Türkiye, 12 Eylül askerî darbesinin ürünü olan ve kabûl
edilişinden hemen sonra başlayan tartışmalar netîcesinde sayısız denebilecek
çoklukta değiştirilmiş bulunan 1982 Anayasası ile yola daha fazla devam
edemeyeceğini görmüş bulunuyor. Bu anlamda, 1982 Anayasası’nın yerine bütünüyle
yeni bir anayasa yapılması gerektiği fikri ve bu konudaki çalışmalar günümüzden
en az yirmi yıl öncesine kadar geriye gittiğine, en azından alternatif anayasa taslaklarının
hazırlanması bakımından on yıldan fazla bir geçmişe sahip bulunduğumuza
bakarak, yeni bir anayasa ihtiyacı üzerinde bir mutabakat olduğu
söylenebilmektedir. Yakın geçmişten beslenen bu yargıya ek olarak, özellikle
2007 Nisan’ından itibaren, yeni Cumhurbaşkanı’nın seçimi sürecinde yaşanan “367
krizi” ve bunu izleyen anayasa değişikliklerinin iptal edilmesi ve AK Parti’ye
yönelik kapatma davası, Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşturulması
ihtiyacının ne kadar elzem ve ne kadar âcil olduğunu da göstermiş
bulunmaktadır. Ergun Özbudun’un ifadesiyle 1982 Anayasası’nın kabûl edilişinden
itibaren kronik bir anayasa krizi içinde bulunan Türkiye’de 2007 sonrası
yaşananlar krizin akut evresini belirlemiş bulunmaktadır. Bu evreden çıkış,
kuşkusuz yeni bir anayasanın yapılması ve hayata geçirilmesi ile mümkün
olabilecektir.
Türkiye toplumunda yeni bir anayasa ihtiyacı konusunda geniş
bir mutabakat bulunduğu doğru olmakla birlikte, yaşadığımız anayasa krizinin
akut evresi, toplumsal ve siyasî temsil kabiliyeti gayet sınırlı bir azınlığın
neredeyse her türlü anayasa değişikliğine karşı çıkan bir duruş içine girmesine
yol açmıştır. Yeni bir anayasaya duyulan ihtiyaç konusundaki genel mutabakatı
bozar gibi görünen ve adeta 1982 Anayasası’nın ilk günlerinde, bu anayasanın
baş yapıcısı sayabileceğimiz darbe lideri Kenan Evren’in “anayasamı deldirtmem”
türü duruşuna ironik bir biçimde
denk düşen bu tavır, yeni bir anayasa yapımı sürecini de maalesef olumsuz yönde
etkilemektedir. Bu olumsuz etkileme, mevcut TBMM’nin bırakın yeni bir anayasa
yapma yetkisini, bir anayasa değişikliğini dahi gerçekleştirmesinin sakıncalı
olduğu gibi kabûl edilmesi Cumhuriyet fikrinin temel demokratik içeriğiyle
bağdaşmayacak tezlerle ortaya çıkmaktadır. Gücünü demokratik ilkelerden ve toplumsal
rıza temelinden çok, Türkiye’de elli yıldır iyice kurumsallaştırılmış bulunan
vesayetçi yapıdan alan bu yaklaşım, yeni bir anayasaya olan ihtiyacı bir kez
daha ve açıkça duyumsatması bakımından önemli olduğu kadar, bu yeni anayasanın
en ileri çağdaş demokratik çoğulculuk standardlarına uygun, sivil ve demokratik
bir anayasa olması gerektiğini de belirlemiş olmaktadır. Bu yönüyle “hayırlı”
sayabileceğimiz “yeni anayasa da yaptırmam, anayasa değişikliği de istemem”
diye özetleyebileceğimiz bu tavır, yeni anayasa yapımı sürecini tasavvur
ederken müracaat etmek zorunda olduğumuz “kurucu iktidar” kavramı üzerindeki
görüşleriyle de özel bir dikkati haketmektedir. Bu yazı da esas itibariyle
anayasaların yapılmasında ortaya çıkan kurucu iktidar kavramı üzerindeki
tartışmalara eğilmek ve bu tartışmalar üzerinden Türkiye’nin bugünkü yeni anaya
arayışı sürecine dair bazı değerlendirmelere varmak amacındadır.
* * *
Türki kamu ve anayasa hukuku öğretisinde “kurucu iktidar”,
en genel biçimde, bir anayasa yapan veya değiştiren güç olarak
tanımlanmaktadır. Bu yaygın tanıma göre kurucu iktidar, aslî ve tâlî kurucu
iktidarlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kendisini hiçbir hukuk kuralı ile
bağlı saymaksızın, tümüyle yeni bir anayasa yapan iktidar “aslî kurucu iktidar”
olurken, kurulu bir anayasa düzeni içinde, o kurulu düzenin öngördüğü usûl ve
sınırlar içinde kalarak, anayasa normlarını değiştiren iktidara ise “tâlî (veya
bazen “türev”) kurucu iktidar” denilmektedir. Kurucu iktidar kavramı ile ilgili
olarak Türk kamu ve anayasa hukuku öğretisine hâkim olduğunu söylediğimiz bu
yaklaşımın en dikkât cekici yanı ise, “aslî kurucu iktidar”ın, yâni kendisini
hiçbir hukuk kuralı ile bağlı saymaksızın, yepyeni bir anayasa düzeni kurma güç
ve yetkisinin sadece “olağanüstü” veya “istisnâî” târihî ânlarda tezahür
ettiğini kabûl etmekte oluşudur. Bu “olağanüstü veya istisnâî târihî ânlar”
ise, yine aynı anlayış uyarınca, savaş, devrim yahut ihtilâl veyâ “darbe” gibi,
kurulu bir anayasa düzeninin tümüyle ortadan kaldırıldığı olaylara tekâbül
etmektedir.
Hem modern anayasaların ve anayasal devlet düşünce ve
tecrübesinin ve hem de Türkiye’nin somut târihinin olguları açısından, Türk
kamu ve anayasa hukukuna hâkim olan bu kurucu iktidar kavramının biraz daha
yakından ele alınıp değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Öncelikle belirtilmesi
gereken nokta, Türkiye’nin yakın dönem siyasî târihi açısından ve özellikle de
bugün tartışılmakta olan 1982 Anayasasının bütünüyle yeni bir anayasa ile
değiştirilebilip değiştirilemeyeceği tartışması açısından bakıldığında, mevcut
“aslî kurucu iktidar” kavramının asıl anlamının demokratik ilke ve değerler
açısından kabûl edilemez olduğudur. Bir diğer ifâdeyle, Cumhuriyet tarihinin
son iki anayasası olan 1961 ve 1982 Anayasalarının oluşum ve yapılış süreçlerine
baktığımızda görünen gerçeklik, bu iki anayasanın da askerî darbe dönemlerinin
ürünü olarak ortaya çıkmış oldukları gerçeğidir. Bu gerçeğin önemli bir
uzantısı olarak özellikle 1982 Anayasası bakımından, demokratik devlet olma
niteliğiyle bağdaşması mümkün olmayan sınırlamalara tâbi, ağır bir bürokratik
vesayetçi düzen getirmiş olduğu da ayrıca vurgulanmalıdır. Bu düzenin önemli
bileşenlerinden biri, 1980 darbesinin lideri Kenan Evren’in oluşturduğu örnek
üzerinden, askerî veyâ sivil bürokrasinin üst kademelerinden geleceği
varsayılan bir Cumhurbaşkanı’na göre ve hem genel hukuk ilkelerine ve hem de
“parlâmenter sistemde sorumsuz, dolayısıyla yetkisiz cumhurbaşkanı” anlayışına
tümüyle ters, “sorumsuz ama yetkili” bir cumhurbaşkanı makamı ise, diğeri de 2001
sonrası reform sürecinde bir ölçüde sivilleştirilmiş bulunan Millî Güvenlik
Kurulu’dur.
Burada konu edindiğimiz anayasa yapma süreçlerinde ortaya
çıkan kurucu iktidar kavramı bakımından daha önemli olanı ise, “yargı
vesâyeti”, özellikle de anayasa yargısının (yâni Anayasa Mahkemesi’nin)
TBMM’nin yasama yetkisi üzerindeki kontrolünün sınırı mes’elesidir. 12 Eylül
rejimi, 1924 ve 1961 anayasalarında varolan “Türkiye devleti bir cumhuriyettir”
hükmünün değiştirilemezliğini korumuş fakat 1982 Anayasası ile değiştirilemez
maddelerin kapsamını genişletmiştir. Buna göre, Anayasanın sadece “Türkiye
devleti bir cumhuriyettir” hükmünü getiren 1. madde değil, 3. maddenin tamamı
ile 2. maddede belirtilen “Cumhuriyet’in nitelikleri” de değiştirilemezlik (ve
“değiştirilmesi teklif edilemez”lik) kapsamına alınmıştır. Asıl sorun da 2.
maddenin ifadesinden kaynaklanmaktadır. Bu maddeye göre, “Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Burada sözü geçen “toplumun huzuru”,
“millî dayanışma ve adalet anlayışı”, “Atatürk milliyetçiliği” ve “başlangıçta
belirtilen temel ilkeler” gibi terimler, birer ilke oluşturmadıkları gibi,
anlamları son derece belirsiz ve ideolojik-siyasî tercihlere göre birbirinden
çok farklı ve hattâ zıt yorumlara konu olabilecek terimlerdir. Ayrıca, ilke
oldukları belki kuşkusuz olan örneğin “sosyal devlet”ten ne anlaşılacağı ve ne
gibi bir değişikliğin (değişiklik teklifinin) sosyal devlet ilkesinin
değiştirilemezliği yasağına gireceği gayet muğlak bir konudur. Bütün bunlara,
Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini iptal eden 2008 kararını da
eklediğimizde, vesayetçi mekanizmanın anayasa yapma (veya değiştirme) iktidarı
anlamında kurucu iktidar üzerindeki “sınırı belirsiz denetim yetkisi” açıkça
ortaya çıkmaktadır.
Kurucu iktidar kavramı üzerindeki tartışmalarımızı yakından
etkilediği için, bu son noktayı biraz daha açmak gerekmektedir. Bilindiği gibi
Anayasa Mahkemesi, TBMM’nin Anayasa tarafından öngörülen usûllere uygun olarak
ve 367 asgarî kabûl sayısının oldukça üzerinde, 411 milletvekilinin oyu ile,
Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapmış olduğu değişikliği CHP’nin müracaatı
üzerine iptal etmiştir. Bu iptal kararı, Anayasa Mahkemesi’nin 1970’lerden bu
yana sergilediği, “gerekli gördüğü hallerde Anayasa ile getirilmiş olan yetki
sınırlarını aşma” eğiliminin yeni bir tezahürüdür. Anayasa’nın 148. maddesindeki
açık hükme göre Anayasa değişikliklerini sadece teklif ve oylama çoğunluklarına
ve ivedilikle görüşme yasağına uyulup uyulmamasına inhisar eden şekil unsurları
açısından denetleme yetkisi bulunan Mahkeme, söz konusu değişikliklerin “lâfız”
olarak değil, hukuken hiçbir gerçek ve tüzel kişi üzerinde bağlayıcılığı
bulunmayan “değişiklik gerekçesinde” yer verilmiş bulunan “yüksek öğretim
kurumlarındaki başörtüsü yasağını kaldırma amacı”nın Anayasanın 2. maddesindeki
“lâik devlet” ilkesiyle bağdaşmadığını, bu nedenle teklif edilemeyeceğini,
teklif edilemezliğin şekil unsuru olduğunu belirterek iptal etmiştir. Hukuken
açık bir yetki tecavüzü niteliğinde görünen bu karar, aslında ve belki de daha
önemli olarak, TBMM’nin anayasa yapma ve değiştirme yetkisini de içeren yasama
yetkisini kendi “takdirî denetimi” altına almış olmaktadır. Mahkeme, bundan
daha da önemli olarak, mevcut TBMM’nin Türkiye toplumu nezdinde sahip olduğu
yüksek temsil kabiliyetini** de hiç
kaale almadığını göstererek, gelecekte de, demokratik temsil kabiliyeti ne
denli yüksek olursa olsun, kendi takdirî denetim yetkisine göre uygun bulmadığı
anayasa yapma/değiştirme tasarruflarını engelleyeceğini ortaya koymuştur.
Bu durum karşısında, Türkiye’de anayasa yapma ve değiştirme
süreçlerinde ele almak zorunda olduğumuz kurucu iktidar kavramı hakkında öyle
bir yerleşik tavır ortaya çıkmış bulunmaktadır: (1) Kendisini hiçbir hukuk
kuralı ile bağlı saymaksızın, yeni
bir anayasa yapma iktidarı anlamında “aslî kurucu iktidar”, Türkiye şartlarında
sadece askerî darbe dönemlerinde ortaya çıkmakta ve bu darbelerin kendi anayasa
düzenlerini oluşturmalarından sonra geçilen çok partili siyasi hayat içinde
ortadan yokolmaktadır. (2) Mevcut bir anayasa düzenine göre oluşmuş olan yasama
organı, Türkiye’de sadece mevcut anayasanın öngördüğü usûl ve sınırlar
dâhilinde ve sadece anayasayı değiştirme yetkisine sahiptir, bütünüyle yeni bir
anayasa yapamaz. (3) Yasama organının sâhip olduğu anayasayı değiştirme
yetkisinin, yani “tâlî (veya türev) kurucu iktidar”ın Anayasa’ya uygun olarak
kullanılıp kullanılmadığı ise, Anayasa mahkemesi tarafından denetlenir. Bu
denetimin sınırı, Anayasa’daki hükümlere göre belirlenmuş gibi görünse de,
esasen Anayasa Mahkemesi’nin takdirine kalmış olan bir husustur. (4) Bu
durumda, yasama organının tâlî kurucu iktidar yetkisini kullanırken,
Anayasa’nın öngörgüğü 330-367 sayılarına göre değil Anayasa Mahkemesi’ne iptal
davası açılmasını önleyecek ölçüde (yani Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası
açma yeter sayısı olan 110 milletvekilinden daha az bir muhalefet sayısı
bırakacak ölçüde) büyük bir oy çokluğunu esas alarak hareket etmesi
gerekmektedir. Aksi hâlde anayasa değişikliklerinin kaderi, Anayasa
Mahkemesi’nin önceden kestirilmesi imkânsız yorumlarına terkedilmiş olacaktır.
* * *
Kurucu iktidar kavramının dünya anayasacılık tarihinden
türeyen ve günümüzde farklı yorumlarla zenginleşen içeriğinde, maalesef böyle
garip bir anlayış demeti bulunmamaktadır. Satır başları halinde özetleyenecek
olursa, kurucu iktidar,
(1) Devlet düzenlerinin mutlak monarşi niteliğinde olduğu
durumlarda bulunmayıp, ya meşrutî (yani Batı dillerinde “anayasal” anlamına
gelen “constitutional”) monarşilerin oluşması veya monarşiden cumhuriyete geçiş
dönemlerinde ortaya çıkmış;
(2) Bu anlamda ilke kez “1640 İngiliz Devrimi” olarak da
bilinen tarihî olaylar zinciri içinde, İngiltere Krallığı’nda son sözü söyleme
ve bu anlamda devleti kurma yetkisinin Kral’da mı yoksa Parlâmento’da mı
olduğunun tartışılması sırasında , parlâmentonun (halkın seçilmiş
tembilcilerinin) üstünlüğünü savunanların gündeme getirdiği bir kavram olmuş;
(3) Fransız Devrimi sırasında ise “anayasa yapma” ve bu
anlamda “devlet kurma” yetkisi anlamında “millete ait” ve dolayısıyla “ancak
milletin temsilcileri tarafından kullanılabilecek” bir iktidar olarak ileri
sürülmüş;
(4) Hem bu târihi geçmişi içinde ve hem de günümüz anayasa
yapma süreçlerindeki tartışmalarda, bir kez anayasayı yaptıktan sonra yokolduğu
anlayışının çelişkili niteliğine vurgu yapılarak, aslında kurulu bir anayasa
düzeni içinde varlığını sürdürmeye devam ettiği vurgulanmıştır.
Şimdi, bu söylenenler ışığında, Türkiye’nin anayasa tarihi
bakımından sâhip olduğu deneyime bakacak olursak, ilk anayasa olan 1876’da
anayasa yapıcı güç olarak askerî ve sivil Osmanlı bürokrasisinin öne çıktığını,
Kanun-ı Esasî’nin bu bürokrasi ile Padişah arasında, esasen bürokrasinin
Padişah karşısındaki konumunu güçlendirmeye dönük bir müzakere sürecinin
netîcesi olarak kabûl edildiğini söyleyebiliriz. Bürokrasinin devlet düzeni
içindeki güçlü konumu bakımından benzerlik kurabileceğimiz 1961 ve 1982
Anayasalarının 1876’dan farkı ise, 1876’nın aksine, bu Cumhuriyet
anayasalarının askerî darbelerin ürünü olmakla beraber meşrûiyetlerini millete
dayandırma ihtiyacı duymuş olmalarıdır. Gerçekten de hem 1961 Anayasası’nın
“dibace”sinde, hem de 1982 Arayasası’nın “Başlangıç” bölümünde (1995 yılındaki
değişikliklerden önce) askerî darbelerin “milletin iradesi” ile
bütünleştirilerek haklı gösterilmesi amaçlanmış, böylece demokratik olmayan
süreçlerin ürünü olan bu anayasaların millet iradesine dayandığı gösterilmek
istenmişti. Her iki anayasanın ayrıca referandum ile kabûl edilmiş olmaları da
aynı kaygının sonucudur. Bu bakımdan, 1876, 1961 ve 1982 anayasalarının ortak
özelliğinin, fiilen askerî-sivil bürokratik bir güç tarafından oluşturulmuş
olmaları ise, 1961 ve 1982 anayasalarının ayırdedici yanı, bu fiilî anayasa
yapıcı gücün varlığını ve meşruîyetini millete dayandırma kaygısı içinde
olmasıdır. Dolayısıyla, aslında 1961 ve 1982 anayasalarını yapan kurucu güç
sahiplerinin aslında hukuken bu gücün (kurucu iktidarın) millete âit olduğunu
–bilinçli veya bilinçsizce– kabûl ettiklerini de söyleyebiliriz. Bu durum,
tabiî ki, kurucu iktidar kavramında varolan teorik paradokslardan ayrı, gerçek
bir paradokstur, zira eğer kurucu iktidar, dünya anayasacılık tarihinin ve
anayasa teorisinin ortaya koymuş olduğu gibi, “millet” aitse, bu iktidarın,
Emmanuel Sièyes’in Fransız Devrimi sırasında ortaya koyduğu gibi, ancak
milletin temsilcileri tarafından kullanılması gerekir. Millet ile vekilleri
arasındaki temsil ilişkisi ise “hukukî” bir nitelik taşıdığından, ancak meşrû
ve demokratik usâûllerle oluşturulabilecek bir ilişkidir. Bu bakımdan, seçimle
gelmiş parlamentolar dururken, onları zorla alaşağı eden askerî darbelerin
“milleti temsil etme” (veya “millet adına hareket etme”) niteliğinden yoksun
oldukları açıktır. Bu nedenle de her 1961 ve 1982 Anayasalarının referandumla
kabûl evresi hariç, yapım süreçleri bakımından, “kurucu iktidar”ın değil, fiilî
güç kullanımının ürünleri oldukları söylenmelidir.
* * *
Böylece, önemli bir kavramsal ve tarihî ayrışma noktasına
gelmiş olmaktayız. Kavramsal olarak, açıkça vurgulamak gerekir ki, Türk kamu ve
anayasa hukuku öğretisindeki hâkim eğilimi, yani “anayasaları hiçbir hukukî
sınırlama ile bağlı olmaksızın yeniden yapan iktidar kurucu iktidardır”
anlayışını ve bunun uzantısı olarak mevcut bir anayasa düzeni içinde yasama
yetkisinin anayasayı bütünüyle yeniden yapmak anlamında bir kurucu iktidar
yetkisini de içermediğini kabûl etmek, Türkiye’nin anayasa tarihininin bu
anlamda kurucu iktidarı kavramın gerçek sahibi olan topluma (halka veya
millete) değil de fiilî durumlar içinde ortaya çıkan bürokratik güçlere aitmiş
gibi göstemek anlamına geldiği için, mümkün değildir.
Bunun aksine, kurucu iktidar kavramının topluma ait olduğunu
ve ancak toplum tarafından kullanılacağını kabûl etmek, kavramın modern
anayasal devlet anlayışının tarihî olarak ortaya çıkış ânlarına denk düşen
doğru bir yaklaşım olacaktır. Esasen, Türkiye’nin anayasacılık târihinde böyle
bir kabûlün dayanağı olabilecek “istisnaî” bir ân da mevcuttur. Millî Mücadele
döneminin Büyük Millet Meclisi, olağanüstü yetkilerle toplanmış bir hey’et
olarak kendi hukukî statüsünü de formüle etmek amacıyla yeni bir anayasa
“Teşkilât-ı Esasîyye Kanunu” yaparken, özünde kurucu iktidarın halka ait olduğu
anlayışına denk düşen bir yaklaşımla hareket etmektedir. Bu bağlamda, memleketi
sanki “Allah tarafından” iktidara getirilmiş gibi idare etmeye alışmış olan
bürokrasiye (“memurin idaresi”) savaş açmış olduğunu ilân etmiş bulunan
Encümen-i Mahsus, temel amacın “halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil
eline aldığı” bir yeni devlet idaresi kurmak olduğunu vurgulamıştır. Bu
doğrultuda illerde valilerin de seçimle işbaşına geldiği bir idare kurmak
gerektiğini ve halkın eğer “cebbar” bir vali seçerse bir daha seçmeyeceğini, bu
suretle kendi kendini idare etmeyi (demokrasiyi) tecrbeyle öğreneceğini, bu
imkanın halka ne zaman verilse geç kalınmış olacağını, en iyisinin hemen vermek
olduğunu belirtmişlerdir.
Bu yaklaşım, hem “halka ait kurucu iktidar-anayasa”
beraberliğine hem de bu beraberliğin temelini oluşturduğu demokratik ve çoğulcu
siyasî süreçlere uygun bir yaklaşımdır. Tabiî dönemin hak ve hürriyetler
yaklaşımı, hukuk önünde eşitlik, farklılıklara (ayrımcılık yasağı ve pozitif
ayrımcılık gibi kavramlar temelinde) eşit saygı gibi çağdaş ileri demokrasi
standardlarına yer vermediğini bilmek kaydıyla.
Bununla birlikte, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu yeni
anayasa veyâ anayasa değişikliği tartışmalarında, kurucu iktidarın hem kavramın
dünya anayasacılık tarihine denk düşen doğru içeriğine ve hem de 1921
istisnâsının târihî desteği zemininde, halkın doğrudan sahiplenebileceği
çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik katılmcı bir yeni anayasayı yapmaya
yönelmesinin esas mes’ele olduğunu, kısmî anayasa değişikliklerinin Türkiye’nin
temel problemini çözemeyeceğini vurgulamak gerekmektedir. Zirâ, Türkiye’nin
temel problemi, AB ve BM insan hak ve hürriyetleri ve siyasî katılık
normlarında belirtilen ilke ve değerleri içermesi anlamında çağdaş standardlara
uygun bir demokratik düzen oluşturmaktır. Böyle bir düzenin oluşturulmasının ön
şartı ise, bu düzenin kuruculuğunu doğrudan Türkiye halkının temsilcilerinden
oluşan bir hey’etin ele almasıdır. Bu bakımdan, temsilî nitelikten yoksun
askerî ve sivil bürokratik vesayet kurumlarının ürünü olan kurulu anayasa
düzeninin bu kurumların kontrolünü ortadan kaldıran ve yerine çağdaş demokrasi
standardlarına uygun bir siyasî yapılanmanın teşvikçisi olan, bu anlamda
kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı temelinde yeni bir işleyiş getirebilen
tamamen yeni bir anayasa yapımı zorunlu görünmektedir. Bunun için de, öncelikle
şu ânda Türkiye toplumunu temsil etme kabiliyeti hâlâ en üst seviyede bulunan
TBMM’nin kendi uhdesinde bulunan yasama yetkisine ve bu yetki içinde bir
potansiyel olarak varolan aslî kurucu iktidara sâhip çıkma irådesini ortaya
koyması gerekmektedir. Mevcut vesayetçi kontrol mekanizmaları içinde kısmî bir
anayasa değişikliğine yönelinmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda izah etmeye
çlıştığım tutumu nedeniyle, istenilen kısmî demokratikleşme sonucunu dahi
vermeyebilir. 2008 Anayasa değişikliğinin maruz kaldığı “iptal”i de gözönünde
tutarak bir endişeyi dile getirecek olursak, kısmî anayas değişikliği
girişimlerinin her zaman benzer bir akıbete uğraması çok muhtemeldir. Marx’ın
bir zamanlar yazdığı gibi, birincisinde trajedi olan tarih, ikincide komediye
dönüşür. Bu nedenle, bütüncül bir anayasa yenilenmesini Türkiye toplumunun tüm
kesimlerini kacaklayacak bir kamusal tartışma süreciyle ve TBMM’nin kurucu
iktidarı üzerinden gerçekleştirmeye yönelmek daha temelli ve daha yerinde bir
yaklaşım olacaktır.
Levent Köker
* Prof. Dr.,
Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
** Hatırlatmama gerek var
mı, bilmiyorum ama, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Türkiye seçmeninin %85’inden
fazlası seçime katılmış, antidemokratik %10 barajına rağmen, 12 Eylül
sonrasında ilk defa geçerli oyların %87’si TBMM’nde temsil edilmiştir. Böylece
Mahkeme’nin, Türkiye toplumunun büyük bir çoğunluğunun tasvip ettiği anayasa
değişikliklerini iptal ederek kendi toplumsal meşrûiyetini sorgulanır hâle
getirdiği söylenebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder