11 Aralık 2013 Çarşamba

Krizlerin Yaşanmaması için Kısa Değil, “İnce” [Thin] Anayasa



Milletvekili genel seçimlerine doğru anayasa tartışmalarının da gündeme gelmesi, bir bakıma sevindirici. Bununla birlikte, sıklıkla vurguladığım bir hususu tekrar etmeden de geçemeyeceğim: Seçimlere bu kadar az bir süre kala, toplumsal örgüt ve platformların yeni anayasa konusunda sürdürmeye gayret ettikleri çabayla mukayese edildiğinde siyasî partilerin görece pasif veyâ düşük profilli bir tavır gösterdikleri bir gerçek. Hele de 2007 seçimleri öncesinde, başta AK Parti olmak üzere siyasî partilerin yeni anayasa taleplerini sâdece seçim beyannamelerine yazmakla kalmayıp, genel seçimleri adeta bir anayasa seçimine dönüştürmüş oldukları hatırlanırsa. O dönem Cumhuriyet tarihinde benzerine az rastlanır düzeyde bir temsil kabiliyetiyle ortaya çıkmış olan TBMM, yeni anayasa yapma yetkisini (bu anlamda “kurucu vekâleti) halktan almış olduğunu rahatça iddiâ edebilirdi. Olmadı. Bir bölümü Anayasa Mahkemesi tarafından iptâl edilen kısmî anayasa değişiklikleriyle yol alınmak istendi ve netîcede bugün yeni bir kriz ânına varılmış oldu. YSK’nın, çoğu BDP ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku tarafından desteklenen bağımsız adayların adaylıklarını iptâl eden kararıyla –karara yönelik itirazlar ve sonuçları şu ân itibariyle bilinmemekle birlikte– seçimlerden sonra ciddî bir meşrûiyet eksikliğinin doğması ve yeni anayasa tartışmalarının uzun bir süre anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek.
YSK kararının hukukîliği tartışmalı. Kararı verenler Anayasa’nın 76. ve Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddeleri başta olmak üzere pek çok muvzuat hükmünü gerekçe olarak ortaya koymaktadırlar. Hiç kuşkusuz bu karar, Türkiye’nin, dünyanın en ileri standartlarına uygun bir demokratik rejime erişmesi bakımından büyük bir engel niteliğindedir. Bununla birlikte, kararın hukukî dayanaklarının –tartışmalı da olsa– mevcudiyeti, bize geride bıraktığımız dönemde yeni anayasa ve buna bağlı olarak gerçekleştirilmesi gereken başka Siyasi Partiler Kanunu ve %10’luk seçim barajiı olmak üzere bir dizi mevzuat değişikliği çalışmalarının akamete uğramış olmasının şimdi artık hepizin gözüne soktuğu bir gerçekliktir. BDP ve onunla ittifak hâlindeki siyasî kadroları “bağımsız adaylar” üzerinden seçime girmek mecburiyetinde bırakan antidemokratik baraj uygulaması, 12 Eylül rejiminin kurduğu otoriter-milliyetçi anayasal sistemin ana payandalarındandır. Ergenekon, balyoz ve benzeri davalarla devlet içinde örgütlenmiş darbeci odaklar ve çetelerle mücadele edildiğinin ve nihayet son Anayasa değişiklikleriyle, 12 Eylül askerî rejimiyle de hesaplaşma yolunun açıldığının ileri sürüldüğü bir dönemde, yapılan onca Anayasa ve yasa değişikliğinin içinde şimdi yeni bir krize neden olan hükümlerin yer almaması büyük bir kusurdur.
Bu kusurun yol açacağı siyasî sonuçlar, kuşkusuz, Türkiye demokrasisinin ilerlemesini engelleyecek, en azından yeni demokratikleşme adımlarının atılmasını geciktirecektir. Çünkü, Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ilerlemesi, öncelikle “Kürt Sorunu”nda mündemiç olan “anadilde eğitim” ve “demokratik özerklik” taleplerine ilişkin kararlar üzerinden mümkündür. BDP’nin (ve onunla birlikte hareket eden blokun) temsil edilmediği bir TBMM, sâdece niceliksel (yâni oransal ve “bölgesel” eksik temsil) olarak değil, aynı zamanda niteliksel (yâni demokratikleşme ile ilgili temel taleplerden en önemlilerinin TBMM’de dile getirilmesine imkân tanınmaması bakımından) büyük bir meşrûiyet açığıyla sakatlanmış olacaktır. Sâdece BDP’nin engellendiği bir seçim sürecinde, AK Parti’nin doğu ve güneydoğu illerinden –%50’nin çok üzerinde bir orandaki  oyun temsil edilmemesi nedeniyle– “tulum” çıkarması ihtimali bile, bu açığın düzeyi hakkında bir fikir verebilmektedir.
Durum ortada. 1982Anayasası ile getirilmiş olan düzen, kronik bir meşrûiyet krizinde ve bu krizin zaman zaman akut hâle geldiği târihî ânlar da dolayısıyla şaşırtıcı değil. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2008’deki Anayasa değişikliklerinin iptali, kapatma davaları ve kaptama veya başka tür müeyyide uygulama yönünde kararlar, ve nihayet şimdi YSK kararları, hep bu akut kriz evrelerinin belirleyicileri. Bu tür kronik ve akut krizlerden çıkış, öncelikle yeni ve demokratik bir anayasa ve ona uygun yepyeni bir siyasî hukuk mevzuatının oluşturulmasına bağlı. Bunların yapılması ise, öncelikle krizlerin sâdece ve basitçe bir hukuk krizinden ibaret olmadığını anlamakla mümkün. Bunu anlamak ise, hâlen geçerli olan hukuk sisteminin gerisinde, bu sisteme varlık kazandıran bir politik karar olarak “milliyetçi” bir tercihin yapılmış olmasıdır. Burada milliyetçilikten kastedilen, devlet ile türdeş bir kültürel-siyasî bütünlük olarak “tasavvur edilen” milletin birliğini “ülkü”leştiren bir ideolojidir ki, Türkiye özelinde bu ideolojinin en kestirme ifådesi “devlet iktidarını kullanarak türdeş bir Türk milleti yaratma” hedefidir.
Bu hedef ve bu hedefin belirlediği anayasa ve mevzû hukuk düzeni, sâdece Türkiye’de değil, başka pek çok milliyetçi anayasa düzenlerinden de mevcuttur. Bu nedenle anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe “milliyetçi anayasalar” denilen bir anayasa türünden söz edilmektedir. Bu anayasa türü, klâsik anlamda “anayasa” kavramının içeriğinde yer alması gereken asgarî özelliklerden daha fazlasını anayasanın içine yerleştirmektedir. Şöyle söyleyeyim: Klâsik anlamıyla bir anayasa, devletin temel örgütlenmesini, yâni yasama, yürütme ve yargı organlarının kuruluşunu, yetkilerini ve bu organların kullandığı erklerin birbirleriyle ilişkilerini düzenlemenin yanında bir de insan hakları ve temel hürriyetlerle ilgili güvencelere, hukuk devleti mekanizmalarına yer verirler. Bunlara anayasa ve siyaset bilimi literatüründe “ince” (thin) anayasa denmektedir. Buradaki mes’ele anayasa metninin uzun veya kısa olması değil, siyasî ve ideolojik tercihlerin içinde yer almadığı metinler olarak düzenlenmesidir. Bir diğer deyişle “ince” anayasalar, o anayasa ile kurulan devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan insanların kültürel kimliklerinin, hayat tarzları, kültürlerinin biçimlendirilmesi gibi, anayasayı bir millî kimlik temelinde meşrûlaştıran normlara yer vermezler. Oysa milliyetçi bir politik-ideolojik temele dayanan millî devlet anayasaları, bu konuları da “türdeş millet oluşturma/milletin türdeşliğini koruma” hedefleri uyarınca anayasa normlarıyla düzenlemektedirler. Bu nedenle de milliyetçi anayasalar, “ince” anayasalardan farklı olarak “kalın” (thick) ve yüklü anayasalardır.
Çok etnik gruplu, çok dinli, kısaca çokkültürlü/çok kimlikli bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nin külleri üzerine bir “Türk millî devleti” olarak tasavvur edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924, 1961 ve 1982 tarihlerindeki üç anayasası da bu anlamda “kalın” ve “yüklü” anayasalar olmuştur. Tek-parti döneminde tevhid-i tedrisat, Diyanet’in kurulması, vanadaşlık tanımında etnik bir yakaşımla Türk teriminin benimsenmesi ve nihayet Kemalist ideolojinin anayasaya konulması gibi hususların bu kalınlığın göstergeleridir. 1961’de de devam eden bu özellik, 1982 Anayasası ile iyice artmıştır. Anayasa’nın –hukuken bağlayıcı ve hata değiştirilemezliği dahi iddia edilebilecek olan– Başlangıç bölümü, “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa,” ibâresiyle başlayarak, hem anayasanın ve hem de buna göre oluşturulmuş bulunan siyasî-hukukî mevzuatın gerisindeki temel politik tercihi açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Açıkça “milliyetçi” olduğunu ilân etmiş bulunan bu ideolojik yük, 1982 Anayasası’nı, hemen tüm milliyetçi anayasa örneklerinde olduğu gibi, üzerinde hükümranlık iddiasında bulunduğu toplumun çoğulcu yapısıyla tamamen ters düşen bir belge hâline getirmektedir. Türkiye’nin hem kronik, hem akut anayasa ve dolayısıyla siyaset krizlerinden kurtulabilmesi, öncelikle bu milliyetçi kalınlıktan veya yükten kurtulmuş, yeni, hafiflemiş ve dolayısıyla ince bir anayasaya kavuşması ile mümkündür. Böyle bir anayasal incelme ise, tabiî bu bilinçteki siyasî aktörlerin varlığını gerektirir. BDP ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blokunun TBMM’deki varlığı, sayı bakımından değilse de, nitelik olarak, bu sürecin itici gücü olma yönünde bir ümit ışığı sunuyordu. Şu ân için yapabildiğimiz, öncelikle Kürt sorununun demokratik çoğuluculuk ilkelerine uygun olarak çözülmesi talebini ifâde eden bu ışığın karartılmamasını temenni etmekten öteye geçemiyor, maalesef.

Levent Köker

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder