Milletvekili genel seçimlerine doğru anayasa tartışmalarının
da gündeme gelmesi, bir bakıma sevindirici. Bununla birlikte, sıklıkla
vurguladığım bir hususu tekrar etmeden de geçemeyeceğim: Seçimlere bu kadar az
bir süre kala, toplumsal örgüt ve platformların yeni anayasa konusunda
sürdürmeye gayret ettikleri çabayla mukayese edildiğinde siyasî partilerin
görece pasif veyâ düşük profilli bir tavır gösterdikleri bir gerçek. Hele de
2007 seçimleri öncesinde, başta AK Parti olmak üzere siyasî partilerin yeni
anayasa taleplerini sâdece seçim beyannamelerine yazmakla kalmayıp, genel
seçimleri adeta bir anayasa seçimine dönüştürmüş oldukları hatırlanırsa. O
dönem Cumhuriyet tarihinde benzerine az rastlanır düzeyde bir temsil
kabiliyetiyle ortaya çıkmış olan TBMM, yeni anayasa yapma yetkisini (bu anlamda
“kurucu vekâleti) halktan almış olduğunu rahatça iddiâ edebilirdi. Olmadı. Bir
bölümü Anayasa Mahkemesi tarafından iptâl edilen kısmî anayasa
değişiklikleriyle yol alınmak istendi ve netîcede bugün yeni bir kriz ânına
varılmış oldu. YSK’nın, çoğu BDP ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku
tarafından desteklenen bağımsız adayların adaylıklarını iptâl eden kararıyla
–karara yönelik itirazlar ve sonuçları şu ân itibariyle bilinmemekle birlikte–
seçimlerden sonra ciddî bir meşrûiyet eksikliğinin doğması ve yeni anayasa
tartışmalarının uzun bir süre anlamını yitirmesi ihtimali çok yüksek.
YSK kararının hukukîliği tartışmalı. Kararı verenler
Anayasa’nın 76. ve Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddeleri başta olmak
üzere pek çok muvzuat hükmünü gerekçe olarak ortaya koymaktadırlar. Hiç
kuşkusuz bu karar, Türkiye’nin, dünyanın en ileri standartlarına uygun bir
demokratik rejime erişmesi bakımından büyük bir engel niteliğindedir. Bununla
birlikte, kararın hukukî dayanaklarının –tartışmalı da olsa– mevcudiyeti, bize
geride bıraktığımız dönemde yeni anayasa ve buna bağlı olarak
gerçekleştirilmesi gereken başka Siyasi Partiler Kanunu ve %10’luk seçim
barajiı olmak üzere bir dizi mevzuat değişikliği çalışmalarının akamete uğramış
olmasının şimdi artık hepizin gözüne soktuğu bir gerçekliktir. BDP ve onunla
ittifak hâlindeki siyasî kadroları “bağımsız adaylar” üzerinden seçime girmek
mecburiyetinde bırakan antidemokratik baraj uygulaması, 12 Eylül rejiminin
kurduğu otoriter-milliyetçi anayasal sistemin ana payandalarındandır.
Ergenekon, balyoz ve benzeri davalarla devlet içinde örgütlenmiş darbeci
odaklar ve çetelerle mücadele edildiğinin ve nihayet son Anayasa
değişiklikleriyle, 12 Eylül askerî rejimiyle de hesaplaşma yolunun açıldığının
ileri sürüldüğü bir dönemde, yapılan onca Anayasa ve yasa değişikliğinin içinde
şimdi yeni bir krize neden olan hükümlerin yer almaması büyük bir kusurdur.
Bu kusurun yol açacağı siyasî sonuçlar, kuşkusuz, Türkiye
demokrasisinin ilerlemesini engelleyecek, en azından yeni demokratikleşme
adımlarının atılmasını geciktirecektir. Çünkü, Türkiye’nin demokratikleşme
yolunda ilerlemesi, öncelikle “Kürt Sorunu”nda mündemiç olan “anadilde eğitim”
ve “demokratik özerklik” taleplerine ilişkin kararlar üzerinden mümkündür.
BDP’nin (ve onunla birlikte hareket eden blokun) temsil edilmediği bir TBMM,
sâdece niceliksel (yâni oransal ve “bölgesel” eksik temsil) olarak değil, aynı
zamanda niteliksel (yâni demokratikleşme ile ilgili temel taleplerden en
önemlilerinin TBMM’de dile getirilmesine imkân tanınmaması bakımından) büyük
bir meşrûiyet açığıyla sakatlanmış olacaktır. Sâdece BDP’nin engellendiği bir
seçim sürecinde, AK Parti’nin doğu ve güneydoğu illerinden –%50’nin çok
üzerinde bir orandaki oyun temsil
edilmemesi nedeniyle– “tulum” çıkarması ihtimali bile, bu açığın düzeyi
hakkında bir fikir verebilmektedir.
Durum ortada. 1982Anayasası ile getirilmiş olan düzen,
kronik bir meşrûiyet krizinde ve bu krizin zaman zaman akut hâle geldiği târihî
ânlar da dolayısıyla şaşırtıcı değil. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi,
2008’deki Anayasa değişikliklerinin iptali, kapatma davaları ve kaptama veya
başka tür müeyyide uygulama yönünde kararlar, ve nihayet şimdi YSK kararları,
hep bu akut kriz evrelerinin belirleyicileri. Bu tür kronik ve akut krizlerden
çıkış, öncelikle yeni ve demokratik bir anayasa ve ona uygun yepyeni bir siyasî
hukuk mevzuatının oluşturulmasına bağlı. Bunların yapılması ise, öncelikle
krizlerin sâdece ve basitçe bir hukuk krizinden ibaret olmadığını anlamakla
mümkün. Bunu anlamak ise, hâlen geçerli olan hukuk sisteminin gerisinde, bu
sisteme varlık kazandıran bir politik karar olarak “milliyetçi” bir tercihin
yapılmış olmasıdır. Burada milliyetçilikten kastedilen, devlet ile türdeş bir
kültürel-siyasî bütünlük olarak “tasavvur edilen” milletin birliğini
“ülkü”leştiren bir ideolojidir ki, Türkiye özelinde bu ideolojinin en kestirme
ifådesi “devlet iktidarını kullanarak türdeş bir Türk milleti yaratma”
hedefidir.
Bu hedef ve bu hedefin belirlediği anayasa ve mevzû hukuk
düzeni, sâdece Türkiye’de değil, başka pek çok milliyetçi anayasa düzenlerinden
de mevcuttur. Bu nedenle anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe
“milliyetçi anayasalar” denilen bir anayasa türünden söz edilmektedir. Bu
anayasa türü, klâsik anlamda “anayasa” kavramının içeriğinde yer alması gereken
asgarî özelliklerden daha fazlasını anayasanın içine yerleştirmektedir. Şöyle
söyleyeyim: Klâsik anlamıyla bir anayasa, devletin temel örgütlenmesini, yâni
yasama, yürütme ve yargı organlarının kuruluşunu, yetkilerini ve bu organların
kullandığı erklerin birbirleriyle ilişkilerini düzenlemenin yanında bir de
insan hakları ve temel hürriyetlerle ilgili güvencelere, hukuk devleti
mekanizmalarına yer verirler. Bunlara anayasa ve siyaset bilimi literatüründe
“ince” (thin) anayasa denmektedir. Buradaki
mes’ele anayasa metninin uzun veya kısa olması değil, siyasî ve ideolojik
tercihlerin içinde yer almadığı metinler olarak düzenlenmesidir. Bir diğer
deyişle “ince” anayasalar, o anayasa ile kurulan devlete vatandaşlık bağı ile
bağlı olan insanların kültürel kimliklerinin, hayat tarzları, kültürlerinin
biçimlendirilmesi gibi, anayasayı bir millî kimlik temelinde meşrûlaştıran
normlara yer vermezler. Oysa milliyetçi bir politik-ideolojik temele dayanan
millî devlet anayasaları, bu konuları da “türdeş millet oluşturma/milletin
türdeşliğini koruma” hedefleri uyarınca anayasa normlarıyla düzenlemektedirler.
Bu nedenle de milliyetçi anayasalar, “ince” anayasalardan farklı olarak “kalın”
(thick) ve yüklü anayasalardır.
Çok etnik gruplu, çok
dinli, kısaca çokkültürlü/çok kimlikli bir imparatorluk olan Osmanlı
Devleti’nin külleri üzerine bir “Türk millî devleti” olarak tasavvur edilen
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1924, 1961 ve 1982 tarihlerindeki üç anayasası da bu
anlamda “kalın” ve “yüklü” anayasalar olmuştur. Tek-parti döneminde tevhid-i
tedrisat, Diyanet’in kurulması, vanadaşlık tanımında etnik bir yakaşımla Türk
teriminin benimsenmesi ve nihayet Kemalist ideolojinin anayasaya konulması gibi
hususların bu kalınlığın göstergeleridir. 1961’de de devam eden bu özellik,
1982 Anayasası ile iyice artmıştır. Anayasa’nın –hukuken bağlayıcı ve hata
değiştirilemezliği dahi iddia edilebilecek olan– Başlangıç bölümü, “Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce
Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa,” ibâresiyle
başlayarak, hem anayasanın ve hem de buna göre oluşturulmuş bulunan
siyasî-hukukî mevzuatın gerisindeki temel politik tercihi açıkça ortaya koymuş
olmaktadır. Açıkça “milliyetçi” olduğunu ilân etmiş bulunan bu ideolojik yük,
1982 Anayasası’nı, hemen tüm milliyetçi anayasa örneklerinde olduğu gibi,
üzerinde hükümranlık iddiasında bulunduğu toplumun çoğulcu yapısıyla tamamen
ters düşen bir belge hâline getirmektedir. Türkiye’nin hem kronik, hem akut
anayasa ve dolayısıyla siyaset krizlerinden kurtulabilmesi, öncelikle bu
milliyetçi kalınlıktan veya yükten kurtulmuş, yeni, hafiflemiş ve dolayısıyla
ince bir anayasaya kavuşması ile mümkündür. Böyle bir anayasal incelme ise,
tabiî bu bilinçteki siyasî aktörlerin varlığını gerektirir. BDP ve Emek,
Özgürlük ve Demokrasi Blokunun TBMM’deki varlığı, sayı bakımından değilse de,
nitelik olarak, bu sürecin itici gücü olma yönünde bir ümit ışığı sunuyordu. Şu
ân için yapabildiğimiz, öncelikle Kürt sorununun demokratik çoğuluculuk
ilkelerine uygun olarak çözülmesi talebini ifâde eden bu ışığın
karartılmamasını temenni etmekten öteye geçemiyor, maalesef.
Levent Köker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder