11 Aralık 2013 Çarşamba

Dünden Bugüne Halk Egemenilği Olarak Cumhuriyet




Cumhuriyet, şeklen, devlet başkanının “ırsiyete dayalı olmayan bir yolla” belirlendiği devlet biçimlerini ifâde eder. Buradaki “ırsiyete dayalı olmayan yol” da herhâlde “seçim” olmalıdır. Zirâ, bir devletin “respublica” yâni “cumhura âit olan” bir politik varlık olabilmesi, ancak devlet başkanının vatandaşlar tarafından serbestçe seçilmesi halinde gerçekleşebilecek olan bir şeydir. Tabiî iş, devlet başkanının vatandaşlar tarafından serbestçe seçilmesi ile bitmiyor. Cumhuriyet kavramının bu şeklî anlamını bütünleyen özünde ise, vatandaşların ouşturduğu politik birliğin kaderinin yine vatandaşların irâdelerine bağlanmış olması yatıyor. Aslolan, adına cumhuriyet denilen politik birlik için neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar verilmesi söz konusu olduğunda vatanaş irâdesinin tek geçerli kaynak olmasıdır. Bu nedenledir ki cumhuriyet, iyi ile kötüyü birbirinden ayırdetme yeteneği olarak erdemin (faziletin) politik düzeyde vatandaşlar topluluğuna hasredildiği bir rejimi anlatmaktadır. Türkiye’de çoğu kez Atatürk’e atfedilen ama düşünce tarihinde Montesquieu’ye bağlanması daha doğru olan “cumhuriyet erdemdir (fazilettir)” deyişi, vatandaş irâdesinin özgürce tecelli edebildiği bir politik karar alma sürecinin mevcudiyetini deişâret eder. Böyle bir karar alma sürecinin mevcudiyeti ise, elbette özgür bir kamusal tartışma ortamını, özgür bir kamusal tartışma ortamı ise tüm bireylerin vatandaş olarak ayrıcalıklardan arınmış, eşit politik özneler olarak aynı özgürlüklerden yararlanmalarını gerektirir. Bu da, zorunlu olarak, üzerinde karar alınacak konuların belirlenmesinde ve bu konuların tartışılmasında hiçbir kısıtlama veya kutsallaştırılmış yasakların olmaması demektir.
Bu, biraz da idealize edilmiş anlamı içinde Türkiye’nin cumhuriyet serüvenine baktığımızda, bazı tesbitleri öncelikle öne çıkarmak durumunda kalmaktayız. Bunlardan ilki, ilk Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulduğu 1918 yılı sonlarından başlayıp 1920’de Büyük millet Meclisi’nin kuruluşundan geçerek 1921 Anayasası’na kadar uzanan süreçte aslında cumhuriyet rejiminin temellerinin de atılmış olmasıdır. Tesbitin kritik önemi, bu sürecin Türkiye’de vatandaş irâdesinin hâkim kılınmasına yönelik ilk ciddî politik hareketin olgunlaşmasını da ifâde etmesidir. Bu bakımdan, sürecin son evresi olan 1921 Anayasası’nın yapılışında temel felsefenin, bürokrasi hâkimiyetini kırarak “halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil eline aldığı” yepyeni bir rejim kurmak biçiminde formüle edilmiş olması dikkât çekicidir. Özellikle önemli olan husus ise, ilk BMM’nin, konvansiyonel bir sistem içinde, cumhuriyetin kuruculuğunu da yapmış olmasıdır.
Buradan hareketle yer vermemiz gereken ikinci tesbit ise, 1920 Meclisi’nce özünde yerine getirilmiş olan kuruluşun 1923’te şeklen de tamamlanmasından sonraki süreçte, tek-parti yönetiminin yeniden bürokratik vesayetçiliği tesis etmiş olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, 1918-1923 arasında ve millî mücadelenin koşulları içinde kurulmuş olan “halk hâkimiyeti” anlamında cumhuriyetin sonradan askerî ve sivil bürokrasinin hakimiyetine geçtiğini söyleyebiliriz. Pek çok ciddî tarihçinin işâret etmiş bulunduğu noktalardan biri olarak, Türkiye’nin 1908-1913 arasında yaşadığına benzer türden gerçek bir demokratik siyasî çoğulculuğu yeniden yaşama imkânı bulduğu Takrir-i Sükûn (1925) öncesi dönem, cumhuriyetin başta belirttiğim özüne en çok  yaklaşılan bir dönem olmuştur. Dolayısıyla, buraya kadarki tesbitlerden çıkan netîce şudur ki Türkiye’de cumhuriyeti, çoğu kez zannedildiği gibi askerî (ve sivil) bürokrasinin değil, millî mücadeleyi yapan Türkiye halkının temsilcilerinin kurmuş olduğudur.
Hâl böyleyken, 1930’mardan itibaren tek-parti otokrasisinin kurulmasından sonraki tarih anlatısı ise, Türkiye’de cumhuriyetin gerçek anlamının bu otokratik tek-parti yönetimine göre belirlenmesini kabûl etmektedir. Kemalist çevrelerce, yarı-dinsel bir hüşû içinde, bir “kaybedilmiş altın çağ” muamelesi gören tek-parti döneminden sonraki gâyet sınırlı çok-partili hayat ise, tek-parti döneminde ayrıcalıklı konumunu ihyâ etmiş bulunan büokrasinin bu konumunu paylaşmaktan duyduğu hoşnutsuzluğu ve daha önemlisi ayrıcalıklarını büsbütün yitirme endişesini ifâde eden müdahalelerin târihi niteliğindedir. Târihî konjonktürün ve Türkiye toplumunun sınıfsal yapısındaki dönüşümlerin de desteklediği müdahaleler, önce 1960 ve daha da belirgin olarak 1980 sonrasında, askerî ve sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını sistemin içine yerleştiren ve bu yerleşik ayrıcalıkların meşruîyetini de “Cumhuriyet’in korunması” hedefine dayandıran bir sistem yaratmıştır. Cumhuriyetin hem kavramsal ve hem de tarihî olarak özünde varolan demokratik niteliğini ortadan kaldıran, en azından demokrasiyi anlamsızlaştıracak ölçüde aşındıran bu yapının tasfiyesi, şimdi, Türkiye’nin gelmiş olduğu bu toplumsal ve politik gelişmişlik seviyesinde ve AB hedefi başta olmak üzere dünyâ konjonktürünün sunduğu imkânlarla birlikte, gerçekleştirilme yoluna girmiş bulunmaktadır.
Son günlerde, HSYK ve “Balyoz” terimleriyle simgelenen hâdiseler üzerinden yaşananlar, bu hâdiselerin ifâde ettiği hukukî anlamlar ne olursa olsun, Türkiye’de cumhuriyetin terimin doğru anlamında halkın, yâni Türkiye vatandaşlarının politik iradesine yeniden bağlanması amacına yönelik olmalıdır. Bu bakımdan dikkat edilmesi gereken bazı temel hususlara işaret etmek yerinde olacaktır.
(1) Kuruluş serüveni gösteriyor ki, Türkiye’de Cumhuriyet, kavramın “halk egemenliği” biçimindeki doğru anlamına uygun bir biçimde, Türkiye halkı tarafından kurulmuştur. Kuruluş sonrası tarihin gelişimi, bu gerçekliği çarpıtan ve cumhuriyetin gerçek sâhipliğini askerî ve sivil bürokrasiye atfeden bir anlatıyı geçerli håle getirmiştir. İşin doğrusu, askerâ ve sivil bürokratik vesayetin kurumsallaşmasını meşrulaştıran bu anlatının geçersizleştirilmesidir. Bu anlatının geçersizleştirilmesi demokratikleşmenin önünü tıkayan vesâyetçiliğin kurumsal tasfiyesi kadar önemlidir çünkü, vesayetçi kurum ve mekanizmaların arkasında, bunları cumhuriyetin gerçek koruyucu zanneden, azınlıkta da olsa azımsanması mümkün olmayan ciddî bir toplum desteği mevcuttur.
(2) Cumhuriyetin kavramın ideal anlamına yakın bir biçimde gerçek bir halk egemenliğine doğru dönüştürülmesinde dikkat edilmesi gereken ikinci husus, halk egemenliği fikri ile millî irâde söyleminin uyuşmazlığıdır. Türkiye’nin siyâsî geleneğinde daha çok muhafazakâr ve milliyetçi siyâsî söylemin benimsediği millî egemenlik ve millî irâde kavramları, parlâmento çoğunluğunun tüm iktidarı eline alması gerektiği gibi bir anlamda kullanılmaktadır. Sonuçta, millî egemenlik-millî irâde ikilisi, milletin seçilmiş temsilcilerinin çoğunluğunu, bu da TBMM’ndeki çoğunluk grubunu ve bu grubun liderini öne çıkarmaktadır. Politik iktidarın merkezîyetçi bir nitelik taşıdığı devlet yapısında bu söylem, ister istemez, çoğunlukçu yönetim anlayışının savunulmasına yönelmektedir.
(3) Oysa Cumhuriyet’in kuruluşundaki felsefe, halk egemenliğini gerçekleştirmek için son derece adem-i merkezîyetçi bir yapı içinde iktidarın temerküzünü engellemeyi hedeflemekteydi. Bu bağlamda, 1918-1923 döneminin bu adem-i merkeziyetçi halk egemenliği mirasını bugüne uyarlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sürecinin ana doğrultusunu da belirleyebiliriz. Bu doğrultu, bugün halk egemenliğini “demokratik müzakere usûlleri”nin kurumsallaşmış ifâdesi olarak anlamak; demokratik müzakere usûllerini sâdece merkezî kurumlar düzeyinde değil, adem-i merkezîyetçi bir yapılanma temelinde geçerli hâle getirmek ve böylece Türkiye’yi ulusüstü-ulusal-ulusaltı demokratik karar alma süreçlerinin işlediği demokratik bir cumhuriyet niteliğine uygun olarak yeniden inşâ etmek biçiminde anlaşılmalıdır. Askerî ve sivil bürokratik vesâyetin tasfiyesi, demokratikleşme için zorunlu olsa bile, mevcut merkeziyetçi yapı ve usûller korunduğu sürece yeterli olmayacağı gibi, demokratikleşme için tehlikeli bile olabilecektir.

Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder