Bir yanda mevcut siyasî iktidara yönelik “yargının
kuşatılmak istendiği” suçlaması, diğer yanda bizzat Başbakan’ın, “asıl
yasamanın ve yürütmenin kuşatma altında olduğu” vurgusu. Son günlerin bu dikkat
çeken “atışması”ndan biraz daha geriye gidildiğinde kolayca hatırlanacağı gibi,
adlî yıl açılışı gibi vesîlelerle yüksek yargı mensuplarından gelen, özellikle
de yargının sistem içindeki konumunu, daha doğrusu gücünü sağlamlaştırma
yönünde bir takım açıklamalar. “Kuvvetler ayrılığı, kuvvetlerden birinin
(yasamanın) üstünlüğü değil, kuvvetlerin eşitliği demektir” gibi. Yine
Başbakan’ın “bize ciğerlerimize kadar kan ağlattılar” yakınması. Bütünsel bir
anayasa yenilenmesinden vazgeçip, referandum yoluyla da olsa, içinde yargı
reformunun önemli bir yer tutacağı kısmî bir anayasa değişikliğine hazırlanan
AK Parti. AK Parti’nin HSYK ile Anayasa Mahkemesi’ne TBMM tarafından üye
seçilmesinin yargının millet adına kullandığı yetkinin demokratik meşrûiyetini
sağlayacağı tezi. Buna karşılık muhalefetten ve yüksek yargıdan gelen “yargının
siyasallaşacağı” endişesine bitişik “yargı kuşatılmak isteniyor” itirazı. “Kim
haklı, kim haksız” mes’elesi bir yana, yasama, yürütme ve yargı arasındaki
ilişkileri yeniden düşünmek zorundayız; durum onu gösteriyor.
Önce, en iyi bilindiğini varsaydığımız bazı temel noktaları
hatırlatarak başlayalım. Devlet gücünün yasama, yürütme ve yargı diye
ayrılması, köklerinin çok eskilere dayandığı iddia edilebilse de, aslında
modern çağda liberal anlayışın ortaya çıkmasıyla eşzamanlı olarak görülüyor.
Kuvvetler ayrılığı diye bilinen bu ayrımın özünde, yaygın kabûle göre, devlet
gücünün bireysel temel haklar ve özgürlükler ile sınırlandırılması yatıyor.
Mutlak, sınırsız, en üstün ve bölünmez bir gücü temsil eden devleti bireysel
hak ve özgürlükler önündeki en büyük tehdit olarak gören liberal anlayış,
kuvvetler ayrılığını bu tehdidin giderilmesinde en etkili bir çare olarak
sunuyor. İngiltere krallığının mutlakçılığından kurtulmak için bağımsızlık mücadelesi
veren Amerika, Birleşik Devletler’in inşâ edilmesi sürecinde, kralın mutlak
egemenliğniden kurtulalım derken “çoğunluğun zorbalığı”na düşülmesin diye,
bugün bilinen en keskin kuvvetler ayrılığı sistemini de kurumsallaştırmış
oluyor. Buna karşılık Avrupa’da ayrım bu kadar keskin değil. Amerikan
sisteminde anayasal olarak tamamen ayrılmış bulunan yasama (Kongre) ve yürütme
(Başkan) organlarına karşılık Avrupa’da, bizim de bildiğimiz parlâmenter sistem
hâkim. Yani yürütme yasamanın içinden çıkıyor ve ona karşı sorumlu. Ama, hem
Amerika, hem de Avrupa sistemlerinde ortak nokta, yargının bağımsızlığı.
Evet, “yargı bağımsızlığı”; kuvvetler ayrılığına dayanan bir
devlet anlayışının belki de asıl ayırdedici ölçütü. Türkiye’de, son zamanlarda,
büyük ihtimâlle de başta sözünü ettiğim “atışmalar” neticesinde duyulan bir
ihtiyaç olarak, bağımsızlığın yanına bir de tarafsızlık eklenmiş bulunuyor. Bu,
yanılmıyorsam, ma’lûm ve meş’ûm “367 kararı” ile başlayan kriz sürecinde,
yüksek yargının kurulu düzeninin korunmasından yana olduğu türünden
açıklamalara olan tepkinin bir ürünü. Buna atıfla yargının bağımsızlığına ek
olarak tarafsızlığı vurgulanıyor. (Oysa yargı bağımsızlığı, hak ve özgürlükleri
en geniş biçimde hayata geçirecek bir hukuk devletinin oluşması için gerekli ve
bu anlamda “taraf” da olmalı, “içtihat” da bu “taraf”a meyletmeli, insan
haklarına dayanan hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu tüm çağdaş demokrasilerde
olduğu gibi, ama . . . )
Devam edelim. Yargı bağımsızlığı ve –peki, tamam–
tarafsızlığı konusunda şimdi artık “söylem düzeyinde” pek bir ihtilâf yok gibi
görünüyorsa da, problem sürüyor. Çünkü, yüksek yargıdan ve muhalefetten gelen
sesler, yargı bağımsızlığının nasıl gerçekleştirileceği, kısaca yargı kuvvetini
kullanan örgütün nasıl yapılanması ve işlemesi gerektiği gibi pratik konularda
mevcut sistemin korunmasından yana. Oysa, Amerika ve Avrupa başta olmak üzere,
çağdaş demokrasilerin hiçbirinde Türkiye’deki gibi kendi içine dönük, kapalı ve
demokratik meşrûiyetten kopuk bir yargı anlayışı yok. O zaman çözüm yargı
reformu, içeriği de anahatlarıyla belli. Örneğin Anayasa Mahkemesi’ne ve
HSYK’na TBMM’nin, Danıştay’a da Bakanlar Kurulu’nun üye seçmesi; HSYK’nun
yapılandırılmasında yargı örgütünün en geniş biçimde temsil edilmesinin
sağlanması, çok başlı yargı sistemine mümkün olduğu kadar son verilmesi, gibi.
Lâkin, kanımca bu “çözüm”ün sunumunda çoğulcu demokrasi
anlayışı bakımından önemli bir sorun bulunuyor. Bu da, çözümün sunumunda
kullanılan “millî irade” kavramıyla ilgili. Buna göre, devlet egemenliğinin bir
parçası olarak yargı, millî iradenin üstünde olamaz zira egemenliğin temeli,
onun aslî sahibi olan milletin iradesindedir. Klâsik millî devlet anlayışını
tekrar eden bu yaklaşım, ayrıca yargının millî iradenin üstünde olamayacağını
söylemekle yetinmemekte, ona tâbi olması gerektiğini de vurgulamakta ve böylece
yasamanın üstünlüğü düşüncesini öne çıkarmaktadır. Türkiye’nin siyasî
geleneğinde DP çizgisinin temsil ettiği “meclis üstünlüğü-kuvvetler
birliği-çoğunlukçuluk” anlayışının yeni bir ifâdesi olarak, çoğulcu
demokrasinin temel ilke ve değerleriyle çelişkilidir. Millî irade kavramı,
zorunlu olarak, bireysel hak ve özgürlükler temelinde, farklılaşmış, çoğulcu
bir yapıya sahip bulunan Türkiye toplumunu türdeş bir bütünlük içinde kavramayı
gerektirmektedir. Dolayısıyla, “millî irade,” Türkiye toplumu içindeki birey ve
grupların çoğulculuğunu, bu birey ve grupları aşan, onların çoğul iradelerini
kendi içinde eritip yokeden “muhayyel bir türdeş bütünlük olarak millet”in
irâdesini anlatan bir kavram olmaktadır. Böyle olunca da, millî irade vurgusu,
yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı yünündeki çözümün demokratik niteliğiyle
bağdaşması mümkün görünmeyen bir vurgu olmaktadır.
Siyasî iktidar, zaman zaman, kısmî bir anayasa değişikliğini
gerektiren bu reform için, yeri geldiğinde, Türkiye siyasetinin temsil
kabiliyeti bakımından en küçük birimlerine dahi “mutabakat” için gidileceğini
dile getirmektedir. Bu, Türkiye’nin demokratik gelişmesi için gerçekten
saygıdeğer bir tercihtir. Belki de millî irade vurgusundaki parçayı bütüne tâbi
kılma potansiyelinden duyulan çok da bilinçli olması gerekmeyen bir
rahatsızlığın dışa vurumudur. Hepsi mümkün. Ancak, önemli olan, böyle bir
mutabakat arayışında demokratik siyasî temsilin iktidarların tercihine
bırakılmayıp, nesnel hukuk kurallarına bağlanmış olmasıdır. Bunun da yolu, önce
TBMM’nin Türkiye toplumunun tüm çoğulculuğunu temsil edebilecek bir sistemle
oluşmasını sağlamaktan, sonra da karar alma mekanizmalarını yerelleştirmekten
geçmektedir.
Türkiye, kuşkusuz, demokratikleşmenin kapsam ve derinlik
olarak gelişmesini engelleyen yüksek yargı vesâyetini kırmak zorundadır. Bu
zorunluluk, herhâlde, Türkiye’yi oluşturan birey ve grup farklılıklarını eşit
kamusal saygı temelinde kavrayan bir çoğulculuğa yönelişi içermelidir. Bu
yönelişin kısmî anayasa değişikliği ile sağlanamayacağı, kuvvetler ayrılığı
bağlamında gündeme gelir gibi görünen asıl sorunun Türkiye’de bütün kamu
yönetimini kapsayacak kapsamlı bir demokratikleşmeyle bağlantılı olduğu
açıktır.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder