Önce bir konuda anlaşalım. Türkiye, şu an sâhip bilindiği
siyâsî sistem özellikleri bakımından, kaynayan bir kazan halindeki Mağrip ve
Maşrık ülkelerine model olabilir. Ne var ki bu, Türkiye siyasetinin ayıplı bir
demokrasi olduğu gerçeğini gizleyemez. Hep sözü edilen “ileri demokrasi” veya
daha açık ifâdesiyle, çağdaş dünyada geçerli olan özgürlük ve katılımcılık
bakımından en gelişkin satndardlara erişmiş bir demokrasi yönünde atılması
gereken daha pek çok adım var. Bu yöndeki demokratik reformların durma
noktasına gelmiş olması, “eh, artık yeter, zâten çevremizde ve de İslâm
âleminde bizden daha demokratik memleket mi var!” türünden bir böbürlenmeyle
haklılaştırılamaz. Böyle bir yaklaşım, Türkiye’nin hâlihazırdaki ayıplı
demokrasisini siyâsî ahlâk açısından meşrûlaştıramayacağı gibi, çok temel bazı
sorunların çözümünü de güçleştirecektir.
Sorunun anahtarı, Türkiye demokrasisinin, çağdaş
standardlara uygun özgürlük ve katılımcılık anlayışlarını gerçekleştirme
yönündeki engellerinin tesbitinde yatmaktadır. Çağdaş demokrasi, siyasî
özgürlük anlayışı bakımından “çokkültürlü”, katılımcılık söz konusu olduğunda
ise, olabildiğince “ademi merkeziyetçi”dir. Olabildiğince ademi merkeziyetçi
dememin sebebi, ademi merkeziyetçiliğin en uç noktasında, bir ulus-devletin
kendi içinde bölünerek yeni ulus-devletlerin ortaya çıkmasına yol açılmasının
sakıncalarına işâret etmektir. Ulus-devlet, 19. ve 20. yüzyılda bilinen, en
geçerli formülüyle tek (ulusal) kültür üzerine inşâ edilen, merkeziyetçi bir
siyâsî sistem yapılanmasını anlatır. Bu yapı, çağımızın “ileri demokrasi”
standardlarıyla uyuşmadığı için değişmektedir. Bu değişimin kaynağı ise
ulus-devlet üstü hukuk standardları getiren ve Türkiye devletinin de tâbi
bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi normlardır. Netîce itibâriyle,
Türkiye, ilkesel olarak, kuruluş felsefesinde varolan tekçi anlayıştan ve merkeziyetçi siyasî-idârî
yapısından kurtulmak zorundadır. Bunu gerçekleştiremediği takdirde, sâdece ilkesel
düzeyde geri ve ayıplı bir demokrasiyi sürdürmekle kalmayacak, aynı zamanda ve
belki de pratik açıdan daha önemli olarak, Kürt sorunu ile otoriter lâiklik
anlayışından kaynaklanan temel sorunlarını da çözemeyecektir.
Yukarıdaki tesbitler doğruysa, yâni Türkiye’nin ayıplı bir
demokrasiye sâhip olmasını “düşük standardlı” ülkelere bakarak onaylamıyorsak
ve ancak ve ancak demokratik reformların ilerletilmesi yoluyla toplumsal ve
siyâsî sorunlarını çözebileceğini kabûl ediyorsak, Türkiye‘nin geleceğini nasıl
görebiliyoruz?
Milletvekili genel seçimlerine üç aydan az bir zaman kala,
Türkiye siyasetinin temel problemi artarak kendisini hissetrimektedir. Bu temel
problem, AK Parti’nin gederek siyaset biliminde yeri olan bir “tek parti” tipi
olan “hâkim parti”ye doğru evrilmesi ve bu evrimin özellikle anamuhalefet
partisindeki vesâyetçi eğilimlerle birlikte gerçekleşmesidir. (Not: Hakim
parti, gerçekte çoğulcu demokrasinin tüm özellikleri mevcut olmakla birlikte,
aynı siyasi partinin üsüste dört-beş genel seçimden tek başına iktidar olarak
çıkabildiği bir sistemin adırır. AK Parti’nin gidişi de bu yönü işâret
etmektedir.)
Cumhuriyet Halk Partisi, 1923-1950 dönemine denk gelen
“tek-parti yönetimi”nde, 1923 öncesindeki birikimi bir anlamda yok sayarak,
Türkiye halkının kendi kendisini yönetme ehliyetine sâhip olmadığı yargısına
dayanan bir devlet düzeni kurmak istemişti. Siyaset biliminin ünlü isimleri
Maurice Duverger ve merhum Tarık Zafer Tunaya, bu tesbitten hareketle,
tek-parti dönemindeki CHP için “vesâyet partisi”, bu partinin ideolojisi için
“vesâyet ideolojisi” ve tek-parti rejimi için de “vesâyet rejimi” nitelemesini
uygun görmüşlerdi. Bu nitelendirmenin anlamı, CHP’nin 1923-1950 arasında,
ekonomik gelişme ve kültürel yeterlilik gibi temel göstergeler bakımından
demokrasi açısından yetersiz görülen bir toplumun ileride demokratik bir düzene
geçmek için hazırlanması gerektiği anlayışıyla bir tek-parti yönetimi
kurduğuydu. Nitelendirmenin temel sorunu ise, CHP’nin, tek-partili vesâyet
düzenini sona erdirmeye ne zaman karar vereceği ile ilgiliydi. Târih öyle
gösteriyor ki, CHP 27 yıllık vesâyetçi anlayışını, 1945 sonrasının konjonktürel
etkisi altında ve Cemil Koçak’ın gösterdiği üzere, ancak “ikinci parti” ile
sınırlı bir biçimde değiştirebilmiştir. Bir diğer deyişle, Türkiye, tek-parti
döneminden sonra, gerçekten çoğulcu bir demokrasiye tam olarak geçememiş, çok
partili hayat içinde maruz kalınan askerî darbe ve müdalaleler de, tek-parti
döneminde kurumlaştırılan vesâyet anlayışının devamı olarak ortaya çıkmıştır.
Sonuç: Tek-parti döneminden gelen vesayetçi anlayış, Türkiye
demokrasisinin önünde bir engel olmaya devam etmektedir. Vesayetçiliğin
tasfiyesi yönünde atılan adımlar, en sonuncusu 2010 yılında gerçekleşen
anayasal ve yasal reformlar bu bakımdan yetersizdir. Yetersizliğin ana
sebeblerinden biri, CHP’nin tek-parti döneminden kalma vesayetçi anlayışınıdan
kurtularak, gerçek anlamda “Avrupalı” bir sol/sosyal demokrat parti hüviyetini
kazananamamış olmasıdır.
CHP’nin vesayetçi müktesabatından kendisini kurtararamamış
olmasının Türkiye demokrasisi üzerindeki olumsuz etkisi böyle görünmekle
birlikte, işin bir de AK Parti’yi ilgilendiren yanı bulunmaktadır. AK Parti,
son derece bâriz bir biçimde, muhafazakâr ve milliyetçi bir siyâsî birikimin
partisidir. Bu birikimin niteliği, AK Parti’nin demokratik reformcu karakterini
baştan sınırlandırmaktadır. Muhafazakâr ve milliyetçi müktesebatı olan tüm
siyâsî hareketler gibi AK Parti’de de öncelik demokratikleşme değil siyâsî
iktidarda kalabilmektir ve bunda da fazlaca yadırganacak bir şey yoktur. Bu
bakımdan, 1999’dan 2001’e kadar hiçbir demokratik reform hamlesi yapmayan
DSP-ANAP-MHP iktidarının, 2001 krizinden sonra ve tamamen pragmatik amaçlarla
demokratikleşme adımları atması gibi, AK Parti de, 2002’den bu yana süren
iktidarında hızı ve derinliği zaman içinde azalan demokratik reformlar
gerçekleştirmiştir.
Türkiye, başta Kürt sorunu olmak üzere, otoriter lâiklik
anlayışından kaynaklanan Diyanet İşleri ile, Alevilikle, böşörtüsü ile ilgili
mes’eleleri ancak yeni bir anayasal düzen içinde çözebilecektir. Toplumda bir
yeni anayasa ihtiyacı konusunda büyük bir mutabakat bulunmaktadır. Buna
karşılık bu yeni anayasada yer alması gereken çağdaş demokrasi standardlarını
başta CHP olmak üzere muhalefet kabûl etmemektedir. Özellikle CHP’nin
vesâetçiliği aşan, Türkiye toplumunun her bakımdan katılımcı ve çokkültürlü bir
demokrasiye kavuşması için gereken anayasal ve yasal reformları konusunda
hiçbir açık kamusal beyanı bulunmamaktadır. Buna, AK Parti liderliğinin
anayasal yenilenme ihtiyacını giderek daha cılız bir sesle dile getirmekte
olduğunu ekleyebiliriz.
Bu, anlaşılabilir bir husustur. Ancak, gelinen noktada
Türkiye siyasetinin geleceği bakımından endişe verici olan husus şudur:
Muhalefetin demokratikleşme talebinin olmadığı, özellikle anamuhalefetin
statükonun bekçisi bir vesayet partisi gibi davranmaya devam ettiği, iktidar
partisinin de üçüncü kez tek başına iktidar olmak üzere bulunduğu ve bu başarı
için hiç bir demokratik açılıma ihtiyaç duymadığı bir siyasi ortamda, Türkiye
toplumunun temel sorunlarını çözebilecek demokratik adımlar nasıl hayata
geçebilecektir? Türkiye siyaseti, şu ân için, vesayetçi anlayışından
kurtulamayan bir CHP muhalefeti ile 2023’e kadar (2023 dâhil) Türkiye’yi
yönetme plânları yapan bir “hâkim tek parti” olarak AK Parti gerçeği arasında
sıkışmış durumdadır. Bu sıkışmanın standardı yüksek bir yeni demokratikleşme
hamlesi getirebilmesi, anlaşılan, Türkiye siyasetinde hep olduğu gibi,
konjontürel etkilere bağlı gibi görünmektedir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder