yılında Weimar Anayasası’nın kapsamlı bir eleştirisini ortaya koyan Neumann, “eski klâsik ve yeni sosyal hakların ilişkilendirilmemiş bir biçimde yan yana sıralndığı”nı belirttikten sonra, “Weimar Anayasası’nın kararsız bir anayasa olduğunu söylemenin yerinde olacağı”nı (Kelly, 2003: 265-266) belirtirken veya,  “Almanya’daki belirleyici dost/düşman gruplaşmasının emek ile sermaye arasında olduğu” (Tribe, 1987: 18) değerlendirmesini yaparken, Schmitt’ten ne kadar etkilendiğini de örneklemiş olmaktadır. Bu etkilenmenin netîcesinde Neumann, liberal hukuk devleti anlayışının içerdiği hak ve özgürlükleri güvence altına alan kuvvetler ayrılığı sistemini ve bu sistemin temel ilkeleri olarak parlâmenter yönetim ile yargı denetimi mekanizmalarını da, hukukî pozitivizmin genel kabûllerinin dışına çıkarak eleştirmektedir. Neumann’a göre,

“Almanya’da bugün temel siyâsî karşıtlığın ekonomik çatışma olduğu ve yine Almanya’daki belirleyici dost/düşman gruplaşmasının emek ve sermaye arasında olduğu kabûl edildiği takdirde, şu da açığa çıkmış olur ki, böylesi siyâsî çelişki şartlarında artık parlâmento aracılığıyla yönetim mümkün olmaz. … görünüşte sınıflar arasında ortada duruyormuş gibi olan bir devlet iktidarı herhangi bir biçimde bir anayasal mekanizma (korporatif devlet, üst meclis, seçim reformu) yoluyla bir derece de olsa istikrar sağlamaktan âciz olursa, o zaman, mücadele eden gruplara da tek başlarına ve total olarak iktidarı ele geçirmekten başka bir yol kalmaz ve bunlar parlâmenter koşullarda bir değişme olsa bile, kendi hâkimiyetlerini terk etmek de istemeyeceklerdir. Bu da, her şeye rağmen, parlâmenter sistemin sonu olacaktır.” (Aktaran Tribe, 1987: 18-19).
            Hukukî pozitivizmin yerleştirmek istediği anlayışın tersine, hukukun ve dolayısıyla onunla özdeş sayılan devletin tarafsızlığı iddiasını çürüten Neumann, hukuk devleti anlayışının ayrılmaz parçasını oluşturan kuvvetler ayrılığı konusuna da, önce Almanya’nın özel bağlamında, iki anlamını da ortaya koyarak yaklaşmaktadır. Buna göre, Almanya’ya özgü bir kavram olarak Rechtsstaat’ın  içinde yer alan kuvvetler ayrılığının bir anlamı

“kuvvetlerin birbirlerinden farklılaşması demektir: yâni yasama, idare ve yargı arasında ki, bu sonuncusu her zaman önceliklidir. Bu anlama göre belirli devlet görevleri belirli devlet organlarına verilmiştir. Bir anayasal monarşide tâc ile parlâmento yasama güçlerini birlikte kullanırlar; idâre [yürütme] tâcın elindedir ve yargı da sâdece hukuka –yâni genel norma– tâbi kılınmış bulunan hür yargıçların elindedir.
Bunula birlikte kuvvetler bölünmesinin ikinci bir anlamı daha vardır: bu da, kuvvetler arasında gerçek bir bölünmedir, yürütme gücünün belirli sosyal sınıflar arasında dağıtılmasıdır. Kral ve feodal kalıntılar yürütmeyi kontrol ederler ve yargıya katılırlar. Burjuvazi ise, hukukçu yetiştirmek suretiyle yasamayı kontrol etmekte ve ayrıca yargıya da katılmaktadır. Proletarya bu sistemde hiçbir rol oynamamaktadır.” (Neumann, 1987: 68-69).

            Neumann, hukuk devleti ve güçler ayrılığı ile ilgili bu sınıfsal analizini burada sona erdirmemekte, analizi Amerikan ve İngiliz sistemlerine yaygınlaştırmakta ve tekelci kapitalizm ile kitle demokrasisi altında ortaya çıkan ortak sorun alanlarını tesbit etmeye yönelmektedir. Buna göre, klâsik hukuk devleti sisteminde hiçbir role sâhip olmayan proletaryanın gelişen kitle demokrasisinin imkânlarından yararlanarak parlâmentoya girdiği dönemde parlâmento, yürütme organı üzerinde güç kazanmakta olan bürokrasi aleyhine sistem içindeki gücünü yitirmekte ve yargıçların da rolü değişmektedir. Yine Neumann’a göre,

“yargıçlar, kendi kapitalist çıkarlarıyla çatışan yasaları anayasaya aykırı bulmakta, özgürlük ve mülkiyete müdahale söz konusu olduğu ölçüde yürütmenin görevini yapmasını engellemekte ve bürokrasi ile birlikte, …, parlâmentonun üstünlüğünü kesin olarak tahrip eden ve şimdi içinde işçi hareketinin çok etkili hâle gelmiş bulunduğu parlâmento üzerinde idâreye ve yargıya belirleyici bir üstünlük aktaran bir ‘karşı devlet’ oluşturmaktadırlar.” (Neumann, 1987: 72).

            Modern hukuk devleti anlayışının Neumann örneğinden yola çıkarak aktarılan bu eleştirisi, esas itibariyle, bireysel özgürlükleri –en azından kavramsal olarak– toplum öncesi ve dolayısıyla politika dışı kabûl eden liberal yaklaşıma yönelik bir eleştiri gibi görünmemektedir. Daha doğrusu, Neumann örneğinden hareketle söylersek, liberal hukuk devleti anlayışının bu “sol’dan eleştirisi”, daha çok devlet organizasyonunun hukuk devleti kurumları tarafından gizlenen sınıfsal tahakküm ilişkilerini deşifre etmeye yönelik gibi görünmektedir. Bu deşifre etme, liberal hukuk devletine özgü “toplum öncesi hakların korunması” biçimindeki yaklaşımı dönüştürmüş ve Neumann’ın eleştirdiği “kararsız anayasa” düzeninde anlamı olmayan sosyal hakların hayata geçirildiği bir “sosyal hukuk devleti”ne imkân sağlamıştır.

III

            Jürgen Habermas’ın hukuk devleti problematiğine katkısı, konuyu düşünme terimlerini ve aslında belki de temellerini değiştirmesinde ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Habermas’ın katkısını açıklamak için, önce Neumann’ın eleştirisiyle ortak noktasını ortaya koyarak başlayabiliriz. Bu ortak nokta, Habermas’ın da, Neumann gibi, modern liberal hukuk devleti anlayışına yaklaşımında hukukî pozitivizmi eleştirmesi, daha doğrusu “politik bağlam”dan koparılmış bir hukuk kavrayışının imkânsızlığını temellendirmesidir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Habermas’ın Neumann’la olan ortaklığı herhâlde sâdece buraya kadardır çünkü, Habermas hukuk devletini düşünürken müracaât ettiği politika kavramından Neumann-Schmitt çizgisindeki gibi bir gruplaşma ve (Neumann örneğinde sınıf temelli bir) iktidar mücâdelesi değil, zorunlu olarak sâdece sınıflardan oluşmayan, farklı kesimlerin nihâî bir uzlaşmayı hedefleyen müzakere süreçlerini anlamaktadır.
            Modern devlet ve hukuk arasında, bu yazının başında kurulan ilişki, Habermas’ın problematiğini de aslında belirlemektedir. Buna göre hukukun çekirdeği, insan davranışlarını müeyyide ile desteklenmiş olarak düzenleyen ve bu anlamda bağlayıcı ve zorlayıcı olan davranış kurallarından oluşmaktadır. Bu yaklaşım açısından hemen ilk akla gelen husus, hukuk kuralları ile bu kuralların zorlayıcılığını uygulamakla görevli devletin fizikî zor kullanma tekeli olmakta, buna karşılık “meşrûiyet” biraz ikinci plânda kalmaktadır. Habermas’ın Between Facts and Norms başlıklı eserini İngilizce’ye tercüme eden Rehg’in ifâdesiyle, “zorlayıcı yasalar basitçe tehditlerle desteklenmiş emirlerden ibâret olmayıp aynı zamanda belli bir meşrûiyet iddiâsını da içermektedirler.” (Rehg, 1996: xi). İşte sorun, modern hukukun içerdiği bu meşrûiyet iddiâsının nasıl karşılandığı, bir diğer deyişle modern hukukun meşrûiyetinin nasıl üretildiği sorunudur:

“Bir politik yasa koyucu tarafından herhangi bir zamanda değiştirilebilecek nitelikte olan kuralların meşrûiyetini sağlayan nedir? Bu soru özellikle kapsamlı dünya görüşlerinin ve kolektif olarak bağlayıcı olan ahlâk kurallarının çözülmüş olduğu çoğulcu toplumlarda, doğal hukukun bir zamanlar içinde yer almış olduğu dinin veya metafiziğin yerine artık hayatta kalmayı başarmış bir gelenek sonrası vicdanî ahlâkın ikâme edilemediği toplumlarda âcil hâle gelmektedir.” (Habermas, 1996: 448)
           
            Bu âcil sorunun çözümünde Habermas’a göre “modern hukuk düzeni, meşrûiyetini ancak kendi kaderini tâyinden türetebilecektir: yurttaşlar kendilerini her zaman, kendilerine hitâp eden kurallara tâbi konumdaki kişiler olarak aynı ânda bu kuralların koyucuları olarak da görebilmelidirler.” (Habermas, 1996: 449). Habermas, Kant ve Rousseau’da köklerini bulabileceğimiz bir düşünceyi, yukarıda belirtilen, ahlâkî dünyâ görüşlerinin dağılmış olduğu karmaşık toplumlardaki meşrûiyet sorununu ele alırken kullanmaktadır: Kişinin kendi özgürlüğünü ancak kendi irâdî rızasıyla sınırlaması halinde bu sınırlamanın meşrû ve dolayısıyla da o kişinin özgürleşmiş olacağı anlamında bir “kendi kaderini tâyin” (self-determination).
            Meşrûiyet sorununa ilişkin bu çözüm önerisini düşünme girişimi, Jürgen Habermas’ı, aslında “iletişimsel demokrasi” kavramına, daha doğrusu bir “ideal konuşma durumu” içinde üzerinde anlaşılacak olan ortak bağlayıcı kuralların meşrû olacağı netîcesine götürmektedir. Habermas’ın daha eski eserlerinde işlediği bu düşünce, aslında meşrûiyet sorununu daha sonraki ele alış biçimleriyle uyumsuz olmadığından, ideâl konuşma durumunu kısaca açıklamakta yarar vardır. Habermas’a göre, bir toplumda hukuk düzenini oluşturan kolektif bağlayıcı olan kuralların meşrû bir biçimde oluşturulabilmesi için, sözü edilen kurallara bu kurallara tâbi olacak veyâ bu kuralların sonuçlarından doğrudan veyâ dolaylı olarak etkilenebilecek herkesin, şu şartlar altında katıldığı özgür ve çarpıtılmamış bir konuşma sürecinden sonra karar verilmiş olmalıdır: (1) Konuşmaya katılan herkes, yek diğerini eşit olarak görmeli veya hiç kimse kendisini diğerlerinden daha üstün veya aşağı konumda görmemelidir. (2) Konuşulan konu ile ilgili bilgi kaynakları herkes için eşit ölçüde erişilebilir olmalı, hiç kimse gizli veya ayrıcalıklı, başkalarının erişemeyeceği bilgilere sahip olmamalıdır. (3) Nihayet, konuşulacak konuların tesbitinde ve konuşma sürecinde hiçbir tabu veya yasak söz konusu olmamalıdır (krş. Cohen ve Arato, 1992: 347-348).
            Esasen bütün bir hukuk ve devlet düzeninin meşrûiyetini temin edebilecek ideal koşulları ortaya koyan “ideal konuşma durumu,” aslında bir yanıyla “negatif” bir işlev görmekte ve örneğin somut hukuk ve devlet düzenleri hakkında, böylesi bir ideal meşrûiyet ölçüsünü devreye sokarak, neyin böyle bir ideali engellediği tesbit etme imkânına kavuşabiliriz. Fakat, Habermas, bu ideal konuşma durumu ile ilgili düşüncesini, daha sonra meşrûiyet sorununu çözmek için geliştirdiği başka düşüncelerle pekiştirmiş ve daha pozitif bir yöne doğru geliştirmiştir. Burada kullanılan anahtar kavram ise, “ideal konuşma durumu”nun parametrelerinden veya koşullarından vazgeçmeyi zorunlu kılmaksızın üzerinde düşünmemiz gereken “kanaat ve irâde oluşturma” (opinion-and-will formation) kavramıdır (Habermas, 1996: 287-387).
            Kolektif bağlayıcılığı olan kurallar, bu karalarla tâbi olanlar veya bu kuralların uygulanmasından doğrudan yahut dolaylı olarak etkilenecek olanlar tarafından engellenmemiş ve çarpıtılmamış bir iletişim ortamında sağlanacak olan ortak rıza ile oluşturulduklarında, herkes için geçerli, yâni evrenselleştirilebilir ölçüde meşrû olacaklarından, bu sürecin gerçekleşebilmesi için gerekli olan hususlardan biri, bireylerin “kanaat ve irâde oluşturma” imkânlarına sâhip olmalarıdır. Bu imkâna sâhip olmanın ise iki koşulu bulunmaktadır: (1) Her bireyin kendi “özel özerklik” alanının güvence altına alınmış olması ve (2) her bireyin bu özel özerklik alanında kolektif bağlayıcılığı olan kurallar üzerinde anlaşmayla sonuçlanacak tartışma sürecine katılmak için kanaat ve irade oluşturmasını mümkün kılacak serbest zaman ve diğer pozitif olanaklara sâhip bulunması (karş. Habermas, 1996: 414-427).
            Jürgen Habermas, bu iki koşulun Avrupa’da ulus-devletlerin târihi gelişimleri sürecinde liberal anayasal devletin özgürlükçülüğü ile sosyal devletin sağladığı eğitim, sağlık, boş zaman gibi imkânlar tarafından temin edilmiş olduğunu belirtmektedir. Şimdi sorun, bireylerin güvence altına alınmış “özel özerklik” alanları ile bu alanlar içinde özgürce (kendi rızaları dışında hiçbir müdahaleye maruz kalmaksızın) kanaat ve irâde oluşturma imkânlarının ulus-üstü bir çerçeveye taşınması; yine bu çerçevede sâdece sosyo-ekonomik sınıf ve grup farklılıklarının değil, aynı zamanda kültürel kimlik/grup farklılıklarının da politik ifâdesine imkân verilmesi noktalarında karşımıza çıkmaktadır. Habermas, bu “özel özerklik” alanı ile ilgili koşulların ulusal ve ulusal-üstü düzeylerde, kültürel farklılıkları da içerecek biçimde karşılanmasıyla birlikte, bunun aynı zamanda birey-yurttaşların kendi kanaat ve irâdelerini politik kamusal alana taşımalarıyla birlikte oluşacak olan kolektif bağlayıcılığı olan karar alma (hukuk kuralı koyma) süreçleriyle, daha doğrusu bu usûl (procedure) ile günümüzün karmaşık toplumlarındaki meşrûiyet sorununun da çözüleceğini düşünmektedir (Habermas, 2001, Habermas, 2005).
            Öyle anlaşılıyor ki, modern hukuk devleti kavramında târihi birikim olarak artık içerilmekte olan bireysel özgürlük ve sosyo-ekonomik haklar beraberliği, Neumann için sınıfsal temelde liberalizmin sosyalizme dönüştürülmesi bağlamında bir anlam ifâde ederken, Habermas için, günümüzün karmaşık toplumlarında yaşanmakta olan ve özlü ve kapsamlı bir ahlâkî (dinî, metafizik, vb.) öğreti ile çözülmesi imkânsız olan meşrûiyet sorunlarının üstesinden gelinmesine yardım edecek bir “altyapı” veyâ bir târihî zemin işlevine sâhiptir. Bu zemin üzerinde gerçekleştirilecek olan iletişimsel demokrasi pratiğinin usûlî nitelikleri, çağdaş karmaşık toplumlarda meşrûiyet sorununu çözme  imkânını bize sunmaktadır ki, özünde, liberal hukuk devleti kavrayışının da sosyal hukuk devleti anlayışının da kavrayamadığı bir biçimde, özel özerklik ile politik-kamusal özerkliğin ayrılmaz birlikteliğini gerçekleştirmek yatmaktadır.            

Levent Köker

KAYNAKÇA

Ağaoğulları, M.A., Zabcı, F. Ç., Ergün, R. (2005), Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

Cohen, J. ve Arato, A. (1992), Civil Society and Political Theory, Cambridge, Mass.: MIT Press.

Gözler, K. (1998), Hukuka Giriş, Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları.

Habermas, J. (2005), “Equal Treatment of Cultures and the Limits of Postmodern Liberalism,” Journal of Political Philosophy, Vol. 13, No. 1, s. 1-28.

Habermas, J. (2001), “Why Europe Needs a Constitution,” New Left Review, No. 11, Eylül-Ekim, s. 5-26.

Habermas, J. (1996), Between Facts and Norms, Cambridge, Mass.: MIT Pres.

Kelly, D. The State of the Political. Conceptions ofPolitics and  the State in the Thought of Max Weber, Carl Schmitt and Franz Neumann, Oxford: Oxford University Press.

Keyman, S. (1978), “Hukuki Pozitivizm,” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 1-4, s. 17-55.

Keyman S. (1981), “Hukukta Bir Tanım Denemesi”, Akif Erginay’a 65’inci Yaş Armağanı, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, s.3-29.

Macpherson, C.B. (1977) The Life and Times of Liberal Democracy, Oxford: Oxford University Press.

Neumann, F. (1987) “Rechtsstaat, the Division of Powers and Socialism,” O. Kirchheimer ve F. Neumann, Social Democracy and the Rule of Law, ed. K. Tribe, London: Allen and Unwin, s. 66-74.

Poggi, G. (2001), Modern Devletin Gelişimi, Sosyolojik Bir Yaklaşım (çev. Binnaz Toprak-Şule Kut), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Rehg, W. (1996), “Translator’s Introduction,” Jürgen Habermas, Between Facts and Norms, Cambridge, Mass.: MIT Press, s. ix-xliii.

Tribe, K. (1987) “Introduction,” O. Kirchheimer ve F. Neumann, Social Democracy and the Rule of Law, ed. K. Tribe, London: Allen and Unwin, s. 1-26.


* Gazi Ü. Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder