12 Aralık 2013 Perşembe

Türkiye'nin Milliyetçilik Problemi


Türkiye'nin siyasi tartışma gündeminde epeydir ilk sıralara yerleşmiş bir konu olan milliyetçilik, uzun bir süre daha bu yerini koruyacak gibi görünüyor. 

Bununla birlikte, milliyetçilik tartışmalarına bakıldığında, bazı noktaların yeterince vurgulanmamasından kaynaklanan bir karmaşanın varlığı göze çarpıyor. Özellikle güncel siyasi kaygıların da etkide bulunduğunu hissedebildiğimiz bir biçimde, siyasi seçkinler ve yakın çevreleri milliyetçiliği doğrudan karşılarına almak istemiyorlar.

Belki de, gerçekten samimi olarak inandıklarından "kendi milliyetçilikleri"ni "öteki milliyetçilikler"den farklılaştırmak istiyorlar; kendilerininki "pozitif", ötekilerininki "negatif" oluyor, mesela. Yahut, tırnak içinde sosyal demokratların yapmak istedikleri gibi, milliyetçiliğe karşı ulusalcılık terimine müracaat ediliyor.

Bu milliyetçilik nüanslarına bir de tartışılan konunun sosyolojik, kültürel, ekonomik, politik, yerel ve küresel boyutlarının kesiştiği karmaşık bağlantı noktaları eklenince, iş iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.

Bütün bunların üstüne, Hrant Dink suikastinin yankıları, bu yankılar arasında yeniden gündeme gelen ve esasen milliyetçiliğin tartışıldığı her bağlamda gündeme gelmesi de gereken ırkçılık, derin devlet ve komplo teorileri de eklenince, manzara iyiden iyiye bur toz duman hâlini alıyor.

Dolayısıyla bu kısa yazı, Türkiye'nin güncel tartışma gündeminde yerini almış olan milliyetçilik problemi ile ilgili bazı noktaları, mümkün olduğunca sistemli bir açıklık içinde değerlendirmeyi amaçlamaktadır.

Milliyetçiliğin tanımı

Önce milliyetçiliğin tanımı ile başlayabiliriz sanıyorum. Milliyetçilik konusunda, toplumsal ve siyâsî teorinin pek çok teriminde olduğu gibi, tam bir tanım belki yapılamaz ama, en azından milliyetçiliğin olmazsa olmazları ortaya konabilir. Şöyle ki (1):

Milliyetçilik bir ideolojidir. Bu ideoloji, (a) devlet ile milletin birliğini sağlamayı ve muhafaza etmeyi hedefler ve (b) bireylere belli bir milletin ve -dolayısıyla o millet ile ayrılmaz bir birlik oluşturmuş bulunan- devletin mensupları olarak belirli bir dünyâ görüşü getirir ve bu çerçevede de ödevler yükler, onları bu ödevlerin gereğini yerine getirmeye çağırır.

Devlet ile milletin birliğinin sağlanması ve muhafaza edilmesi, üç türlü olabilir. (a) Devlet ile milletin birliği uzunca sayılabilecek bir zaman dilimi içine yayılarak, adeta kendiliğinden gerçekleşebilir. (b) Millet oluşmuştur ama henüz kendi devletine sahip değildir. Bu durumda milliyetçilik, bir milletin kendi devletini kurma hedefine yönelen projesini ifade etmektedir. (c) Üçüncü durumda ise, devlet vardır ama bu devletin kendisini dayandırabileceği bir milleti yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti'nin durumu "üçüncü"ye örnektir. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar, aslında Osmanlı'dan tevarüs edilen bir devlete sahip askeri ve sivil bürokratik seçkinlerdi. Cumhuriyet'in kurucuları, yeni devletin bir "milli devlet" olmasını hedefliyorlardı ve bu anlamda milliyetçiydiler. Lakin, Osmanlı'dan tevarüs edilen devletin milli olabilmesi için, bir "millet"in oluşturulması gerekiyordu.

Bu durumda, devletin insan unsurunun bir milleti oluşturabilmesi için, millet kavramında içkin (mündemiç) olan birlik unsurlarının sağlanması şarttı. Neydi bir milleti meydana getiren birlik unsurları? Cumhuriyet'in kurucusunun diliyle söyleyelim: "siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve menşe (köken) birliği, tarihi karabet (yakınlık) ve ahlaki karabet."(2)

Türk milliyeçiliği

Toplumda açıkça varolan farklılıklar karşısında, sözü edilen bu birlik unsurlarının gerçekleştirilmesi nasıl mümkün olabilecekti? Bütün milliyetçilikler gibi Türk milliyetçiliğinin ana problemi budur ve bu problemin çözümsüzlüğü milliyetçiliği ve tabii Türk milliyetçiliğini de problem haline getirmektedir.

Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet'in kuruluşuna giden yolda, önce Lozan'la, sonra nüfus mübadelesi ile, daha sonra da iskân, göçmenlik, azınlıklar, yer adları, anadil/resmi dil gibi alanlarda izlediği politikalarla ve devlet tarafından yaygınlaştırılan "milliyetçi ideoloji" ile bu "birlik unsurları"nı gerçekleştirme yolunda epeyce çaba göstermişti; hâlâ da göstermektedir.

Burada, Türkiye'nin milliyetçilik probleminin ana damarını oluşturan soru şudur: Bu çabalar, acaba, günümüz dünyasında "medeni (civic, yani yurttaşlıkla ilgili-hukuki) milliyetçilik" ile "etnik milliyetçilik" ayrımı çerçevesinde nerede yer almaktadır?

(a) Atatürk'ün açıkça "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" (buna "Ne mutlu Türküm diyene!" sözünü de ekleyebilirsiniz!) anlamındaki sözlerine ve Cumhuriyet anayasalarının hepsinin Türklük kavramını hukukileştirmiş olmasına bakarak, Türkiye'deki resmi milliyetçilik anlayışının "medeni milliyetçiliğe" yakınlaştığını söylemek mümkündür. Nitekim bugün de, "pozitif milliyetçilik" terimine müracaat edenler Türk milliyetçiliğinin bu özelliğe sâhip olduğunu kabul etmekte ve bunu öne çıkarmak istemektedirler, herhalde. Herhalde diyorum çünkü bu konuda bir açıklık yoktur ama, en azından pozitif milliyetçilik teriminin literatürdeki kullanımında bu anlam öne çıkmaktadır.

(b) Buna karşılık, yukarıdaki teşhis pek yerinde görünmemektedir. Türk milliyetçiliğinin resmi düzeyde ve demokratik siyasi hayat içinde siyasi partiler ve siyasi ideoloji taşıyıcısı olan ve bir bölümünün yakın geçmişte ve hatta bugün de paramiliter niteliklere sahip olduğunu bildiğimiz örgütlenmeler içinde kabul gören biçimlerinde, "ırk ve menşe birliği" altında düşünülen "etnik Türk milliyetçiliği" tipinde olduğunu gösteren çok örnek bulunmaktadır.

Bunlardan birkaçını hemen sıralayalım:
(i) İnsanın hukuki anlamda kişiliğini oluşturan en temel öğeler arasında ilk sırada gelen kişinin "adı" ile ilgili olarak, örneğin 1934 tarihli "Soyadı Nizamnamesi"ne göre "soyadları Türk dilinden alınır" (md.5); "Yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz" (md.7). Dil, etnik mensubiyetin en temel göstergesidir ve bu maddeler açıkça Türkiye insanının isimlerinin "etnik Türk" olma özelliğine göre belirlenmesi yönünde bir düzenleme getirmişlerdir.

(ii) İkinci örnek yine dil meselesiyle ilgilidir. Çağdaş, demokratik, çoğulcu bir dünya görüşüne sahip olsun olmasın, basitçe akl-ı selim sahibi herkes devletlerin dili değil, resmi dili olduğunu, buna karşılık insanların da anadillerinin bulunduğunu kabul edecektir. Oysa Türkiye'de durum böyle değildir: 12 Eylül 1980 askeri diktatörlük dönemi ile başlayıp 1982 Anayasası ile birlikte devam eden zihniyetin getirdiği ve kendinden önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar katı bir etnik vurgu içeren zihniyet uyarınca, bugün Türk hukuk düzeninde devletin "resmi dil"inden insanların da "ana dillerinden" bahsetmek imkansızdır. Anayasa'nın 3., 42. maddeleri, "Yabancı Dil Eğitim ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun" hükümleri ve nihâyet bu normlara dayanan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun "anadilde eğitim"i savunmanın hukuka aykırı olduğunu tescil eden içtihadı karşısında, bugünkü Türk hukukunda insanların anadilleri bulunmamaktadır.

(iii) Yine dil ile ilgili olarak, "Kürtçe'nin yasaklanması" olarak bilinen kanunun 1983-1991 yılları arasında yürürlükte kaldığı; Anayasanın "kanunen yasaklanmış dillerde" düşünce açıklaması yapılmasını yasaklayan hükümlerinin 2001'e kadar varlıklarını koruduğu; hâlen yürürlükte olan 1949 tarihli İl İdaresi Kanuna göre "Türkçe olmayan ve iltibasa meydan veren köy adları, alakadar Vilayet Daimi Encümeninin mütalaası alındıktan sonra, en kısa zamanda Dahiliye Vekaletince değiştirilir" (md. 2/D) türündeki düzenlemeler verilebilir.

(iv) Bunlara ek olarak, eski ve yeni "İskân Kanunu" düzenlemelerinde ve "Türk Vatandaşlığı Kanunu"nda "Türk soyu" terimine hukukî bir anlam verilmektedir.

(v) Son olarak, Hrant Dink suikastinin ardından alevlenmiş gibi görünen "kaldırılsın mı, değiştirilsin mi/değiştirilsin ama nasıl" türünden anlamsız tartışmalara konu edilen 301. maddedeki etnik içerikli "Türklük" kavramını da bu listeye ekleyebiliriz.(3)


Türk milliyetçiliğinin etnik özellikleri ağır basan bir milliyetçilik tipi olduğunu gösteren hukuki düzenlemelerle uygulamaların yanında, Türk milletini meydana getiren birlik unsurları arasında "din" unsurunun da önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Atatürk'ün millet kavramını tanımlarken ve buradan hareketle Türk milletinin oluşumunda etkili olan faktörleri belirlerken açıkça "dışlamak" istediği "İslâm dini"(4), Türk millî devletinin oluşumunda önemli bir târihî faktör olmuştur.

Bir kere, daha millî mücadele döneminde, millî sözcüğünün Osmanlı'daki dinî içeriğinin "müdafaa-i hukuk" hareketi üzerindeki etkisini bilmekteyiz. Sonra ve belki daha da çarpıcı olarak, Türkiye halkını meydana getiren muhtelif "etnik unsurlar" arasında birliği sağlayacak olan etkenin "İslamiyet" olduğunu, hem Atatürk'ün Birinci Meclis dönemindeki konuşmalarında ve hem de 1921 Anayasası üzerindeki Meclis görüşmelerinde dile getirilen görüşlerde görmekteyiz.

Dahası, pratikte, Lozan'da din esasına göre yapılan azınlık tanımı, aynı esasa dayanan "Ahali Mübadelesi," Türk soyundan olmalarına rağmen Türkiye'ye göçmen olarak gelmeleri "Hıristiyan" oldukları için kabûl edilmeyen Gagavuzlara karşı Türk soyundan olmadıkları hâlde Türkiye'ye "Türk soyundanmış gibi" göçmen olarak kabûl edilen Boşnaklarla Pomaklar'ın sundukları örnekler(5); ortalama zihniyet kalıbında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsa da gayri Müslim azınlıkları "yabancı" sayan, böylece "yerli yabancı" veyâ "yabancı vatandaş" gibi kavramsal/hukukî hilkât garîbelerinin varlığı, İslâmiyetin de Türk milliyetçiliğinde önemli bir belirleyici olduğunu göstermektedir.

Türk milliyetçiliğinin çelişkileri

Özetlersek, Türk milliyetçiliği, devlet-millet birliğini, etnik Türklük ile İslâmiyet'in bir tür sentezine dayandırmaktadır. Bu da Türk milliyetçiliğini, özellikle günümüz dünyâsı açısından, hem kendi iç çelişkilerinin yoğunluğu bakımından ve hem de günümüz dünyâsının gelişim doğrultuları temelinde, çözülmesi gereken bir problem hâline getirmektedir. Türk milliyetçiliğinin iç çelişkileri öncelikle şu noktalarda özetlenebilir:
(a) Milliyetçiliğin hedeflediği devlet-millet birliğine dayanan bir siyâsî kuruluş, Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrupa Birliği hedefiyle uyuşmamaktadır. Bir kere, milliyetçiliğin devlet anlayışı, devletin egemenliğini gerektirir ki egemenlik, ülke dışında ve içinde son sözü söyleme yetkisinin devlette olması anlamına gelir. Oysa Avrupa Birliği üyeliği gerçekleşince bu egemenlik de ortadan kalkmış olacaktır. "Buna daha zaman var" denebilirse de, devletin egemenlik öğesinin daha şimdiden ortadan kalkma yoluna girdiği görülebilir.

Burada bir karşı tez, "egemenliğin AB içinde ortadan kalkmasına Türkiye Cumhuriyeti kendi egemen iradesiyle karar vermiştir, dolayısıyla egemenlik yine de muhafaza edilmiştir" türünden bir "milli teselli" kâbilinden ileri sürülebilir. Buna karşılık, Avrupa Birliği'nin bir "uluslararası" birlik olmayıp, "uluslarüstü" birlik niteliğinde olması, Birlik üyelerinin millî devlet olma niteliklerinin ortadan kalkmasını gerektiren bir siyâsî berâberlik içine girdikleri gerçeği karşısında, Türk milliyetçiliğinin gerçekten bir çelişki içinde olduğu kolayca ortaya çıkmaktadır.

(b) Türk milliyetçiliğinin ikinci önemli çelişkisi, millî birlik kavramının anadil ve İslamiyet'in rolü örnekleri üzerinden ortaya koymaya çalıştığım "tek kültürlülük" gerektiren hedefi ile toplumdaki çokkültürlülüğün siyasi ve hukuki olarak kabul edilmeksizin demokratik olunamayacağı gerçeği arasında yaşanmaktadır. Milliyetçilik tek bir "Türk-İslâm kültürü" kabul etmektedir; devletin kaynağı, hukukî kurumları, pratikleri ve yönetim zihniyeti bu kabûle göre biçimlenmiş ve yerleşmiştir (6).

Kültürel farklılıkların siyâsî ifâdesine imkân veren bir hukukî-siyâsî kurumlaşma, bu yerleşik düzenin meşruluk temellerini tümüyle değiştireceğinden, milliyetçilik devam edecekse, reddedilmelidir ama, pratikte reddedilememektedir.


Milliyetçilik problemi: Irkçılık ve etnik ayrımcılık

Türk milliyetçiliğinin bu iç çelişkileri, artık herhâlde anlaşılmıştır ki, milliyetçiliğin doğasından kaynaklanmaktadır ve milliyetçilik bir siyâsî ideoloji olarak varolduğu sürece bu çelişkiler de varlıklarını sürdüreceklerdir. "Olsun, başka ideolojiler nasıl varsa, milliyetçilik de olsun, demokrasi yok mu?" denebilir, elbette.

Ancak, milliyetçiliğin iç çelişkilerinin asıl bağlamı, milliyetçiliğin kendisinin bir problem hâline gelmiş olmasıdır. Neden? Milliyetçilik, eğer, tanımlandığı üzere, devlet-millet birliğini hedefleyen bir siyasi ideoloji ise ve bu ideoloji gereği devlet egemen bir varlık, egemenliğin kaynağı da millî birlik ise, bu takdirde, devletin egemenliğini, hem mutlak, sınırsız ve son sözü söyleme yetkisine sâhip olma anlamında ortadan kaldıracak ve hem de bu egemenliğin kaynağını oluşturan millî "bir"liği yokedecek olan oluşumlar karşısında devlet, egemen milli varlığını korumak için hukuk dışına çıkarak hareket etme yoluna girebilecektir ve girmektedir de.

Nitekim, milliyetçi ideolojinin bu yazının başında belirttiğim "göreve çağrısı" uyarınca, milli devletin varlığını ve çıkarlarını korumak için, Türkiye'de en vahim örneklerine tanık olduğumuz olayları yaşamaktayız. Bundan daha da önemli olan ise, bu olaylarla birlikte, Türk milliyetçiliğinin "etnik", yâni "ırk ve menşe birliğini" vurgulayan, bu yüzden de ırkçılığa yakınlaşan popüler, çoğucası lümpen destekçileriyle öne çıkmasıdır. II. Dünyâ Savaşı'nın sonundan itibâren, derece derece ilerleyen gelişmeler sonucunda bugün artık dünya üzerinde en büyük suçlardan biri olarak kabul edilen ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan etnik ayrımcılık (ve bu anlamda ırkçılık), Türkiye'nin siyasi tartışma gündemine, niceliksel olmasa bile, devlet içinde yerleşmiş gruplaşmalar ve onların "sokaktaki" uzantıları üzerinden, güçlü bir damga vurmuş bulunmaktadır.

İşte bu damganın mevcudiyeti Türkiye'nin milliyetçilik problemidir ve problemin çözümü, Türkiye'nin çokkültürlü demokratik bir Avrupa devleti olma yolundaki reform sürecini canlandırmasıyla mümkündür. Yoksa, "artık milliyetçi sözcüğü neredeyse hakaret anlamında kullanılıyor!" ya da "millî menfaâtlerimizi de mi savunamayacağız!" türü yakınmalarla popülerliğini sürdürmeye yönelmiş milliyetçiliğe açık veyâ örtülü destek veren bir çekingenlikle değil.

Bitirirken hatırlatayım. Devlet tarihi bir olgudur. Kent-devleti ve imparatorluklar gibi, millî devletler de tarihi olgulardır. Dolayısıyla, milli devletler de değişecektir; nitekim değişmektedir de. Birleşmiş Milletler gibi "milletlerarası" (international, yani aslında 'milli devletlerarası') örgütler ile birlikte varolmaya başlayan "milletlerötesi" (transnational, yani 'milli devletler ötesi') veya "milletlerüstü" (supranational, yani 'milli devletler üstü') oluşumlarla birlikte devlet niteliği taşımayan öznelerin de milletlerarası ilişkilerde ortaya çıkması, bu değişimin en önemli habercileridir.

Bu arkaplan temelinde, küreselleşme tartışmaları bağlamında son günlerde gündeme gelen "pozitif milliyetçilik" kavramı Batı dünyasındaki anlamıyla, yani yurtseverlik ile kozmopolitliğin nasıl sentezlenebileceği anlamında kullanılıyor (7) ve böylece Türkiye halkının dünya halklarıyla, evrensel özgürlük ve adalet değerinin evrensel yurttaşlık anlayışıyla bütünleştirilmesine işaret eden bir yeni bağlamı işâret ediyorsa, elbette ırkçılıkla hemahenk olan karşıtı "negatif milliyetçiliğe" tercih edilecektir.

Ancak asıl sorun, milli devlet sonrası ve milli devlet ötesi yeni iktidar örgütlenmelerinin en az milli devletler kadar baskıcı olup olmayacakları sorunudur ve çözüm, milliyetçiliğin bilinçli siyasi tasfiyesini içeren kozmopolit bir dünyâ demokrasisi için mücâdele edecek toplumsal-siyâsî hareketlerin gücüne bağlıdır.

Levent Köker

Notlar:
(1) Buradaki temel kavramsal çerçeve, Ernest Gellner'ın Uluslar ve Ulusçuluk, adlı eserine (çev. B.E.Behar ve G.G.Özdoğan, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992) dayanmaktadır.
(2)A. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Ankara, TTK, 1969, s. 22.
(3)Bu ve başka düzenlemeler ve uygulamalarla ilgili eleştirel bir değerlendirme için bkz. Ahmet İnsel, "Türklük ve Türk Soylu Yabancılar," Radikal2, 01.01.2006. Ayrıca bkz. Levent Köker, "301. Madde Neden Kaldırılmalıdır?", Birikim, Sayı 214, Şubat 2007 (baskıda).
(4)Bkz. Afetinan, Medeni Bilgiler, s. 20-21.
(5)Bkz. Kemal Gözler, "Devletin Bir Unsuru Olarak 'Millet' Kavramı", Türkiye Günlüğü, Sayı 64, Kış 2001, s.108-123.(www.anayasa.gen.tr/millet.htm ; 07.02.2007).
(6)Bu yerleşikliğin en görünür hâle geldiği sorun "azınlıklar sorunu"dur. Bkz. Etyen Mahcupyan, Türkiye'de Gayrımüslim Cemaatlerin Sorunları ve Vatandaş Olamama Durumu Üzerine, (Haziran 2004, TESEV, http://www.tesev.org.tr/etkinlik/demokratiklesme_cemaatler.php, 07.02.2007).
(7)Pozitif milliyetçilik teriminin anlamına işâret eden bir yazıya göre kavram, bireylerin kendi demokratik siyâsî irâdelerini oluşturmalarında, kendi millî devlet içi siyâsî süreçlerinde gündeme gelen yurttaş katılımcılığının uluslararası alana aktarılmasıyla ilgilidir. "Bugün artık, yurttaşlar arasında kendi demokrasilerinin adâlet ve [dışlanmış olanları] dâhil etme mes'elelerinde öncülük etmeleri gerektiği yolunda artan bir istek vardır." (John Ralston Saul, The Collapse of Globalism and the Reinvention of the World, New York: The Overlook Press, 2005, "Pozitif Milliyetçilik" başlıklı 27. bölümden aktaran YaleGlobal Online, http://yaleglobal.yale.edu/about/globalism.jsp, 07.02.2007.) Bu da, aslında, millî devlet bağlamında ortaya çıkan "yurtseverlik" ile "kozmopolit olanı" birleştirme çabası olarak anlam kazanmaktadır: bkz. Pauline Kleingeld, "Kantian Patriotism," Philosophy and Public Affairs, Vol. 29, No. 4 (Güz, 2000), s. 313-341.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder