Cumhuriyet, şeklen, devlet başkanının “ırsiyete dayalı
olmayan bir yolla” belirlendiği devlet biçimlerini ifâde eder. Buradaki
“ırsiyete dayalı olmayan yol” da herhâlde “seçim” olmalıdır. Zirâ, bir devletin
“respublica” yâni “cumhura âit olan” bir politik varlık olabilmesi, ancak
devlet başkanının vatandaşlar tarafından serbestçe seçilmesi halinde
gerçekleşebilecek olan bir şeydir. Tabiî iş, devlet başkanının vatandaşlar
tarafından serbestçe seçilmesi ile bitmiyor. Cumhuriyet kavramının bu şeklî
anlamını bütünleyen özünde ise, vatandaşların ouşturduğu politik birliğin
kaderinin yine vatandaşların irâdelerine bağlanmış olması yatıyor. Aslolan,
adına cumhuriyet denilen politik birlik için neyin iyi, neyin kötü olduğuna
karar verilmesi söz konusu olduğunda vatanaş irâdesinin tek geçerli kaynak
olmasıdır. Bu nedenledir ki cumhuriyet, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetme
yeteneği olarak erdemin (faziletin) politik düzeyde vatandaşlar topluluğuna
hasredildiği bir rejimi anlatmaktadır. Türkiye’de çoğu kez Atatürk’e atfedilen
ama düşünce tarihinde Montesquieu’ye bağlanması daha doğru olan “cumhuriyet
erdemdir (fazilettir)” deyişi, vatandaş irâdesinin özgürce tecelli edebildiği
bir politik karar alma sürecinin mevcudiyetini deişâret eder. Böyle bir karar
alma sürecinin mevcudiyeti ise, elbette özgür bir kamusal tartışma ortamını,
özgür bir kamusal tartışma ortamı ise tüm bireylerin vatandaş olarak
ayrıcalıklardan arınmış, eşit politik özneler olarak aynı özgürlüklerden
yararlanmalarını gerektirir. Bu da, zorunlu olarak, üzerinde karar alınacak
konuların belirlenmesinde ve bu konuların tartışılmasında hiçbir kısıtlama veya
kutsallaştırılmış yasakların olmaması demektir.
Bu, biraz da idealize edilmiş anlamı içinde Türkiye’nin
cumhuriyet serüvenine baktığımızda, bazı tesbitleri öncelikle öne çıkarmak
durumunda kalmaktayız. Bunlardan ilki, ilk Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin
kurulduğu 1918 yılı sonlarından başlayıp 1920’de Büyük millet Meclisi’nin kuruluşundan
geçerek 1921 Anayasası’na kadar uzanan süreçte aslında cumhuriyet rejiminin
temellerinin de atılmış olmasıdır. Tesbitin kritik önemi, bu sürecin Türkiye’de
vatandaş irâdesinin hâkim kılınmasına yönelik ilk ciddî politik hareketin
olgunlaşmasını da ifâde etmesidir. Bu bakımdan, sürecin son evresi olan 1921
Anayasası’nın yapılışında temel felsefenin, bürokrasi hâkimiyetini kırarak
“halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil eline aldığı” yepyeni bir rejim
kurmak biçiminde formüle edilmiş olması dikkât çekicidir. Özellikle önemli olan
husus ise, ilk BMM’nin, konvansiyonel bir sistem içinde, cumhuriyetin
kuruculuğunu da yapmış olmasıdır.
Buradan hareketle yer vermemiz gereken ikinci tesbit ise,
1920 Meclisi’nce özünde yerine getirilmiş olan kuruluşun 1923’te şeklen de
tamamlanmasından sonraki süreçte, tek-parti yönetiminin yeniden bürokratik
vesayetçiliği tesis etmiş olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, 1918-1923 arasında
ve millî mücadelenin koşulları içinde kurulmuş olan “halk hâkimiyeti” anlamında
cumhuriyetin sonradan askerî ve sivil bürokrasinin hakimiyetine geçtiğini
söyleyebiliriz. Pek çok ciddî tarihçinin işâret etmiş bulunduğu noktalardan
biri olarak, Türkiye’nin 1908-1913 arasında yaşadığına benzer türden gerçek bir
demokratik siyasî çoğulculuğu yeniden yaşama imkânı bulduğu Takrir-i Sükûn
(1925) öncesi dönem, cumhuriyetin başta belirttiğim özüne en çok yaklaşılan bir dönem olmuştur.
Dolayısıyla, buraya kadarki tesbitlerden çıkan netîce şudur ki Türkiye’de
cumhuriyeti, çoğu kez zannedildiği gibi askerî (ve sivil) bürokrasinin değil,
millî mücadeleyi yapan Türkiye halkının temsilcilerinin kurmuş olduğudur.
Hâl böyleyken, 1930’mardan itibaren tek-parti otokrasisinin
kurulmasından sonraki tarih anlatısı ise, Türkiye’de cumhuriyetin gerçek
anlamının bu otokratik tek-parti yönetimine göre belirlenmesini kabûl etmektedir. Kemalist
çevrelerce, yarı-dinsel bir hüşû içinde, bir “kaybedilmiş altın çağ” muamelesi
gören tek-parti döneminden sonraki gâyet sınırlı çok-partili hayat ise,
tek-parti döneminde ayrıcalıklı konumunu ihyâ etmiş bulunan büokrasinin bu
konumunu paylaşmaktan duyduğu hoşnutsuzluğu ve daha önemlisi ayrıcalıklarını
büsbütün yitirme endişesini ifâde eden müdahalelerin târihi niteliğindedir.
Târihî konjonktürün ve Türkiye toplumunun sınıfsal yapısındaki dönüşümlerin de
desteklediği müdahaleler, önce 1960 ve daha da belirgin olarak 1980 sonrasında,
askerî ve sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını sistemin içine yerleştiren ve bu
yerleşik ayrıcalıkların meşruîyetini de “Cumhuriyet’in korunması” hedefine
dayandıran bir sistem yaratmıştır. Cumhuriyetin hem kavramsal ve hem de tarihî
olarak özünde varolan demokratik niteliğini ortadan kaldıran, en azından
demokrasiyi anlamsızlaştıracak ölçüde aşındıran bu yapının tasfiyesi, şimdi,
Türkiye’nin gelmiş olduğu bu toplumsal ve politik gelişmişlik seviyesinde ve AB
hedefi başta olmak üzere dünyâ konjonktürünün sunduğu imkânlarla birlikte,
gerçekleştirilme yoluna girmiş bulunmaktadır.
Son
günlerde, HSYK ve “Balyoz” terimleriyle simgelenen hâdiseler üzerinden yaşananlar,
bu hâdiselerin ifâde ettiği hukukî anlamlar ne olursa olsun, Türkiye’de
cumhuriyetin terimin doğru anlamında halkın, yâni Türkiye vatandaşlarının
politik iradesine yeniden bağlanması amacına yönelik olmalıdır. Bu bakımdan
dikkat edilmesi gereken bazı temel hususlara işaret etmek yerinde olacaktır.
(1)
Kuruluş serüveni gösteriyor ki, Türkiye’de Cumhuriyet, kavramın “halk
egemenliği” biçimindeki doğru anlamına uygun bir biçimde, Türkiye halkı
tarafından kurulmuştur. Kuruluş sonrası tarihin gelişimi, bu gerçekliği
çarpıtan ve cumhuriyetin gerçek sâhipliğini askerî ve sivil bürokrasiye atfeden
bir anlatıyı geçerli håle getirmiştir. İşin doğrusu, askerâ ve sivil bürokratik
vesayetin kurumsallaşmasını meşrulaştıran bu anlatının geçersizleştirilmesidir.
Bu anlatının geçersizleştirilmesi demokratikleşmenin önünü tıkayan vesâyetçiliğin
kurumsal tasfiyesi kadar önemlidir çünkü, vesayetçi kurum ve mekanizmaların
arkasında, bunları cumhuriyetin gerçek koruyucu zanneden, azınlıkta da olsa
azımsanması mümkün olmayan ciddî bir toplum desteği mevcuttur.
(2) Cumhuriyetin kavramın ideal anlamına yakın bir biçimde
gerçek bir halk egemenliğine doğru dönüştürülmesinde dikkat edilmesi gereken
ikinci husus, halk egemenliği fikri ile millî irâde söyleminin uyuşmazlığıdır.
Türkiye’nin siyâsî geleneğinde daha çok muhafazakâr ve milliyetçi siyâsî
söylemin benimsediği millî egemenlik ve millî irâde kavramları, parlâmento
çoğunluğunun tüm iktidarı eline alması gerektiği gibi bir anlamda
kullanılmaktadır. Sonuçta, millî egemenlik-millî irâde ikilisi, milletin
seçilmiş temsilcilerinin çoğunluğunu, bu da TBMM’ndeki çoğunluk grubunu ve bu
grubun liderini öne çıkarmaktadır. Politik iktidarın merkezîyetçi bir nitelik
taşıdığı devlet yapısında bu söylem, ister istemez, çoğunlukçu yönetim
anlayışının savunulmasına yönelmektedir.
(3) Oysa Cumhuriyet’in kuruluşundaki felsefe, halk
egemenliğini gerçekleştirmek için son derece adem-i merkezîyetçi bir yapı
içinde iktidarın temerküzünü engellemeyi hedeflemekteydi. Bu bağlamda,
1918-1923 döneminin bu adem-i merkeziyetçi halk egemenliği mirasını bugüne
uyarlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sürecinin ana doğrultusunu
da belirleyebiliriz. Bu doğrultu, bugün halk egemenliğini “demokratik müzakere
usûlleri”nin
kurumsallaşmış ifâdesi olarak anlamak; demokratik müzakere usûllerini sâdece
merkezî kurumlar düzeyinde değil, adem-i merkezîyetçi bir yapılanma temelinde
geçerli hâle getirmek ve böylece Türkiye’yi ulusüstü-ulusal-ulusaltı demokratik
karar alma süreçlerinin işlediği demokratik bir cumhuriyet niteliğine uygun
olarak yeniden inşâ etmek biçiminde anlaşılmalıdır. Askerî ve sivil bürokratik
vesâyetin tasfiyesi, demokratikleşme için zorunlu olsa bile, mevcut
merkeziyetçi yapı ve usûller korunduğu sürece yeterli olmayacağı gibi,
demokratikleşme için tehlikeli bile olabilecektir.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder