12 Aralık 2013 Perşembe

ÖZGÜRLÜK VE CUMHURİYET –Türkiye’de Cumhuriyet Düşüncesi ve Pratiğine Eleştirel Bir Bakış–




Giriş
Türkiye’de Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren, “ulusal egemenlik” ilkesini en iyi gerçekleştiren yönetim biçimi olarak anlaşılmış, böyle izah edilmiştir. Bu anlaşılış biçimiyle Cumhuriyet, bir yanıyla “tam bağımsızlığı” diğer yanıyla da “temsilî yönetimi” içermektedir. Klâsik siyâset bilimi literatüründe geçerli olan, egemenliğin dış ve iç egemenlik olmak üzere iki boyutunu vurgulayan ayrıma tekâbül eden bu anlayışta özellikle dikkat çekici olan, Türkiye’deki Cumhuriyet düşüncesinin demokrasi ile olan bağlantısıdır. Bu bağlantı ile ilgili olarak, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları başlığıyla Afetinan tarafından yayınlanmış olan eserde, “demokrasi prensibinin en asrî ve mantıkî tatbikını temin eden hükûmet şekli, cumhuriyettir” denildikten sonra, “[c]umhuriyette son söz, millet tarafından müntehap meclistedir” diye devam edilmektedir.[1] Buna göre Cumhuriyet ile temsilî demokrasi arasında, birini diğerinden ayırmayı neredeyse imkânsızlaştıran bir bağlantı mevcuttur. Lâkin, hemen eklemek gerekir ki, bu bağlantı sağlam, sorunsuz ve gerilimsiz değildir. Tek-parti döneminin bu önemli kitabında Cumhuriyet ile demokrasi arasında kurulan bu sıkı bağlantı, yine aynı kitabın başka bölümlerinde yer verilen başka izahlarla biraz daha açılmaktadır. Şöyle ki, demokrasi ile cumhuriyetin aslında bazen ayrılabildikleri, târihî ve güncel örneklere atfen gösterilmekte; bugün de bilinen bir olgusal gerçeklik olarak, cumhuriyet ile monarşi (hükümdarlık) farkı sergilendikten sonra, her ikisinde de temsilî hükûmet (demokrasi) olabileceği anlatılmaktadır. Ancak,  her ülkenin kendi târihî şartlarının olduğu ve dolayısıyla Türkiye’de de demokrasinin cumhuriyet olmadan düşünülmesinin imkânsızlığı belirtilmektedir. Ayrıca ve bu husustan daha önemli olarak, Türkiye’de cumhuriyet ile demokrasinin özel bir tipi bir araya getirilmektedir: Türkiye’de cumhuriyet içinde örgütlenmiş olan milletin temsilînde dayanışmacılık (solidarism) ilkesi esastır. Tek-parti döneminin  CHP programında yer alan ilkelere dönüldüğünde daha açık bir hâl alan bu anlayışta demokrasi, sınıfların olmadığı ve dolayısıyla çoğulculuğa da gerek bulunmadığı yargısı üzerine inşâ edilen bir “tek-parti demokrasisi”dir.
Türkiye’de cumhuriyet düşüncesine hâkim olan bu “tek-parti” zihniyeti, rekabetçi siyasî hayat içinde ancak bir ölçüde değişmiş, siyasî çoğulculuğu büyük ölçüde ekonomik politika tercihleri arasında söz konusu olabilecek (ve burada da birbirinden köklü bir biçimde farklılaşmaların oluşmasına izin verme niyetinde olmayan) ayrılıklarla sınırlamak esas hedef olmuştur. Toplumun Cumhuriyet sonrasında, özellikle de 1945 sonrası hızlanan sanayileşme, kentleşme ve benzeri göstergelerle belirginleşen modernleşme sürecinde kazandığı sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasî çoğulculuğun çok katmanlı ve çok boyutlu niteliği ile cumhuriyet düşüncesinin bu tek-parti mirası üzerine bina edilmiş dar demokrasi anlayışı arasındaki gerilim ve çatışmalar, zaman zaman, cumhuriyet’i korumak için demokrasiyi askıya almakla sonuçlanmıştır. Bu da, aslında, başta sözünü ettiğimiz cumhuriyet-demokrasi bağının ne kadar gerilimli ve ne kadar güçsüz olduğunu da göstermiş bulunmaktadır. Zaman içinde biraz daha yakına geldiğimizde, daha açık ve net bir biçimde, Türkiye’de cumhuriyetin demokrasiye karşı korunması gerektiği, örneğin “Türkiye cumhuriyeti devleti” ifâdesinin kullanım bağlamlarından sıklığından çıkarılabilmektedir. Aslında biraz eğitimli kulaklar tarafından her duyulduğunda bir sürç-i lisan zannedilerek geçiştirilmesi gerektiğini düşünebileceğimiz bu tâbir, kullanılış biçimlerine ve bağlamlarına biraz daha yakından bakıldığında, cumhuriyet ile devlet arasında tam bir örtüşme olmadığını[2], cumhuriyetin özellikle demokrasi içeriğinin zaman zaman demokrasinin devleti tehdit ettiği yolunda anlaşıldığını gösteren örneklerle karşımıza çıkmaktadır.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Türkiye’de cumhuriyet düşüncesi ve pratiği, “tek-parti demokrasisi”nden sınırlı çoğulculuğa doğru geçirdiği evrim süreci içinde, devletin varlığını ve bekasını koruma mantığına göre belirlenen bir düşünce olmuştur. Bu nedenle de, Türkiye’de cumhuriyet (ve demokrasi) deyince, özellikle temsilî siyasî sürecin rutininin bozulduğu kritik momentlerde, hemen devlete yönelik tehdit ve tehlike söylemleri ve bu söylemler temelinde “demokrasiyi askıya alma” hedefinin ne kadar haklı olduğunu gösterme yönelimi öne çıkmaktadır. Böylece, bu nitelikleriyle öne çıkan Türkiye’deki cumhuriyet düşüncesinin, aslında bir tercüme faaliyetinin ürünü olarak, Batı düşüncesiyle pratiğine özgü “respublica” ile ne ölçüde yakınlaştığını sorgulamak önem kazanmaktadır. Bu sorgulama, öncelikle bir kavram analizini gerektirmektedir ve bu analizin temel ekseni, cumhuriyet-demokrasi bağlantısını en açık biçimiyle ortaya koymamıza imkân veren bir kavram olarak özgürlüktür.
Dolayısıyla, bu yazının ilerleyen bölümlerinde, özgürlük kavramının liberal, cemaatçı (communitairan) ve anayasal yurttaşlık olarak ifâde edilebilecek olan üç farklı anlaşılış biçiminin cumhuriyet kavramıyla nasıl bir ilişki içinde bulunduğu ele alınacak ve bundan sonra, günümüz dünyasının siyâsî pratiklerini değerlendirici bir kavramsal çerçevenin anahatlarını meydana getiren cumhuriyet-özgürlük bağlantısı açısından Türkiye’nin cumhuriyet deneyimi üzerinde bazı sonuçlara varılmaya çalışılacaktır.
            Cumhuriyet Kavramının Özgürlük Kavramıyla İlişkisinin Anlaşılış Tarzları
Cumhuriyet kavramı ile özgürlük  arasındaki ilişki üç açıdan ele alınabilmektedir ve bu açıların hemen hepsinde bireysel özgürlük kavramının temel bir yere sâhip olduğu söylenebilir. Cumhuriyet-demokrasi ilişkisini izâh etmeye yönelik olarak özgürlük kavramını esas alan ilk yaklaşım liberal, ikincisi cemaatçı, üçüncüsü ise “anayasal yurtseverlik (patriotism)” olarak ortaya konulabilir.
(1) Liberal yaklaşıma göre özgürlük, her şeyden önce, insanın toplumsal (ve siyâsî) herhangi bir târihî varlığın mevcudiyetinden bağımsız ve hattâ aslında böyle (toplumsal-siyâsî) bir varlığın ortaya çıkışını kendi irâdesiyle (toplumsal sözleşme) mümkün kılacak kadar temel bir niteliktir. Bu yaklaşım açısından insan,  hayat, emek ve mülkiyet gibi haklarla donatılmış kendi irâdesi dışında başkalarının müdahalesine tâbi kılınması mümkün olmayan bir birey olarak görülmektedir[3]. Böylece de özgürlük, öncelikle “negatif” bir biçimde, “bir şeyi yapmak veya yapmamak, canımız isterse yapmak, istemezse yapmaktan kaçınmak gücü”[4] olarak tanımlanmaktadır.
Bu liberal özgürlük anlayışının öngürdüğü siyâsî düzen ise, bireylerin özgürlüklerini korumakla sınırlı olup, bireyin kendi özerklik alanına müdahale etmeyen, daha doğrusu edemeyecek biçimde sınırlandırılmış olan bir düzendir. Yaygın olarak “asgarî devlet” diye de nitelenen ve anayasal hukuk devleti olarak bilinen bu düzen, özünde (a) devlet iktidarının bireyin temel haklarını güvence alına alan anayasal-hukukî normlarla sınırlandırılmasını ve (b) bu sınırlandırmanın etkili olabilmesi için de egemenliğin bölünmesi demek olan bir kuvvetler ayrılığı düzeneğini içermektedir.[5]
Şimdi soru şudur: İnsanı herhangi bir topluluğun mevcudiyetinden bağımsız bir varlık olarak kavrayan bu özgürlük anlayışına dayalı liberal asgarî devlet fikri ile “cumhuriyet” kavramı arasında nasıl bir ilişki vardır? Sorunun cevaplarından biri, bireyin doğal (temel) özgürlüklerini güvence altına alan böyle bir asgari devlet anlayışının gerçekleşmesi için öngörülen liberal devlet modelinin mutlaka “cumhuriyet” düzenini gerektirmeyeceği biçiminde olabilir. Cumhuriyet kavramını monarşinin (yani devlet başkanının ırsîyete dayalı olarak belirlendiği hanedanlık düzeninin) karşıtı olarak gören bu biçimsel anlayışa göre aslında makûl addedilebilecek olan bu cevap, liberal teori ile cumhuriyet düşüncesi arasında olabilecek bâzı ortaklıkları gözlerden saklayabileceği için, aynı oranda yanıltıcıdır da. Nitekim, liberalizmin bireysel özgürlükçü vurgusu temelinde ortaya koyduğu siyâset teorisi ile cumhuriyet arasındaki ilişki hakkındaki şu satırlar daha akla yatkındır:

“Hakikat odur ki liberal siyaset teorisi, egemen iktidarın her zaman anayasal hukukî normlarla sınırlandırılması gerektiği ile başlayan bir dizi siyâsî düşünceyi klâsik liberalizmden devralmıştır. Yine [liberal siyâset teorisi], siyâsî bireyselcilik ilkesini –daha kesin bir ifâdeyle, siyâsî toplumun asıl hedefinin, kadın veya erkek olsun, bireyin hayatını, özgürlüğünü ve mülkiyetini korumak olduğu fikrini- de devralmış bulunmaktadır.”[6]

Liberalizm ile cumhuriyet düşüncesi arasında varolduğu  ileri sürülen ve burada işâret edilen ortaklık, esas itibâriyle cumhuriyetçi düşüncenin özünü meydana getiren “tahakkümcülüğe karşı olma”, “tahakkümün yokluğu veyâ yok edilmesi gerektiği” biçiminde ifâde edilebilecek nitelikler bakımından[7] gerçekten doğrudur. Bununla birlikte, cumhuriyetçi düşünce ve pratiğin bâzı özellikleri, liberalizm ile cumhuriyet arasında kurulabilecek olan ilişkileri sorunlu kılmaktadır.
Cumhuriyetçilik ile bireyin doğal özgürlüğü anlayışı temeline dayanan liberal siyâset teorisi arasındaki ilk sorun, cumhuriyetçilikte varolan “kamusal iyilik” kavramı bağlamında karşımıza çıkmaktadır. Antik Roma düşünce ve pratiğinde belirginleşen ve buradan “köleleri olmayan ilk cumhuriyetler”in yaşandığı erken modern dönemdeki İtalyan tecrübesine ve Machiavelli düşüncesindeki klâsik biçimine kadar olan târihî süreç içinde cumhuriyet düşüncesi, monarşik, aristokratik ve demokratik yönetim ilkelerinin bir karışımını, sâdece tahakkümün ortadan kalkması veya bireysel özgürlüğün sağlanması bakımından değil, aynı zamanda toplumun ortak iyiliğinin gerçekleştirilmesi için de elzem kabûl etmiş ve savunmuştur. Bu bağlamda, Antik Roma’nın beşerî târihe armağan ettiği “herkesi ilgilendiren konularda kararları herkes vermelidir” şiârı, cumhuriyet kavramında anahtar bir rol oynarken, buradaki asıl vurgunun, toplumun ortak iyiliğini gerçekleştirme amacı üzerinde olduğu unutulmamalıdır. Bu açıdan cumhuriyet (respublica veya politeia), toplumun ortak iyiliğini amaçlamakla berâber kolayca kişisel ve öznel çıkarlara yönelerek yozlaşıp, tahakkümcü düzenler hâline gelebilen monarşi, aristokrasi ve demokrasi yerine, toplum içindeki sınıf ve zümrü çıkarlarının dengelenebildiği, böylece ortak iyiliğin gözetilmesinin de mümkün olduğu bir karma yönetim olarak idealleştirilmiştir.
Bu idealleştirme, cumhuriyet düzeninde bireylerin kendi özel çıkarlarını gözetmelerinin önünde bir engel gibi durmasa da, bireylerden kamuyu ilgilendiren, kamu çıkarına dâir hususlarda, kendi özel çıkarlarını değil de, içinde yer aldıkları kamunun (yâni yurttaşlar topluluğunun) ortak iyiliğini gözeterek davranmalarını zorunlu kılması anlamında, liberal bireysel özgürlük anlayışıyla çatışabilecek bir potansiyel içermektedir. Bu potansiyel, cumhuriyet düşüncesi ile liberal siyâset teorisi arasındaki ikinci ve belki de en önemli sorun olarak, bireysel özgürlüğün aslında cumhuriyetçilikte liberalizmden çok farklı bir ontolojik temele dayandırılmasıyla iyice açığa çıkıp gerçek hâle gelmektedir. Nitekim,

“Erken-modern dönem İtalyan cumhuriyetçiliğinde hiçbir biçimde mevcut olmayan liberalizmin ayırt edeci bir özelliği, ... , insanın doğal (vazgeçilemez veyâ içkin) hakları teorisidir. Bu öğreti temeldir ama, haklara, sâdece yasalar ve gelenekler tarafından tanınmış olmaları hâlinde (az veya çok) riayet edildiğine ilişkin açık bir teorik zayıflıkla da malûldür. Dolayısıyla haklar, doğal değil târihîdir ve yasalarla gelenekler tarafından kabûl edilmemeleri hâlinde, hak değil ahlâkî iddialardan –asil, temiz ve makul olsalar da sâdece iddiâlardan ibârettirler. Bu nedenledir ki, sonraki teorisyenlerden daha bilge olan Machiavelli, doğal hakları hiç kullanmamış, yalnızca özgürlükten, bireylerin iyi siyâsî ve askerî kurumlara, yeterli düzeyde bir yurttaşlık erdemine sâhip olmaları ve kuvvetli ve saldırgan komşularla çevrili bir ortamda yaşamayacak kadar talihli olmaları hâlinde tadabilecekleri bir şey olarak bahsetmiştir.”[8]

(2) Cemaatçılık (Communitarianism): Liberal teori ile cumhuriyetçilik arasında varolan ve Viroli’nin işâret ettiği bu temel farklılık, modern siyâset teorisinde, bireysel özgürlük ile cumhuriyet ilişkisini kavramak için önemli bir fikrî zemin oluşturan cemaatçı yaklaşım tarafından aşılmak istenmektedir.
Liberal yaklaşımın doğal bireysel özgürlük temeline yönelik eleştirisini, bireyselliğin bir kültürel belirlenim altında oluştuğu anlayışına oturtan cemaatçı (toplulukçu-communitarian) yaklaşım ise, aynı temel kültürel özelliklere göre oluşmuş olan bireylerden oluşan bir topluluğun içinde, özgürlüğün o topluluğun ortak iyisini gerçekleştirmeye yönelmesinin daha anlamlı ve daha mümkün olduğunu kabul etmektedir. Buna göre bireyin târihî-kültürel belirlenim altındaki özgürlüğü ile o târihi-kültürel belirlenimi mümkün kılan cemaatçı varoluşun gerektirdiği ortak iyiye yönelme gereği, bireysel ve cemaatçı özgürlüğün içinde yoğrulduğu bir ethos ile anlam kazanabilmektedir. Buna göre, liberal-demokratik düzenin hem çerçevesi, hem temeli bu düzene özgü bir ortak kültürel ethos’u var eden cemaatın mevcûdiyeti ile belirlenmektedir.[9]
Ana çizgileri itibâriyle bireysel özgürlüğün târih ve toplum (kültür) dışı bir evrensel değer olarak kavranmasına yöneltilmiş bir itirâz gibi görünen cemaatçılık, klâsik cumhuriyetçi anlayışın içinde filizlendiği târihî örnekleri oluşturan kent devletlerinde özgürlüğün öncelikle o kent devletini meydana getiren yurttaş cemaatinin ortak iyiliğini (Genossenschaft)[10], “diğeri”ne karşı koruma ve geliştirme boyutunda “siyâsî” olarak kavranması ile örtüşebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında cemaatçılık, bireysel özgürlüğü, bireyin varoluşunu belirleyen târihî kültürel kollektivitenin özgürlüğü (veya bağımsızlığı) ile ilişkilendirerek kavramakta ve bu anlamda bireyin özgürlüğünü, içinde varlık ve anlam kazandığı topluluğun ortak iyiliğinin belirlenmesine katılma ödev ve sorumluluğu ile ilişkilendiren bir “yurttaşlık” kavramına ulaşmaktadır. Böylece özgürlük, bireyin kendi irâdesiyle girdiği ilişkiler dışındaki her türlü toplumsal yükümlülükten arındırılmış olduğu liberal kavrayıştan farklı olarak, cemaatçı anlayışta birey, içinde yer aldığı topluluğun ortak iyiliğini ifâde etmeye, daha doğrusu bu ifâdenin tezâhürü olan ortak bağlayıcı kuralların (yasaların) yapımı sürecine katılma ile kendi özgürlüğünü hem tanımlamış, hem gerçekleştirmiş, hem güvence altına almış olmaktadır. Bu bakımdan  bireysel özgürlük, yurttaşın siyâsî özgürlüğü ile anlam kazanan târihî bir pratik hâline gelmiş olmaktadır ki, sâdece cumhuriyetin tahakkümsüzlük olarak anlaşılmasında varolan bireylerin yurttaş olarak yöneticinin kaprislerine tâbi olmamayı değil, aynı zamanda yurttaşların yalnızca kendi irâdelerince belirlenmiş yasalara tâbi olmaları diye de anlaşılmasını gerektirmektedir.
Bununla birlikte, doğal bireysel özgürlük anlayışı ile temellendirilen, anayasa ve yasalarla kuvvetler ayrılığına tâbi kılınarak sınırlandırılmış devlet anlayışını savunmak bakımından klâsik cumhuriyetçilikle yakınlaşabilen liberalizmin, cumhuriyet fikrinde mevcut olan ortak (kamusal) iyilik ve onun gereğini düşünme, belirleme ve gereğini yerine getirme yükümü ile donatılmış yurttaş özgürlüğünü târihî-kültürel bir temelde kavramak gerektiğini ileri süren “cemaatçı” anlayış tarafından yöneltilen eleştirilerle belirlenen sorunlar, burada çözülebilmiş değildir. Bir kere, doğal bireysel özgürlük kavramı ne kadar sorunlu gibi görünse de, cemaatçı anlayışın itirazlarında öne çıkan târihî-kültürel zemin vurgusunun bireysel özgürlükler aleyhine işleyebilecek unsurlar içerme ihtimâli de ondan daha az sorunlu değildir. Dahası, bireysel özgürlüğün negatif anlaşılışı ile cemaatçı itirazın vurgulama (veya en azından yakın durma) eğiliminde olduğu pozitif özgürlük anlayışı arasındaki sürtüşme, cemaatçı yaklaşım taarfından giderilebilmiş değildir. Nihâyet, cemaatçı yaklaşımın, bir tâihî-külürel bütünlük olarak görüp, düşüncesinin ontolojik temeline yerleştirdiği topluluk kavramına bağlı bir biçimde düşünmeye çalıştığı bireysel özgürlük-yurttaş yükümlülüğü çifti, görece basit veya “karmaşık olmayan” toplumsal bağlamlar için geçerli olabilir ve dolayısıyla bu bakımdan örneğin erken-modern dönemin kent devletlerinde görülen ortak çıkar için ortak özgürlük savunusu ile ilişkilendirilebilirse de, farklı kültürel grupların bir arada bulunduğu geç modern dönemin karmaşık toplumlarında dışlayıcı ve dolayısıyla tahakkümcü bir içerik kazanabilir.[11]
(3) Anayasal Yurttaşlık[12]: Liberal doğal haklar ve cemaatçı görüşlerin dışındaki üçüncü yaklaşım ise, cumhuriyeti, bireyin özel ve politik özgürlüklerinin hem farklı ve fakat aynı zamanda birbirlerinden ayrılması mümkün olmayan bir tarzda gerçekleştirilmesi olarak anlamaya yönelmektedir. Bu anlayışın temel hareket noktalarını şöyle özetleyebiliriz: (a) Cumhuriyet, bireyin özgürlüğünü, onu tahakkümden arındırarak gerçekleştiren bir beraberlik biçimidir. (b) Tahakkümden arınmışlık ya da kısaca “tahakkümsüzlük”, keyfîliğin ortadan kalkmış olması demektir. (c) Bu da, bir kimsenin hayatını sürdürürken, bunu kendi özgür irâdesine (negatif özgürlük) göre tâyin etmesi, bir başkasının irâdesine tâbi olmaması anlamını taşır. (d) Bu anlamda özgürlüğün (yani tahakkümsüzlüğün) olabilmesi için, toplumsal hayatın kişilerin keyfine (indî talep ve tasarruflarına) göre değil, ortak bağlayıcılığı olan hukuk normlarına göre düzenlenmesi gerekir. (e) Bu gereklilik, ancak, Roma Hukuku’nun ünlü ilkesi “herkesi etkileyen konularda herkes karar vermelidir” uyarınca, bireylerin serbestçe katıldıkları müzakereci süreçlerde karşılanabilir. Bireyler sadece “serbest” değil, bu serbestliğin tam güvence altında olması için “politik özgürlüğe” de (bu anlamda pozitif özgürlük) sahip olmalıdırlar. (f) Tüm bunların olabilmesi için, (i) bireyin herkesi etkileyen konularda kendi görüşünü oluşturmak için ihtiyaç duyduğu özel özgürlük alanı güvence altına alınmış ve (ii) herkesi etkileyen konularda kendi görüşünü ortaya koyabilecek “kamusal konuşma ortamı”nın şartları sağlanmış olmalıdır. (7) Bütün bunların olabilirliği, hepsini temin edecek biçimde düzenlenen bir temel kuruluş yasasına (constitution) bağlılıkla belirlenmektedir.
Bütün bunlara, Montesquieu’yü hatırlatarak, bir ön şart olarak korkunun ortadan kalkmış olması gerektiğini eklemek gerekmektedir Yurttaşın “politik özgürlüğü, herkesin kendi kişisel güvenliği konusunda kafasının rahat olmasıdır.  Bu özgürlüğün olabilmesi için de devletin, hiç kimsenin yek diğerinden korkmayacağı bir tarzda yapılandırılması gerekir.”[13]
Böyle bir cumhuriyetçi anlayışı bozan, çarpıtan temel faktör, yukarıda sıralanan koşulları kendi varlığı ve çıkarları ile çelişkili olarak gören, modern devlete özgü “raison d’Etat”nın varlığıdır. Modern özgürlük idealini içeren cumhuriyetçilik anlayışının, keyfilikten, tahakkümden arındırılmış rasyonel bir toplum oluşturma hedefinin önü, nihayetinde toplumdan ayrı bir devlet varlığı ve devletin çıkarları kavramı ile kesilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, cumhuriyetçi değer ve ideallerle modern devlet arasında bir çatışma bulunmaktadır ve bu çatışmanın aşılması için demokrasinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi gerekmektedir. Bu gerekliliğin gerçekleşmesi bakımından da, geçin yüzyılın sonlarında başlayan ve günümüzde artarak sürmekte olan “kozmopolit demokrasi” düşüncesinin ciddi olarak işlendiği siyasal pratikler büyük önem taşımaktadır.
Sonuç Yerine: Türkiye’de Cumhuriyet Düşüncesi ve Pratiği
Türkiye’nin Cumhuriyet’le birlikte kişisel saltanattan ulusal egemenliğe, tebaadan yurttaşa geçmeyi sağlayan tarihî bir başarı ortaya koyduğu sıkça ve hiç de haksız olmayan bir biçimde vurgulanmaktadır.[14] Ancak, bu geçişin cumhuriyet kavramında içerilen özgürlük ve bununla bitişik bir tarzda demokratik bir yön taşıyıp taşımadığı tartışmalı bir husustur. Şöyle ki:
(1) Özgürlüğün liberal siyâset teorisindeki anlaşılış biçimi bakımından Türkiye’nin cumhuriyet tecrübesinin yukarıda özetlemeye çalışılan (ve cemaatçı yaklaşımın eleştirilerine hedef olan) bir liberal düzen oluşturabildiğini söylemek mümkün görünmemektedir. Özgürlük fikrinin Türkiye bağlamında ve Cumhuriyet’in özellikle tek-partili yıllarında daha çok “yeni rejime uygun insan yetiştirme” hedefiyle birlikte düşünüldüğü[15] bilinmekte ve ayrıca, örneğin 1961 Anayasası ile birlikte getirilen özgürlükçü düzende bile, siyâsî iktidarın “bağımsız yargı” tarafından sınırlandırılması mekanizmalarının liberal anlayışa uygun bir biçimde “bireysel özgürlük için tahakkümü önleme” yaklaşımından çok, aslında târihî olarak devralınmış bir devletçi geleneğin içinde şekillenmiş bürokratik-vesayetçiliğin muhafazasını amaçladığı anlaşılmaktadır. Nitekim ilk fırsatta (1971 müdahalesi) 1961 Anayasası’nın özgürlükçü yaklaşımı askerî bürokrasinin tırpanlamasına maruz kalmış ve hemen bir sonraki fırsatta da (1980 darbesi) dünya anayasa târihinde muhtemelen eşi görülmedik bir anlayışla, devleti bireylere karşı koruma amacıyla (tahakküme açık, dolayısıyla cumhuriyet’e özde kapalı) bir Anayasa (1982) düzeni oluşturulmuştur.
(2) Türkiye’nin kısmen bireysel özgürlükleri içerir gibi görünen ama aslında “liberal-olmayan” cumhuriyet tecrübesi, cemaatçı bâzı özelliklerle hayli yüklüdür. Bir kere, Cumhuriyet’in tek-partili döneminde, tek-parti yönetiminin meşrûluğunu savunmak için geliştirilen “korporatist-dayanışmacı”[16] sınıfsız toplum anlayışı ile bu anlayışı pekiştirmek üzere gündeme getirilen siyâsî ve kültürel devletçilik (devletin sınıf farklılıklarını önleme görevini üstlenmiş olması) ve bütün bunlara ek olarak, Cumhuriyet’in bir ulus-devlet olarak düşünülmesi hemen hatırlanmalıdır. Ayrıca, Cumhuriyet’in “ulus-devlet” olarak tasavvur edilmiş olması, bir Türk ulusu oluşturmaya yönelik (dil ve târih alanları başta olmak üzere) kültür politikalarını  gerektirmiştir ki, bu politikalar, çok açık bir biçimde, ulus fikrinin cemaatçı niteliğine dayanmış, dolayısıyla kültürel farklılıkların ifâdesine de hemen her zaman engellenmesi gereken birer “fesat” kaynağı olarak bakılmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin Cumhuriyet tecrübesi bir bakıma cemaatçı bir nitelik göstermektedir. Ancak, buradaki cemaatçılığın, ulus-devlet olma-oluşturma sürecinde geç kalmış pek çok toplumda örneklendiği gibi[17], çağdaş liberal teorinin eleştirisi bağlamında varolan özgürlükçülük fikrine ilişkin görece eleştirel kaygılardan uzak bir anlam çerçevesi içinde düşünülen “hayali cemaat”i[18] gerçek kılma siyâsetine bağlı bulunduğu görülmektedir. Bu bakımdan, Cumhuriyet ile birlikte oluşan yeni toplumsal düzenin temelini önce din (1920-23) ile, sonra da etnisite ile yoğrulmuş bir hukukî kavrayış (1930 sonrası) ile tanımlama eğilimleri, Türkiye’nin Cumhuriyet tecrübesindeki paradoksların ve dolayısıyla toplumsal farklılıkların ifâdesini engelleyici otoriterliğinin de ifâdeleri olmaktadır.[19]
(3) Cumhuriyet-özgürlük ilişkisinin kavramsal analizinde ortaya konmaya çalışıldığı üzere, cumhuriyetin gerektirdiği özgürlük, ne liberal anlayışın siyâsî alanın dışında kavradığı bireysel özgürlük ile ne de bireyi bir târihî-kültürel varlığa mensubiyet bağlamında değerlendiren cemaatçı yaklaşımla anlaşılabilir. Her iki yaklaşımın da târihî olarak bir değer taşıdığı açıksa da, günümüzün karmaşık toplumlarının özgürlük sorunu, farklılıkların siyâsî ifâdesi üzerinden oluşturulabilecek bir pratiğin gerçekleştirilmesi üzerinden aşılabilecek bir sorundur. Tabiî burada özgürlükten aşılabilecek bir sorun olarak söz etmek (a) hem tahakkümsüzlük olarak cumhuriyet kavrayışın özgürlüğü zorunlu olarak içermesiyle ve (b) cumhuriyet ile özgürlük arasındaki bu koparılması imkânsız bağın aslında özgürlüğü bir siyâsî kavram olarak anlamayı da gerekli kıldığıyla birlikte düşünülmelidir. Böyle düşünüldüğünde ve özel olarak da geç modern toplumun karmaşık yapısal özellikleri bağlamında değerlendirildiğinde, homojen bir siyâsî kültürel varlık olarak tasavvur edilen “millet” (ulus) ile monolitik bir iktidar kurumlaşması olarak devletin özdeşleştirimesini hedefleyen, dolayısıyla her türlü sınıfsal, etnik, dinî, cinsiyet temelli ve benzeri farklılık esasında kamusal görünürlük kazanan talepleri, anılan hedef (millî devlet) açısından bir beka sorunu/kaygısı/korkusu düzeyinde algılayan Türkiye Cumhuriyeti tecrübesinin, âcilen kültürel ve siyâsî çoğulculuğa imkân verecek bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç duyduğu da açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu yapılamadığı takdirde, toplumsal farklılıkların siyâsî fâdesine imkân verici bir yeniden yapılanma yoluyla özgürlüklerin sınırsız gelişme potansiyelinin önünü açma yeteneğini gösteremeyen tüm çağdaş toplumlar gibi Türkiye’nin cumhuriyet tecrübesi de, şeklen cumhuriyet adını alan ama özünde devlet iktidarını meşrûlaştırmayı beceremeyen tahakkümcü toplum tiplerine yeni bir örnek olarak eklenmenin ötesinde bir anlam ifâde etmeyecektir.


Levent Köker



* Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü ile Garanti Bankası’nın işbirliğinde düzenlenen, “Aydınlanma Sempozyumu”na (11-12 Mayıs 2007, Osmanlı Bankası Müzesi, İstanbul) sunulan bildirinin metnidir. 
** Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi.
[1] Afet İNAN, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları , Ankara: Türk Tarih Kurumu yay., 1999 .
[2] 1982 Anayasası’nın 5. maddesindeki hüküm bu bakımdan ilgi çekici bir örnek sunmaktadır. Buna göre, (1. madde hükmüne göre bir cumhuriyet olan) devletin temel amaç ve görevleri arasında “cumhuriyet ve demokrasiyi korumak” ayrıca yer almaktadır.
[3] Levent Köker, “Serbest Piyasa-Demokrasi İlişkisinin Teorik Sorgulanmasına Bir Örnek: C. B. Macpherson’ın Siyasal Düşüncesi,” Toplum ve Bilim, Sayı: 24, Kış 1984, s. 155-169.
[4] John Locke, An Essay Concerning Human Understanding, (yay. haz.) Peter H. Nidditch (Oxford, 1975), II.21.56’dan aktaran Quentin Skinner, “Cumhuriyetçi Siyasal Özgürlük İdeali,” (çev. Sevda Çalışkan-Hamit Çalışkan), Michael Rosen ve Jonathan Wolf (der.), Siyasal Düşünce (yay. haz. Suat Kemal Angı), Ankara: Dost Kitabevi Yay., 2006, s. 221.
[5] Bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, Filiz Çulha Zabcı ve Reyda Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ankara: İmge Kitabevi yay., 2005, s.208 vd.
[6] Maurizio Viroli, Republicanism, (İng. Çev. A. Shugaar), New York: Hill and Wang, 2002, s. 6.
[7] Philipp Pettit, Cumhuriyetçilik. Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, (çev. A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı yay., 1998.
[8] Viroli, a.g.e., s. 7.
[9] Bkz. Amy Gutmann, “Communitarian Critics of Liberalism,” Shlomo Avineri ve Avner de-Shalit (eds.), Communitarianism and Individualism, Oxford: Oxford University Press, 1992, s. 120-136.
[10] Bkz. Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi (çev. Binnaz Toprak-Şule Kut), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi yay., 1998.
[11] Bkz. Albrecht Wellmer, “Demokratik Bir Kültürün Koşulları. Liberallerle Cemaatçiler Arasındaki Tartışma Üzerine,” (çev. Mehmet Zafer Üskül), André Berten, Pablo de Silveira ve Herveé Pourtois (der.), Liberaller ve Cemaatçiler, Ankara: Dost Kitabevi yay., 2006, s. 305-323.
[12] Anayasal yurttaşlık kavramı esas itibariyle Jürgen Habermas’ın hukuk, siyâset ve devlet, meşrûiyet (ve meşrulaştırma) konuları üzerinden, Avrupa Birliği bağlamında ve bu bağlam dışında karmaşık toplumlarda siyâsî süreçler ile farklılıkların biraradalığı anlamında kültürel kimlik çoğulculuğunun dünya toplumları için yarattığı sorunlar ve çözümleri hakkındaki düşüncelerine dayanılarak kullanılmaktadır. Buaradaki özetin kaynakları olarak bkz. Jürgen Habermas, Between Facts and Norms, Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy (İng. Çev. W. Rehg), Cambridge, Mass.: The MIT Press, 1998, özellikle s. 447-515 ve Jürgen Habermas, “The Equal Treatment of Cultures and the Limits of
Postmodern Liberalism,” The Journal of Political Philosophy: Volume 13, Number 1, 2005, pp. 1–28.
[13] Montesquieu, The Spirit of the Laws, XI.6 (http://www.constitution.org/cm/sol_11.htm#006 -05.09.2007).
[14] Bu yaklaşımlar ve eleştirisi için bkz. Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim yay., 2005.
[15] Aynı kaynak.
[16] Bkz. Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İstanbul: İletişim yay., 1989.
[17] Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk (çev. Büşre Ersanlı-Behar ve Günay Göksu Özdoğan) İstanbul: İnsan yay., 1991.
[18] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (çev. İskender Savaşır), İstanbul: Metis yay., 2004.
[19] Levent Köker, “Kimlik Krizinden Meşruluk Krizine: Kemalizm ve Sonrası,” Toplum ve Bilim, Sayı 71, Kış, 1996, s. 150-167.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder