11 Aralık 2013 Çarşamba

Anayasa Yapımı Süreçlerinde Kurucu İktidar Sorunu



Türkiye, 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan ve kabûl edilişinden hemen sonra başlayan tartışmalar netîcesinde sayısız denebilecek çoklukta değiştirilmiş bulunan 1982 Anayasası ile yola daha fazla devam edemeyeceğini görmüş bulunuyor. Bu anlamda, 1982 Anayasası’nın yerine bütünüyle yeni bir anayasa yapılması gerektiği fikri ve bu konudaki çalışmalar günümüzden en az yirmi yıl öncesine kadar geriye gittiğine, en azından alternatif anayasa taslaklarının hazırlanması bakımından on yıldan fazla bir geçmişe sahip bulunduğumuza bakarak, yeni bir anayasa ihtiyacı üzerinde bir mutabakat olduğu söylenebilmektedir. Yakın geçmişten beslenen bu yargıya ek olarak, özellikle 2007 Nisan’ından itibaren, yeni Cumhurbaşkanı’nın seçimi sürecinde yaşanan “367 krizi” ve bunu izleyen anayasa değişikliklerinin iptal edilmesi ve AK Parti’ye yönelik kapatma davası, Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşturulması ihtiyacının ne kadar elzem ve ne kadar âcil olduğunu da göstermiş bulunmaktadır. Ergun Özbudun’un ifadesiyle 1982 Anayasası’nın kabûl edilişinden itibaren kronik bir anayasa krizi içinde bulunan Türkiye’de 2007 sonrası yaşananlar krizin akut evresini belirlemiş bulunmaktadır. Bu evreden çıkış, kuşkusuz yeni bir anayasanın yapılması ve hayata geçirilmesi ile mümkün olabilecektir.
Türkiye toplumunda yeni bir anayasa ihtiyacı konusunda geniş bir mutabakat bulunduğu doğru olmakla birlikte, yaşadığımız anayasa krizinin akut evresi, toplumsal ve siyasî temsil kabiliyeti gayet sınırlı bir azınlığın neredeyse her türlü anayasa değişikliğine karşı çıkan bir duruş içine girmesine yol açmıştır. Yeni bir anayasaya duyulan ihtiyaç konusundaki genel mutabakatı bozar gibi görünen ve adeta 1982 Anayasası’nın ilk günlerinde, bu anayasanın baş yapıcısı sayabileceğimiz darbe lideri Kenan Evren’in “anayasamı deldirtmem” türü duruşuna  ironik bir biçimde denk düşen bu tavır, yeni bir anayasa yapımı sürecini de maalesef olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz etkileme, mevcut TBMM’nin bırakın yeni bir anayasa yapma yetkisini, bir anayasa değişikliğini dahi gerçekleştirmesinin sakıncalı olduğu gibi kabûl edilmesi Cumhuriyet fikrinin temel demokratik içeriğiyle bağdaşmayacak tezlerle ortaya çıkmaktadır. Gücünü demokratik ilkelerden ve toplumsal rıza temelinden çok, Türkiye’de elli yıldır iyice kurumsallaştırılmış bulunan vesayetçi yapıdan alan bu yaklaşım, yeni bir anayasaya olan ihtiyacı bir kez daha ve açıkça duyumsatması bakımından önemli olduğu kadar, bu yeni anayasanın en ileri çağdaş demokratik çoğulculuk standardlarına uygun, sivil ve demokratik bir anayasa olması gerektiğini de belirlemiş olmaktadır. Bu yönüyle “hayırlı” sayabileceğimiz “yeni anayasa da yaptırmam, anayasa değişikliği de istemem” diye özetleyebileceğimiz bu tavır, yeni anayasa yapımı sürecini tasavvur ederken müracaat etmek zorunda olduğumuz “kurucu iktidar” kavramı üzerindeki görüşleriyle de özel bir dikkati haketmektedir. Bu yazı da esas itibariyle anayasaların yapılmasında ortaya çıkan kurucu iktidar kavramı üzerindeki tartışmalara eğilmek ve bu tartışmalar üzerinden Türkiye’nin bugünkü yeni anaya arayışı sürecine dair bazı değerlendirmelere varmak amacındadır.
* * *
Türki kamu ve anayasa hukuku öğretisinde “kurucu iktidar”, en genel biçimde, bir anayasa yapan veya değiştiren güç olarak tanımlanmaktadır. Bu yaygın tanıma göre kurucu iktidar, aslî ve tâlî kurucu iktidarlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisini hiçbir hukuk kuralı ile bağlı saymaksızın, tümüyle yeni bir anayasa yapan iktidar “aslî kurucu iktidar” olurken, kurulu bir anayasa düzeni içinde, o kurulu düzenin öngördüğü usûl ve sınırlar içinde kalarak, anayasa normlarını değiştiren iktidara ise “tâlî (veya bazen “türev”) kurucu iktidar” denilmektedir. Kurucu iktidar kavramı ile ilgili olarak Türk kamu ve anayasa hukuku öğretisine hâkim olduğunu söylediğimiz bu yaklaşımın en dikkât cekici yanı ise, “aslî kurucu iktidar”ın, yâni kendisini hiçbir hukuk kuralı ile bağlı saymaksızın, yepyeni bir anayasa düzeni kurma güç ve yetkisinin sadece “olağanüstü” veya “istisnâî” târihî ânlarda tezahür ettiğini kabûl etmekte oluşudur. Bu “olağanüstü veya istisnâî târihî ânlar” ise, yine aynı anlayış uyarınca, savaş, devrim yahut ihtilâl veyâ “darbe” gibi, kurulu bir anayasa düzeninin tümüyle ortadan kaldırıldığı olaylara tekâbül etmektedir.
Hem modern anayasaların ve anayasal devlet düşünce ve tecrübesinin ve hem de Türkiye’nin somut târihinin olguları açısından, Türk kamu ve anayasa hukukuna hâkim olan bu kurucu iktidar kavramının biraz daha yakından ele alınıp değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, Türkiye’nin yakın dönem siyasî târihi açısından ve özellikle de bugün tartışılmakta olan 1982 Anayasasının bütünüyle yeni bir anayasa ile değiştirilebilip değiştirilemeyeceği tartışması açısından bakıldığında, mevcut “aslî kurucu iktidar” kavramının asıl anlamının demokratik ilke ve değerler açısından kabûl edilemez olduğudur. Bir diğer ifâdeyle, Cumhuriyet tarihinin son iki anayasası olan 1961 ve 1982 Anayasalarının oluşum ve yapılış süreçlerine baktığımızda görünen gerçeklik, bu iki anayasanın da askerî darbe dönemlerinin ürünü olarak ortaya çıkmış oldukları gerçeğidir. Bu gerçeğin önemli bir uzantısı olarak özellikle 1982 Anayasası bakımından, demokratik devlet olma niteliğiyle bağdaşması mümkün olmayan sınırlamalara tâbi, ağır bir bürokratik vesayetçi düzen getirmiş olduğu da ayrıca vurgulanmalıdır. Bu düzenin önemli bileşenlerinden biri, 1980 darbesinin lideri Kenan Evren’in oluşturduğu örnek üzerinden, askerî veyâ sivil bürokrasinin üst kademelerinden geleceği varsayılan bir Cumhurbaşkanı’na göre ve hem genel hukuk ilkelerine ve hem de “parlâmenter sistemde sorumsuz, dolayısıyla yetkisiz cumhurbaşkanı” anlayışına tümüyle ters, “sorumsuz ama yetkili” bir cumhurbaşkanı makamı ise, diğeri de 2001 sonrası reform sürecinde bir ölçüde sivilleştirilmiş bulunan Millî Güvenlik Kurulu’dur.
Burada konu edindiğimiz anayasa yapma süreçlerinde ortaya çıkan kurucu iktidar kavramı bakımından daha önemli olanı ise, “yargı vesâyeti”, özellikle de anayasa yargısının (yâni Anayasa Mahkemesi’nin) TBMM’nin yasama yetkisi üzerindeki kontrolünün sınırı mes’elesidir. 12 Eylül rejimi, 1924 ve 1961 anayasalarında varolan “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” hükmünün değiştirilemezliğini korumuş fakat 1982 Anayasası ile değiştirilemez maddelerin kapsamını genişletmiştir. Buna göre, Anayasanın sadece “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” hükmünü getiren 1. madde değil, 3. maddenin tamamı ile 2. maddede belirtilen “Cumhuriyet’in nitelikleri” de değiştirilemezlik (ve “değiştirilmesi teklif edilemez”lik) kapsamına alınmıştır. Asıl sorun da 2. maddenin ifadesinden kaynaklanmaktadır. Bu maddeye göre, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”  Burada sözü geçen “toplumun huzuru”, “millî dayanışma ve adalet anlayışı”, “Atatürk milliyetçiliği” ve “başlangıçta belirtilen temel ilkeler” gibi terimler, birer ilke oluşturmadıkları gibi, anlamları son derece belirsiz ve ideolojik-siyasî tercihlere göre birbirinden çok farklı ve hattâ zıt yorumlara konu olabilecek terimlerdir. Ayrıca, ilke oldukları belki kuşkusuz olan örneğin “sosyal devlet”ten ne anlaşılacağı ve ne gibi bir değişikliğin (değişiklik teklifinin) sosyal devlet ilkesinin değiştirilemezliği yasağına gireceği gayet muğlak bir konudur. Bütün bunlara, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini iptal eden 2008 kararını da eklediğimizde, vesayetçi mekanizmanın anayasa yapma (veya değiştirme) iktidarı anlamında kurucu iktidar üzerindeki “sınırı belirsiz denetim yetkisi” açıkça ortaya çıkmaktadır.
Kurucu iktidar kavramı üzerindeki tartışmalarımızı yakından etkilediği için, bu son noktayı biraz daha açmak gerekmektedir. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin Anayasa tarafından öngörülen usûllere uygun olarak ve 367 asgarî kabûl sayısının oldukça üzerinde, 411 milletvekilinin oyu ile, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapmış olduğu değişikliği CHP’nin müracaatı üzerine iptal etmiştir. Bu iptal kararı, Anayasa Mahkemesi’nin 1970’lerden bu yana sergilediği, “gerekli gördüğü hallerde Anayasa ile getirilmiş olan yetki sınırlarını aşma” eğiliminin yeni bir tezahürüdür. Anayasa’nın 148. maddesindeki açık hükme göre Anayasa değişikliklerini sadece teklif ve oylama çoğunluklarına ve ivedilikle görüşme yasağına uyulup uyulmamasına inhisar eden şekil unsurları açısından denetleme yetkisi bulunan Mahkeme, söz konusu değişikliklerin “lâfız” olarak değil, hukuken hiçbir gerçek ve tüzel kişi üzerinde bağlayıcılığı bulunmayan “değişiklik gerekçesinde” yer verilmiş bulunan “yüksek öğretim kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırma amacı”nın Anayasanın 2. maddesindeki “lâik devlet” ilkesiyle bağdaşmadığını, bu nedenle teklif edilemeyeceğini, teklif edilemezliğin şekil unsuru olduğunu belirterek iptal etmiştir. Hukuken açık bir yetki tecavüzü niteliğinde görünen bu karar, aslında ve belki de daha önemli olarak, TBMM’nin anayasa yapma ve değiştirme yetkisini de içeren yasama yetkisini kendi “takdirî denetimi” altına almış olmaktadır. Mahkeme, bundan daha da önemli olarak, mevcut TBMM’nin Türkiye toplumu nezdinde sahip olduğu yüksek temsil kabiliyetini** de hiç kaale almadığını göstererek, gelecekte de, demokratik temsil kabiliyeti ne denli yüksek olursa olsun, kendi takdirî denetim yetkisine göre uygun bulmadığı anayasa yapma/değiştirme tasarruflarını engelleyeceğini ortaya koymuştur.
Bu durum karşısında, Türkiye’de anayasa yapma ve değiştirme süreçlerinde ele almak zorunda olduğumuz kurucu iktidar kavramı hakkında öyle bir yerleşik tavır ortaya çıkmış bulunmaktadır: (1) Kendisini hiçbir hukuk kuralı ile bağlı  saymaksızın, yeni bir anayasa yapma iktidarı anlamında “aslî kurucu iktidar”, Türkiye şartlarında sadece askerî darbe dönemlerinde ortaya çıkmakta ve bu darbelerin kendi anayasa düzenlerini oluşturmalarından sonra geçilen çok partili siyasi hayat içinde ortadan yokolmaktadır. (2) Mevcut bir anayasa düzenine göre oluşmuş olan yasama organı, Türkiye’de sadece mevcut anayasanın öngördüğü usûl ve sınırlar dâhilinde ve sadece anayasayı değiştirme yetkisine sahiptir, bütünüyle yeni bir anayasa yapamaz. (3) Yasama organının sâhip olduğu anayasayı değiştirme yetkisinin, yani “tâlî (veya türev) kurucu iktidar”ın Anayasa’ya uygun olarak kullanılıp kullanılmadığı ise, Anayasa mahkemesi tarafından denetlenir. Bu denetimin sınırı, Anayasa’daki hükümlere göre belirlenmuş gibi görünse de, esasen Anayasa Mahkemesi’nin takdirine kalmış olan bir husustur. (4) Bu durumda, yasama organının tâlî kurucu iktidar yetkisini kullanırken, Anayasa’nın öngörgüğü 330-367 sayılarına göre değil Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açılmasını önleyecek ölçüde (yani Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açma yeter sayısı olan 110 milletvekilinden daha az bir muhalefet sayısı bırakacak ölçüde) büyük bir oy çokluğunu esas alarak hareket etmesi gerekmektedir. Aksi hâlde anayasa değişikliklerinin kaderi, Anayasa Mahkemesi’nin önceden kestirilmesi imkânsız yorumlarına terkedilmiş olacaktır.
* * *
Kurucu iktidar kavramının dünya anayasacılık tarihinden türeyen ve günümüzde farklı yorumlarla zenginleşen içeriğinde, maalesef böyle garip bir anlayış demeti bulunmamaktadır. Satır başları halinde özetleyenecek olursa, kurucu iktidar,
(1) Devlet düzenlerinin mutlak monarşi niteliğinde olduğu durumlarda bulunmayıp, ya meşrutî (yani Batı dillerinde “anayasal” anlamına gelen “constitutional”) monarşilerin oluşması veya monarşiden cumhuriyete geçiş dönemlerinde ortaya çıkmış;
(2) Bu anlamda ilke kez “1640 İngiliz Devrimi” olarak da bilinen tarihî olaylar zinciri içinde, İngiltere Krallığı’nda son sözü söyleme ve bu anlamda devleti kurma yetkisinin Kral’da mı yoksa Parlâmento’da mı olduğunun tartışılması sırasında , parlâmentonun (halkın seçilmiş tembilcilerinin) üstünlüğünü savunanların gündeme getirdiği bir kavram olmuş;
(3) Fransız Devrimi sırasında ise “anayasa yapma” ve bu anlamda “devlet kurma” yetkisi anlamında “millete ait” ve dolayısıyla “ancak milletin temsilcileri tarafından kullanılabilecek” bir iktidar olarak ileri sürülmüş;
(4) Hem bu târihi geçmişi içinde ve hem de günümüz anayasa yapma süreçlerindeki tartışmalarda, bir kez anayasayı yaptıktan sonra yokolduğu anlayışının çelişkili niteliğine vurgu yapılarak, aslında kurulu bir anayasa düzeni içinde varlığını sürdürmeye devam ettiği vurgulanmıştır.
Şimdi, bu söylenenler ışığında, Türkiye’nin anayasa tarihi bakımından sâhip olduğu deneyime bakacak olursak, ilk anayasa olan 1876’da anayasa yapıcı güç olarak askerî ve sivil Osmanlı bürokrasisinin öne çıktığını, Kanun-ı Esasî’nin bu bürokrasi ile Padişah arasında, esasen bürokrasinin Padişah karşısındaki konumunu güçlendirmeye dönük bir müzakere sürecinin netîcesi olarak kabûl edildiğini söyleyebiliriz. Bürokrasinin devlet düzeni içindeki güçlü konumu bakımından benzerlik kurabileceğimiz 1961 ve 1982 Anayasalarının 1876’dan farkı ise, 1876’nın aksine, bu Cumhuriyet anayasalarının askerî darbelerin ürünü olmakla beraber meşrûiyetlerini millete dayandırma ihtiyacı duymuş olmalarıdır. Gerçekten de hem 1961 Anayasası’nın “dibace”sinde, hem de 1982 Arayasası’nın “Başlangıç” bölümünde (1995 yılındaki değişikliklerden önce) askerî darbelerin “milletin iradesi” ile bütünleştirilerek haklı gösterilmesi amaçlanmış, böylece demokratik olmayan süreçlerin ürünü olan bu anayasaların millet iradesine dayandığı gösterilmek istenmişti. Her iki anayasanın ayrıca referandum ile kabûl edilmiş olmaları da aynı kaygının sonucudur. Bu bakımdan, 1876, 1961 ve 1982 anayasalarının ortak özelliğinin, fiilen askerî-sivil bürokratik bir güç tarafından oluşturulmuş olmaları ise, 1961 ve 1982 anayasalarının ayırdedici yanı, bu fiilî anayasa yapıcı gücün varlığını ve meşruîyetini millete dayandırma kaygısı içinde olmasıdır. Dolayısıyla, aslında 1961 ve 1982 anayasalarını yapan kurucu güç sahiplerinin aslında hukuken bu gücün (kurucu iktidarın) millete âit olduğunu –bilinçli veya bilinçsizce– kabûl ettiklerini de söyleyebiliriz. Bu durum, tabiî ki, kurucu iktidar kavramında varolan teorik paradokslardan ayrı, gerçek bir paradokstur, zira eğer kurucu iktidar, dünya anayasacılık tarihinin ve anayasa teorisinin ortaya koymuş olduğu gibi, “millet” aitse, bu iktidarın, Emmanuel Sièyes’in Fransız Devrimi sırasında ortaya koyduğu gibi, ancak milletin temsilcileri tarafından kullanılması gerekir. Millet ile vekilleri arasındaki temsil ilişkisi ise “hukukî” bir nitelik taşıdığından, ancak meşrû ve demokratik usâûllerle oluşturulabilecek bir ilişkidir. Bu bakımdan, seçimle gelmiş parlamentolar dururken, onları zorla alaşağı eden askerî darbelerin “milleti temsil etme” (veya “millet adına hareket etme”) niteliğinden yoksun oldukları açıktır. Bu nedenle de her 1961 ve 1982 Anayasalarının referandumla kabûl evresi hariç, yapım süreçleri bakımından, “kurucu iktidar”ın değil, fiilî güç kullanımının ürünleri oldukları söylenmelidir.
* * *
Böylece, önemli bir kavramsal ve tarihî ayrışma noktasına gelmiş olmaktayız. Kavramsal olarak, açıkça vurgulamak gerekir ki, Türk kamu ve anayasa hukuku öğretisindeki hâkim eğilimi, yani “anayasaları hiçbir hukukî sınırlama ile bağlı olmaksızın yeniden yapan iktidar kurucu iktidardır” anlayışını ve bunun uzantısı olarak mevcut bir anayasa düzeni içinde yasama yetkisinin anayasayı bütünüyle yeniden yapmak anlamında bir kurucu iktidar yetkisini de içermediğini kabûl etmek, Türkiye’nin anayasa tarihininin bu anlamda kurucu iktidarı kavramın gerçek sahibi olan topluma (halka veya millete) değil de fiilî durumlar içinde ortaya çıkan bürokratik güçlere aitmiş gibi göstemek anlamına geldiği için, mümkün değildir.
Bunun aksine, kurucu iktidar kavramının topluma ait olduğunu ve ancak toplum tarafından kullanılacağını kabûl etmek, kavramın modern anayasal devlet anlayışının tarihî olarak ortaya çıkış ânlarına denk düşen doğru bir yaklaşım olacaktır. Esasen, Türkiye’nin anayasacılık târihinde böyle bir kabûlün dayanağı olabilecek “istisnaî” bir ân da mevcuttur. Millî Mücadele döneminin Büyük Millet Meclisi, olağanüstü yetkilerle toplanmış bir hey’et olarak kendi hukukî statüsünü de formüle etmek amacıyla yeni bir anayasa “Teşkilât-ı Esasîyye Kanunu” yaparken, özünde kurucu iktidarın halka ait olduğu anlayışına denk düşen bir yaklaşımla hareket etmektedir. Bu bağlamda, memleketi sanki “Allah tarafından” iktidara getirilmiş gibi idare etmeye alışmış olan bürokrasiye (“memurin idaresi”) savaş açmış olduğunu ilân etmiş bulunan Encümen-i Mahsus, temel amacın “halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil eline aldığı” bir yeni devlet idaresi kurmak olduğunu vurgulamıştır. Bu doğrultuda illerde valilerin de seçimle işbaşına geldiği bir idare kurmak gerektiğini ve halkın eğer “cebbar” bir vali seçerse bir daha seçmeyeceğini, bu suretle kendi kendini idare etmeyi (demokrasiyi) tecrbeyle öğreneceğini, bu imkanın halka ne zaman verilse geç kalınmış olacağını, en iyisinin hemen vermek olduğunu belirtmişlerdir.
Bu yaklaşım, hem “halka ait kurucu iktidar-anayasa” beraberliğine hem de bu beraberliğin temelini oluşturduğu demokratik ve çoğulcu siyasî süreçlere uygun bir yaklaşımdır. Tabiî dönemin hak ve hürriyetler yaklaşımı, hukuk önünde eşitlik, farklılıklara (ayrımcılık yasağı ve pozitif ayrımcılık gibi kavramlar temelinde) eşit saygı gibi çağdaş ileri demokrasi standardlarına yer vermediğini bilmek kaydıyla.
Bununla birlikte, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu yeni anayasa veyâ anayasa değişikliği tartışmalarında, kurucu iktidarın hem kavramın dünya anayasacılık tarihine denk düşen doğru içeriğine ve hem de 1921 istisnâsının târihî desteği zemininde, halkın doğrudan sahiplenebileceği çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik katılmcı bir yeni anayasayı yapmaya yönelmesinin esas mes’ele olduğunu, kısmî anayasa değişikliklerinin Türkiye’nin temel problemini çözemeyeceğini vurgulamak gerekmektedir. Zirâ, Türkiye’nin temel problemi, AB ve BM insan hak ve hürriyetleri ve siyasî katılık normlarında belirtilen ilke ve değerleri içermesi anlamında çağdaş standardlara uygun bir demokratik düzen oluşturmaktır. Böyle bir düzenin oluşturulmasının ön şartı ise, bu düzenin kuruculuğunu doğrudan Türkiye halkının temsilcilerinden oluşan bir hey’etin ele almasıdır. Bu bakımdan, temsilî nitelikten yoksun askerî ve sivil bürokratik vesayet kurumlarının ürünü olan kurulu anayasa düzeninin bu kurumların kontrolünü ortadan kaldıran ve yerine çağdaş demokrasi standardlarına uygun bir siyasî yapılanmanın teşvikçisi olan, bu anlamda kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı temelinde yeni bir işleyiş getirebilen tamamen yeni bir anayasa yapımı zorunlu görünmektedir. Bunun için de, öncelikle şu ânda Türkiye toplumunu temsil etme kabiliyeti hâlâ en üst seviyede bulunan TBMM’nin kendi uhdesinde bulunan yasama yetkisine ve bu yetki içinde bir potansiyel olarak varolan aslî kurucu iktidara sâhip çıkma irådesini ortaya koyması gerekmektedir. Mevcut vesayetçi kontrol mekanizmaları içinde kısmî bir anayasa değişikliğine yönelinmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda izah etmeye çlıştığım tutumu nedeniyle, istenilen kısmî demokratikleşme sonucunu dahi vermeyebilir. 2008 Anayasa değişikliğinin maruz kaldığı “iptal”i de gözönünde tutarak bir endişeyi dile getirecek olursak, kısmî anayas değişikliği girişimlerinin her zaman benzer bir akıbete uğraması çok muhtemeldir. Marx’ın bir zamanlar yazdığı gibi, birincisinde trajedi olan tarih, ikincide komediye dönüşür. Bu nedenle, bütüncül bir anayasa yenilenmesini Türkiye toplumunun tüm kesimlerini kacaklayacak bir kamusal tartışma süreciyle ve TBMM’nin kurucu iktidarı üzerinden gerçekleştirmeye yönelmek daha temelli ve daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.

Levent Köker

* Prof. Dr., Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
** Hatırlatmama gerek var mı, bilmiyorum ama, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Türkiye seçmeninin %85’inden fazlası seçime katılmış, antidemokratik %10 barajına rağmen, 12 Eylül sonrasında ilk defa geçerli oyların %87’si TBMM’nde temsil edilmiştir. Böylece Mahkeme’nin, Türkiye toplumunun büyük bir çoğunluğunun tasvip ettiği anayasa değişikliklerini iptal ederek kendi toplumsal meşrûiyetini sorgulanır hâle getirdiği söylenebilir.            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder