11 Aralık 2013 Çarşamba

Vesâyet Partisi ile Hâkim Parti Kıskacında Türkiye Demokrasisi



Önce bir konuda anlaşalım. Türkiye, şu an sâhip bilindiği siyâsî sistem özellikleri bakımından, kaynayan bir kazan halindeki Mağrip ve Maşrık ülkelerine model olabilir. Ne var ki bu, Türkiye siyasetinin ayıplı bir demokrasi olduğu gerçeğini gizleyemez. Hep sözü edilen “ileri demokrasi” veya daha açık ifâdesiyle, çağdaş dünyada geçerli olan özgürlük ve katılımcılık bakımından en gelişkin satndardlara erişmiş bir demokrasi yönünde atılması gereken daha pek çok adım var. Bu yöndeki demokratik reformların durma noktasına gelmiş olması, “eh, artık yeter, zâten çevremizde ve de İslâm âleminde bizden daha demokratik memleket mi var!” türünden bir böbürlenmeyle haklılaştırılamaz. Böyle bir yaklaşım, Türkiye’nin hâlihazırdaki ayıplı demokrasisini siyâsî ahlâk açısından meşrûlaştıramayacağı gibi, çok temel bazı sorunların çözümünü de güçleştirecektir.
Sorunun anahtarı, Türkiye demokrasisinin, çağdaş standardlara uygun özgürlük ve katılımcılık anlayışlarını gerçekleştirme yönündeki engellerinin tesbitinde yatmaktadır. Çağdaş demokrasi, siyasî özgürlük anlayışı bakımından “çokkültürlü”, katılımcılık söz konusu olduğunda ise, olabildiğince “ademi merkeziyetçi”dir. Olabildiğince ademi merkeziyetçi dememin sebebi, ademi merkeziyetçiliğin en uç noktasında, bir ulus-devletin kendi içinde bölünerek yeni ulus-devletlerin ortaya çıkmasına yol açılmasının sakıncalarına işâret etmektir. Ulus-devlet, 19. ve 20. yüzyılda bilinen, en geçerli formülüyle tek (ulusal) kültür üzerine inşâ edilen, merkeziyetçi bir siyâsî sistem yapılanmasını anlatır. Bu yapı, çağımızın “ileri demokrasi” standardlarıyla uyuşmadığı için değişmektedir. Bu değişimin kaynağı ise ulus-devlet üstü hukuk standardları getiren ve Türkiye devletinin de tâbi bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi normlardır. Netîce itibâriyle, Türkiye, ilkesel olarak, kuruluş felsefesinde  varolan tekçi anlayıştan ve merkeziyetçi siyasî-idârî yapısından kurtulmak zorundadır. Bunu gerçekleştiremediği takdirde, sâdece ilkesel düzeyde geri ve ayıplı bir demokrasiyi sürdürmekle kalmayacak, aynı zamanda ve belki de pratik açıdan daha önemli olarak, Kürt sorunu ile otoriter lâiklik anlayışından kaynaklanan temel sorunlarını da çözemeyecektir.
Yukarıdaki tesbitler doğruysa, yâni Türkiye’nin ayıplı bir demokrasiye sâhip olmasını “düşük standardlı” ülkelere bakarak onaylamıyorsak ve ancak ve ancak demokratik reformların ilerletilmesi yoluyla toplumsal ve siyâsî sorunlarını çözebileceğini kabûl ediyorsak, Türkiye‘nin geleceğini nasıl görebiliyoruz?
Milletvekili genel seçimlerine üç aydan az bir zaman kala, Türkiye siyasetinin temel problemi artarak kendisini hissetrimektedir. Bu temel problem, AK Parti’nin gederek siyaset biliminde yeri olan bir “tek parti” tipi olan “hâkim parti”ye doğru evrilmesi ve bu evrimin özellikle anamuhalefet partisindeki vesâyetçi eğilimlerle birlikte gerçekleşmesidir. (Not: Hakim parti, gerçekte çoğulcu demokrasinin tüm özellikleri mevcut olmakla birlikte, aynı siyasi partinin üsüste dört-beş genel seçimden tek başına iktidar olarak çıkabildiği bir sistemin adırır. AK Parti’nin gidişi de bu yönü işâret etmektedir.)
Cumhuriyet Halk Partisi, 1923-1950 dönemine denk gelen “tek-parti yönetimi”nde, 1923 öncesindeki birikimi bir anlamda yok sayarak, Türkiye halkının kendi kendisini yönetme ehliyetine sâhip olmadığı yargısına dayanan bir devlet düzeni kurmak istemişti. Siyaset biliminin ünlü isimleri Maurice Duverger ve merhum Tarık Zafer Tunaya, bu tesbitten hareketle, tek-parti dönemindeki CHP için “vesâyet partisi”, bu partinin ideolojisi için “vesâyet ideolojisi” ve tek-parti rejimi için de “vesâyet rejimi” nitelemesini uygun görmüşlerdi. Bu nitelendirmenin anlamı, CHP’nin 1923-1950 arasında, ekonomik gelişme ve kültürel yeterlilik gibi temel göstergeler bakımından demokrasi açısından yetersiz görülen bir toplumun ileride demokratik bir düzene geçmek için hazırlanması gerektiği anlayışıyla bir tek-parti yönetimi kurduğuydu. Nitelendirmenin temel sorunu ise, CHP’nin, tek-partili vesâyet düzenini sona erdirmeye ne zaman karar vereceği ile ilgiliydi. Târih öyle gösteriyor ki, CHP 27 yıllık vesâyetçi anlayışını, 1945 sonrasının konjonktürel etkisi altında ve Cemil Koçak’ın gösterdiği üzere, ancak “ikinci parti” ile sınırlı bir biçimde değiştirebilmiştir. Bir diğer deyişle, Türkiye, tek-parti döneminden sonra, gerçekten çoğulcu bir demokrasiye tam olarak geçememiş, çok partili hayat içinde maruz kalınan askerî darbe ve müdalaleler de, tek-parti döneminde kurumlaştırılan vesâyet anlayışının devamı olarak ortaya çıkmıştır.
Sonuç: Tek-parti döneminden gelen vesayetçi anlayış, Türkiye demokrasisinin önünde bir engel olmaya devam etmektedir. Vesayetçiliğin tasfiyesi yönünde atılan adımlar, en sonuncusu 2010 yılında gerçekleşen anayasal ve yasal reformlar bu bakımdan yetersizdir. Yetersizliğin ana sebeblerinden biri, CHP’nin tek-parti döneminden kalma vesayetçi anlayışınıdan kurtularak, gerçek anlamda “Avrupalı” bir sol/sosyal demokrat parti hüviyetini kazananamamış olmasıdır.
CHP’nin vesayetçi müktesabatından kendisini kurtararamamış olmasının Türkiye demokrasisi üzerindeki olumsuz etkisi böyle görünmekle birlikte, işin bir de AK Parti’yi ilgilendiren yanı bulunmaktadır. AK Parti, son derece bâriz bir biçimde, muhafazakâr ve milliyetçi bir siyâsî birikimin partisidir. Bu birikimin niteliği, AK Parti’nin demokratik reformcu karakterini baştan sınırlandırmaktadır. Muhafazakâr ve milliyetçi müktesebatı olan tüm siyâsî hareketler gibi AK Parti’de de öncelik demokratikleşme değil siyâsî iktidarda kalabilmektir ve bunda da fazlaca yadırganacak bir şey yoktur. Bu bakımdan, 1999’dan 2001’e kadar hiçbir demokratik reform hamlesi yapmayan DSP-ANAP-MHP iktidarının, 2001 krizinden sonra ve tamamen pragmatik amaçlarla demokratikleşme adımları atması gibi, AK Parti de, 2002’den bu yana süren iktidarında hızı ve derinliği zaman içinde azalan demokratik reformlar gerçekleştirmiştir.
Türkiye, başta Kürt sorunu olmak üzere, otoriter lâiklik anlayışından kaynaklanan Diyanet İşleri ile, Alevilikle, böşörtüsü ile ilgili mes’eleleri ancak yeni bir anayasal düzen içinde çözebilecektir. Toplumda bir yeni anayasa ihtiyacı konusunda büyük bir mutabakat bulunmaktadır. Buna karşılık bu yeni anayasada yer alması gereken çağdaş demokrasi standardlarını başta CHP olmak üzere muhalefet kabûl etmemektedir. Özellikle CHP’nin vesâetçiliği aşan, Türkiye toplumunun her bakımdan katılımcı ve çokkültürlü bir demokrasiye kavuşması için gereken anayasal ve yasal reformları konusunda hiçbir açık kamusal beyanı bulunmamaktadır. Buna, AK Parti liderliğinin anayasal yenilenme ihtiyacını giderek daha cılız bir sesle dile getirmekte olduğunu ekleyebiliriz.
Bu, anlaşılabilir bir husustur. Ancak, gelinen noktada Türkiye siyasetinin geleceği bakımından endişe verici olan husus şudur: Muhalefetin demokratikleşme talebinin olmadığı, özellikle anamuhalefetin statükonun bekçisi bir vesayet partisi gibi davranmaya devam ettiği, iktidar partisinin de üçüncü kez tek başına iktidar olmak üzere bulunduğu ve bu başarı için hiç bir demokratik açılıma ihtiyaç duymadığı bir siyasi ortamda, Türkiye toplumunun temel sorunlarını çözebilecek demokratik adımlar nasıl hayata geçebilecektir? Türkiye siyaseti, şu ân için, vesayetçi anlayışından kurtulamayan bir CHP muhalefeti ile 2023’e kadar (2023 dâhil) Türkiye’yi yönetme plânları yapan bir “hâkim tek parti” olarak AK Parti gerçeği arasında sıkışmış durumdadır. Bu sıkışmanın standardı yüksek bir yeni demokratikleşme hamlesi getirebilmesi, anlaşılan, Türkiye siyasetinde hep olduğu gibi, konjontürel etkilere bağlı gibi görünmektedir.
Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder