12 Aralık 2013 Perşembe

HUKUK REFORMLARI SÜRECİNDE TÜRKİYE’NİN İNSAN HAKLARI SORUNU: BİR DEĞERLENDİRME ÇERÇEVESİ


   
Türkiye’nin son yirmi yıllık târihi, bir bakıma, tam üye olmak üzere müracaât ettiği Avrupa Birliği’ne uyum sağlamak için zorunlu olan hukuk reformlarını gerçekleştirme çabalarının târihi olarak da nitelendirilebilir. Genel olarak “hukuk reformları” terimi altında ifâde edilen bu nitelendirme, aslında, Türkiye’de devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin ekonomik, kültürel ve siyâsî boyutlarda yeniden kurulmasına yönelik bir değişim sürecini anlatmaktadır. Bu sürecin ana doğrultularından biri de, kuşkusuz, insan hakları ile ilgili olmaktadır
Hukuk reformlarının Türkiye’de insan hakları alanındaki iyileştirmeleri içermesi yönünde ortaya çıkan “zorunluluk”, teslim etmek gerekir ki, reformların nihâî hedefi olan Avurpa Birliği’nin (AB) siyâsî-hukukî kriterlerine uyum sağlama gereğinin bir ifâdesidir. Ancak, insan hakları alanındaki reformları sâdece AB’ne uyum süreciyle açıklamak doğru olmaz. İnsan hakları ile ilgili reformlar, Türkiye’nin AB persektifinden görece bağımsız olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce (AİHM[1]) defalarca tescil ve te’yid edilmiş bulunan bozuk sicilinin düzeltilmesi bakımından da bir zorunluluktur.
Ayrıca, hukuk reformlarının insan hakları alanını da kapsamak zorunda oluşunun, Türkiye-Avrupa ilişkileri bağlamında ortaya çıkan ve dolayısıyla Türkiye’nin somut durumundan kaynaklanan nedenlerin ötesine geçen gerekçeleri de vardır. Bu gerekçeler, modern hukuk düzeniyle hak kavramının niteliği arasında varolan mantıkî diyebileceğimiz bağlantılarda karşımıza çıkmaktadır. Bir diğer deyişle, sâdece Türkiye’nin somut durumu değil, mevcut herhangi bir somut toplumsal durumun özel ve konjonktürel gereklerinden bağımsız olarak, başlı başına bir modern hukuk düzeninin kendi içsel niteliği, insan hakları nosyonunun varlığını ve geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu nedenle, bu yazıda önce genel olarak hak, özel olarak da insan hakları kavramlarının modern hukuk düzeni açısından taşıdıkları anlam üzerinde durulacaktır. Bundan sonra, insan hakları alanında yer alan hak kategorileri hakkında genel bir bilgi verilecek ve nihâyet Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği hukuk reformları aracılığıyla insan hakları alanında neleri gerçekleştirdiği, neleri gerçekleştir(e)mediği üzerinde durulacaktır. Nihâyet, Türkiye’nin hukuk reformları aracılığıyla insan hakları alanında gerçekleştirmeye yöneldiği iyileştirmelerin daha çok yasaları değiştirmek veyâ yeni yasalar yapmak düzeyinde kaldığı, buna karşılık reformların hukuk pratiğinde yasal düzenlemelerle amaçlanan türden netîceler üretemediği sıkça vurgulanan bir husus olmuştur. Yazının son bölümünde bu vurgunun ne denli yerinde olup olmadığına ilişkin bâzı örnekler üzerinde durulacaktır.

MODERN HUKUK DÜZENİNDE HAK KAVRAMI VE İNSAN HAKLARI


Modern hukuk düzeninin temel taşlarından biri hak kavramı ise, diğeri de bu kavramdan ayrı düşünülmesi mümkün olmayan kişilik kavramıdır. Kişilik, en genel anlamıyla, haklara ve borçlara sâhip olma yeteneğinin, kısacası hak ehliyetinin varlığını anlatan bir kavramdır ve modern hukuk, bu anlamda, gerçek kişi olarak kabûl ettiği insanlar arasında bir ayrım yapmamaktadır. Böylece, modern hukuk düzeninin en temel ilkelerinden biriyle, hukuk önünde eşitlik ilkesiyle karşılaşmaktayız. Modernlik öncesi, “eski” hukuk düzenlerinde varolmayan bu ilkeye göre herkes, hattâ sağ doğmak kaydıyla ana rahmine düşmüş olan cenin bile, hak ehliyetine sâhiptir.[2]
İnsanın hukukî kişiliğinin ifâdesi olan hak ehliyeti, hukuk düzeni tarafından insana tanınmış “ayrıcalıklar”[3] gibi görünen fakat aslında insanın kullanmak veyâ kullanmamak sûretiyle kendi menfaâtlerini düzenlemesine imkân veren bir yetki niteliği daha fazla öne çıkan bir kavram olan hak kavramıyla ayrılmaz bir bütünlük içindedir. “Hak, hukuk düzeninin kişiye, menfaatlerinden yararlanmak için tanıdığı irade hakimiyetidir” biçiminde tanımlanırsa[4], hak kavramı ile hukuk düzeni arasında sıkı bir bağlantı kurulmuş olur. Böylece hak, aslında hukuk düzeninin varlığından türemekte, bir diğer deyişle hakkın varlığı, ondan önce bir hukuk düzeninin varlığına bağlı bulunmaktadır.[5] Hakkın varlığını hukuk düzenine bağlı olarak izâh eden bu görüşler, daha çok pozitivist hukuk anlayışına dayanmaktadırlar.[6] Buna göre hak, belirli zaman-mekân boyutlarında geçerli olan, kaynağını devletin norm koyucu irâdesinde (devletçi pozitivizm) veyâ toplumun târihî gelişim sürecinde (sosyolojik pozitivizm) bulan pozitif hukuka göre belirlenmektedir.
Hukuku pozitif hukuktan ibâret sayan, pozitif hukuku da büyük oranda bir mevzûat (yazılı ve hiyerarşik bir normlar) sistemi olarak gören, bunun dışında başka herhangi bir öğeyi “hukuk” saymayan, bu yüzden de “pozitivist” olarak nitelendirilen görüşler, yukarıda tanımladığımız anlamıyla hak kavramını izâh etmekte bir yere kadar başarılı olmuşlardır. Bir pozitif hukuk düzeninde, bu düzen tarafından hak sâhibi kılınmış olan kişi, yine o pozitif hukuk düzeni içinde kendi serbest irâdesine bırakılmış olan bir tercihler alanı içinde, sâhip bulunduğu hakların gereğini yapma yetkisini de üzerine almış durumdadır. Dolayısıyla, kişinin haklarından söz etmek demek, bu pozitivist yaklaşım açısından, kişinin o pozitif hukuk düzenince tanınmış bulunan yetkilerinden söz etmek demektir ki, kişi bu yetkilerini kullanıp kullanmamak, yâni haklarından fiilen yararlanıp yararlanmamak konusunda serbesttir. Bu serbestliğin bittiği nokta ise, kişinin sâhip olduğu hakların ihlâl edilmeleri veyâ ihlâl edilme tehlikesine mârûz kaldıkları noktadır ki, genellikle hakları ihlâl edilen veyâ ihlâl tehlikesiyle karşı karşıya kalan kişiler bu haklarına riâyet edilmesini talep ederek haklarını kullanmak üzere harekete geçerler. İşte bu harekete geçme ile birlikte de, hakkın gerçeklik kazandığı, “olması gereken” bir normatif düzenleme niteliğinde iken, etkililik kazanmaya yönelen bir “olgu”ya dönüştüğü söylenebilir. Bu bakımdan, örneğin Roma hukukunda hak kavramının çoğu kez böyle bir harekete geçmeyi anlatan bir terim olarak, aynı zamanda “dâvâ” anlamına da gelen “actio” sözcüğü ile karşılanmış olması gâyet mânidârdır.[7]
Şimdi burada bir hakkı ihlâl edilen veyâ ihlâl edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan kişinin nasıl hareket edeceği konusu gündeme gelmektedir: Hak, eğer sâdece pozitif hukuk düzeni içinde düzenlenmiş bir yetkiyi ifâde ediyorsa, pozitif hukukun dışında bir başka hukuk da –hukukî pozitivizmin iddiâsı uyarınca– yoksa ve pozitif hukuk da bir zaman-mekân boyutunun sınırları içinde varoluyorsa, o zaman “evrensel” denilen hakların varlığı nasıl mümkün olabilmektedir? Sorunun hukukî pozitivizme uygun bir cevâbı şöyle olabilir: Bugünün dünyâsında insan hakları, pozitif hukuk metinlerinde, geçerli normatif düzenlemeler olarak yerlerini almışlardır ve bu düzenlemeler arasında en önemlilerinden biri olan “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” insan haklarının evrenselliğini bir nomatif özellik olarak pozitif hukukun içine yerleştirmiş bulunmaktadır.[8] Özetle, bu cevaba göre insan hakları “evrensel”dir, çünkü pozitif hukuka göre böyledir.
Bu cevap kendi içinde çelişkilidir ve aslında hukukî pozitivizmin genel olarak hak kavramı ile ama daha özel olarak da insan hakları konusuyla ilgili olarak içinde bulunduğu yetersizliği giderici olmaktan uzaktır. Pozitif hukukun bugün evrensel olarak kabûl ettiği bir normu (burada insan haklarını) zaman içinde evrensel olarak kabûl etmemesi de mümkündür ki, pozitif hukukun zaman-mekân boyutuyla belirlenen mâhiyetine bağlı bu değişkenliğe açıklık, aslında, insan haklarının evrensellik iddiâsı ile pozitif hukuk arasındaki çelişkinin giderilemezliğinin de kanıtı olmaktadır. Bu bakımdan, pozitif hukukun insan haklarına evrensellik kazandırması veyâ tersine insan haklarının evrenselliğini yadsıyarak ortadan kaldırması geçerli olabilecek anlayışlardan değildir.
Hâl böyle ise, o zaman insan hakları ile ilgili olarak hukukî pozitivizmin dışında bir başka temel aramak gerekmektedir. Kökeni çok eski çağlara kadar uzanan “doğal hukuk” anlayışı böyle bir temel oluşturmaktadır diye düşünebiliriz. Gerçekten de, belirli bir zaman-mekân boyutundaki pozitif hukuk düzeninin ötesinde varolan ve her türlü “pozitif hukuk düzeni”nin değerlendirilmesine imkân veren evrensel standardları içeren, kaynağını insan doğasından (ve evrensel aklın ilkelerinden) alan doğal hukuk anlayışında, en temel insan hakları da yer almaktadır. Doğal hukukun XVII. yüzyıldaki “liberal” versiyonunda, hiçbir pozitif hukuk düzeninin ihlâl edemeyeceği (hattâ ihlâl edilmeleri hâlinde insanların kurulu düzene direnme haklarının bulunduğu) yaşama, çalışma ve mülkiyet haklarını içerdiği kabûl edilmiştir. Burada bir ân durup düşündüğümüzde, bu üç temel “doğal hak” kategorisinin aslında târihî süreç içinde, bugünün pozitif ulusal ve uluslararası hukuk belgelerinde düzenlenmiş olan ayrıntılı hak kategorilerini içeren genel ilkeler gibi anlaşılması da mümkündür. Bu anlayış doğru ise, o zaman, günümüzde insan haklarını, insan haklarının evrenselliği iddiâsını da içerecek biçimde, pozitif hukuka bağlayıp, doğal hukukun artık geçersiz bir “metafizik” olduğu iddiası geçerli gibi görünmektedir. Buna karşılık, şu noktayı hemen hatırlatmak gerekmektedir ki, insan hakları ile ilgili gelişmeler, XVII. yüzyılın “liberal doğal hukuk anlayışı”ndan başlayıp, XVIII. ve XIX. yüzyılın “anayasacılık” hareketlerinden ve XX. yüzyılın “sosyal devlet” anlayışından geçerek gelinen bugünkü noktada durmuş, bitmiş, tamamlanmış değildir. Doğal hukuk anlayışının pozitif hukukun sınırlılıklarına karşı mâhiyeti gereği sâhip bulunduğu dinamizm, insan hakları kavramını, pozitif hukuktaki hakların üstünde, onların tâbi olduğu standartların belirlendiği bir alan hâline getirmekle kalmamakta, ayrıca insan haklarına, pozitif hukuktaki her türlü hak kategorisinden ayrı, en son başvuru kaynağı olma niteliği de vermektedir. Bir diğer deyişle insan hakları, pozitif hukuk tarafından tanınmamış olan bir takım hakları dahi ileri sürme imkânı veren evrensel dayanakları da ifâde etmektedir. Bu bağlamda insan hakları kavramı, kişiye pozitif hukuk tarafından tanınmayan bir yetkiyi kullanma, bir iddiâyı ileri sürme yetkisini vermekte ve bu bağlamda böyle bir hak iddiâsını pozitif hukuka yerleştirme mücâdelesine zemin oluşturmakta, bu niteliği ile de –hukukî pozitivizmin iddiâ ettiğinin aksine– salt hukukî değil, aynı zamanda siyâsî bir nitelik de taşımaktadır.[9]

İNSAN HAKLARI KATEGORİLERİ

            Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, “insan hakları” hem bir kurulu hukuk düzeni içinde yer alan hakları ve ilkeleri içeren, hem de bu hak ve ilkelerin evrenselliği ölçüsünde, henüz kurulu hukuk düzeni içinde açıkça ifâdesini bulmamış talep imkânlarını kişiye tanıyan, bu anlamda da kurulu hukuk düzeniyle eleştirel bir ilişki içinde bulunan bir kavram çerçevesini meydana getirmektedir. Bu çerçevenin gereğince anlaşılabilmesi içinde de, çerçevenin içinde ne gibi hak kategorilerinin yer aldığının kavranması gerekmektedir.
            Haklar, hukuk düşüncesinde değişik ölçütlere göre sınıflandırılmaktadırlar. Örneğin bir hakkın herkese karşı ileri sürülebilir olup olmamasına göre, “mutlak ve nisbî haklar” ayrımı yapılabildiği gibi, hakkın konusuna göre de, meselâ kişilik hakları veya malvarlığı (ya da mamelek) hakları gibi ayrımlar yapılabilmektedir. Daha çok kurulu hukuk düzenlerinde yer verilen hakların izâhı bakımından yapılan bu ayrımlar, yerlerini, “insan hakları” alanında, insan haklarının yukarıda kısaca değinilen özelliklerinden ötürü, başka tür ayrımlara bırakmaktadırlar. Örneğin, insan haklarının “mutlak veya nisbî haklar” diye ayrılması söz konusu değildir çünkü insan hakları, nitelikleri gereği mutlaktırlar, yâni herkese karşı, öncelikle de “devlete karşı” ileri sürülebilirler.[10]
Buna karşılık, insan haklarının kavranmasında önemli olan iki husus, bu hakların özneleri ve konuları ile ilgilidir. Bir diğer deyişle, insan hakları kavramının içeriğini gereğince anlayabilmek için, bu hakların öznesi olan “insan” ile bu hakların konularını, yâni ne tür talep yetkilerini içerdiklerini öncelikle anlamak gerekmektedir.
Önce insan kavramıyla başlayalım. Burada insan, “insan hakları” kavramının ortaya atıldığı ilk dönemlerde, her türlü toplumsal, târihî veyâ kültürel belirlenimden soyutlanmış bir varlığı ifâde edecek bir tarzda anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, insan haklarının öznesi olan bu varlığın millîyeti, cinsiyeti, yaşı, toplumsal sınıf veyâ statü âidiyeti gibi özellikleri bulunmamaktadır. Hakların öznesi, örneğin Alman, Fransız, Arap, Türk, Kürt, Ermeni vs., erkek, kadın, eşcinsel, transseksüel, vs., yetişkin, çocuk, yaşlı vs., işçi veyâ burjuva yâhût aristokrat vs., beyaz ya da mâvi yakalı gibi sıfatlarla nitelenen ve ancak bir “târihî” bağlamda anlamlı olabilen ayrımlardan soyutlanmış bir biçimde, “evrensel bir varlık olarak “insan”dır.
Buna göre, böylesi bir soyut ve evrensel varlık olarak insanın, sırf insan oluşunun mâhiyetinden gelen, bir diğer deyişle insan doğasından çıkan haklar, “insan hakları” olmaktadır ve bu haklara sâhip olmak bakımından da insanlar arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır.
            Kökleri itibâriyle, bir bakıma, insanı varlıkların en yücesi, en şereflisi mertebesinde kabûl eden ve bu anlamda insanın asgarî bir saygıyı hak ettiğini, kendi içinde değerli bir öz taşıdığını, hemen hemen bütün inanç sistemlerinin benimsediği söylenebilir. Bu benimseyişin, yukarıda anlatıldığı biçimiyle, insanın sırf insan olduğu için, doğası gereği bir takım dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez haklara sâhip olduğu fikri ile uyum içinde olduğu da söylenebilir. Buna karşılık, insanın doğal hakları diyebileceğimiz bir anlayışın bir devlet düzeninin temelini meydana getirecek biçimde kavranması, bundan da öte, bu “doğal haklar”ın devlet iktidarının sınırlarını oluşturduğunun düşünülmesi, oldukça yenidir. XVII. yüzyılda John Locke’un öncülüğünü yaptığı ve sonradan “liberalizm” diye adlandırılan düşünce akımı, insanın doğası gereği sâhip olduğu üç temel hakkı, hayat, emek ve mülkiyet haklarını herhangi bir kurulu devlet ve hukuk düzeninin, herhangi bir târihî ve toplumsal-kültürel belirlenimin kabûlünden bağımsız bir biçimde, insan varlığının sâhip olduğu haklar olarak görmüştür.[11]
            Bu görüşün orijinalliği, hak kavramını kurulu bir hukuk düzeninden önce, her türlü tecrübeden bağımsız olarak kavramasında yattığı kadar ve fakat bundan daha da önemli olarak, sözü edilen doğal hakların, devlet düzenin meşrûluk temelini meydana getirmesinde karşımıza çıkmaktadır. Liberal devlet anlayışına göre devlet, doğal haklara sâhip varlıklar olarak insanların kendi haklarını korumak üzere bir araya gelme irâdeleriyle oluşan bir anlaşmanın ürünüdür. Böylece devletin görevi, insanların doğal haklarının ihlâlini önlemek olmakta ve dolayısıyla devlet düzeninin sınırı da bu doğal haklarla çizilmiş bulunmaktadır. Bir diğer deyişle, bir yandan devlet ve tabiî devletin zorunlu olarak sâhip bulunduğu anayasa ile belirlenmiş kurulu hukuk düzeni, insanın doğal hakları tarafından belirlenmekte ve sınırlandırılmakta, diğer yandan da insan, herkese karşı ileri sürebildiği haklarını devlete karşı da ileri sürebilen bir varlık olarak bu düzenin temel kurucu unsuru olmaktadır.
            Liberal görüşün bu özellikleri, günümüz insan hakları öğretisinin bir yanını açıklayabilmektedir. Bu da, soyut bir varlık olarak hakların öznesi diye kabûl edilen “insan”ın, kendi özgürlük alanını belirleyen doğal haklarını ileri sürerken, bu “liberal haklar”ın niteliği gereği, “negatif” bir iddiâda bulunmasında belirginleşmektedir. Şöyle ki: Liberal anlayışa göre insan, doğası gereği sâhip olduğu hayat, emek ve mülkiyet hakları ile aslında kendi bireysel özgürlük alanının sınırlarını çizmekte ve bu sınırlar içinde kendisine dışarıdan ve –vurgulayarak söyleyelim– kendi irâdesi dışında bir müdahalede bulunulamayacağını benimsemektedir. Yâni, bu anlayışta insanın doğal hakları, insanın kendi özerk alanına karışılmamasını talep etme imkânının ifâdesi olarak anlaşılmaktadır ki, bu insan hakları anlayışına, Jellinek “negatif statü hakları” (ya da kısaca negatif haklar) adını vermektedir.[12]
            İnsan haklarını ilk defa kurulu hukuk düzeninden önce, evrensel insan doğasının gereği olarak kavrayıp, bu kavrayışı bir devlet ve hukuk düzeninin kurucu temeli hâlinde anlayan, bu anlayışla XIX. yüzyılda Avrupa’dan başlayarak tüm dünyâya yayılacak olan anayasal devlet düzenini de belirlemiş olan liberalizmin, hakların öznesi olarak soyut insanı, konusu olarak da hayat, emek ve mülkiyete müdahale edilmemesini kabûl etmiş olması, târihî olarak eleştirilmiş ve sonuçta aşılmıştır.
            İnsanın soyut bir varlık olarak tanımlanması, bu soyut varlığın doğası gereği sâhip bulunduğu temel haklarla korunan bir bireysel özgürlük alanının bulunduğu ve bu özgürlüğü güvence altına alan hakların öznesi olmak bakımından insanların hukuk önünde eşit oldukları, elbette, hukukî eşitlik kavramını bilmeyen eski (modernlik öncesi) dünyâ karşısında, özellikle de insanların hukuken eşitsiz konumlarda (statü ayrıcalıklarına dayanan tabakalar veyâ zümreler hâlinde) değerlendirildikleri orta çağ Avrupası karşısında önemli bir ilerlemeydi. Buna karşılık, soyut bireysel özgürlüğü güvence altına alan negatif haklara dayanan hukukî eşitliğin, toplum içinde insanların ekonomik, sosyal, kültürel ve cinsiyete dayalı somut eşitsizlikler altında yaşamaya devâm ettikleri gerçeğini değiştiremediği de görülmekteydi. Bunun en önemli nedeni olarak da, liberal bireysel özgürlük anlayışına dayanan soyut hukukî eşitlikçiliğin, hayat, emek ve mülkiyet hakları konusunda getirdiği yeni anlayışı “siyâsî haklar” ile pekiştirmemiş olmasıydı.
            Liberal devlette insanlar temel haklara sâhip olmak bakımından hukuk önünde eşitti ama, bu eşitliği somut hayat içinde gerçek kılacak imkânlardan, kısacası özgür bireyler olarak yaşama imkânlarından yararlanabilecek somut araçlardan yoksun bir durumdaydılar. XIX. ve XX. yüzyıllar boyunca, Kuzey Amerika ve Avrupa’dan başlayarak dünyâ ölçeğinde yaygınlaşan toplumsal sınıf mücâdeleleri ile kadın hareketinin haklar ve özgürlükler alanındaki talepleri, târihî süreç içinde gerçekleştikçe, insan haklarını, bireysel özgürlük alanını güvence altına almakla sınırlı tutan klâsik liberalizmin “negatif haklar” anlayışı da değişti. Artık insanların kendi somut târihî-toplumsal varoluş koşulları içinde, soyut hukukî eşitliğin normatif olarak öngördüğü hakları gereğince kullanabilmek için somut sosyo-ekonomik, kültürel taleplerde bulunmalarına imkân veren hak kategorileri ortaya çıkmaktaydı.
İşte bu hak kategorilerinden birine, insanın gerçekten özgür olabilmesi için ihtiyaç duyduğu araçların sağlanmasını toplumdan, tabiî toplum adına devletten talep etmesini mümkün kılan, yâni kendi bireysel özgürlük alanına “karışılmaması”nı isteme değil de, toplumsal-ekonomik süreçlere müdahale edilerek kendisine insanca yaşamak için gereken koşul ve araçların sağlanmasını isteme yetkisini eline alma anlamında, yine Jellinek’e atfen “pozitif statü hakları”(kısaca “pozitif haklar) denilmiştir.[13]
Pozitif haklar, insanın soyut bir hukukî varlık, yâni doğası gereği hak ve özgürlüklere sâhip bir özne olarak anlaşılmasını yadsımamakla berâber, insanın somut târihî varoluşundaki sınıfsal, cinsiyete dayalı ve diğer niteliklerle belirlenen özelliklerine vurgu yaptıklarından, bir bakıma soyut insan hakları kavrayışından da farklılaşan hak kategorilerinin ortaya çıkmasını hazırlamışlardır. Örneğin, pozitif hakların insanın sınıfsal konumuyla belirlenmesi bağlamında “işçi hakları”na ve bu haklar üzerinden, çağdaş anayasalardaki “sosyal ve ekonomik hak ve ödevler” kategorisine veyâ cinsiyete dayalı eşitsizliklerden kaynaklanan taleplere vücûd vermesi hâlinde “kadın hakları”na, insanın kendi maddî ve manevî varlığını geliştirmesi imkânlarına sâhip kılınması anlayışının benimsenmesiyle birlikte, sosyal ve ekonomik hakların bütünleyicisi olarak gündeme gelip kabûl edilen “kültürel haklar”a bu bağlam ve süreç içinde varılmıştır.
Nihâyet, negatif haklardan başlayıp sosyal ve ekonomik haklara, işçi, kadın, çocuk hakları, kültürel haklar, azınlık hakları gibi hak kategorilerini kapsayan bir hukuk düzeninin varolabilmesi için zorunlu olan bir diğer hak kategorisine daha değinmek gerekmektedir: Siyâsî haklar yahût –yine Jellinek’e atfen– “aktif statü hakları” (veyâ kısaca aktif haklar). Yurttaşlık hakları, devlet yönetimine katılma hakkı, seçme ve seçilme haklarından başlayarak, toplumsal-siyâsî hayâtın her alanında aktif bir özne olarak, devlet ve hukuk düzeninin normlarını, bu normların uygulanışını, kısaca, yasama, yürütme ve yargının kuruluş ve işleyişini belirleme, denetleme imkânı veren tüm haklar bu kategori içinde düşünülmelidir. Bireyin diğer tüm haklarının gerçekleştirilmesi için, bireysel özgürlüğün güvencesi olan, bireysel özgürlüğün toplumsal olarak gerçeklik kazanabilmesinin imkânlarını sunan, farklılıkların eşit ve özgür bir biçimde toplumsal ve siyâsî olarak ifâdesini mümkün kılan tamamlayıcı bir hak kategorisi olarak siyâsî haklar, aslında XVII. yüzyıldan itibâren sürekli bir dinamizm içinde ilerleyen haklar ve özgürlükler düzeninin günümüzde neden “demokratik” (yâni yurttaş katılımcılığına dayanan) bir düzen olması gerektiğini de ortaya koyan haklardır.[14]
Tüm bu hak kategorilerinin, ayrıca, hem bir devlet düzeninin kendi içinde ve hem de devletlerarası ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları çerçevesinde, özellikle de 1945 sonrası dünyâda önce Birleşmiş Milletler, sonra Avrupa Birliği bağlamında  kabûl görerek evrensellik kazanmasıyla birlikte, aslında çağdaş insan hakları öğretisi ile pratiğinin belirlendiği söylenebilir. Bu, elbette, mâhiyeti gereği dinamik bir kavram olan insan haklarının gelişmesinin sona erdiği anlamına gelmemektedir. İnsan özgürleşmesinin önündeki somut târihî ve toplumsal engeller, somut târih içinde, hukukî veyâ hukukî olmayan baskı ve sömürü mekanizmaları varoldukça, insanların hak ve özgürlük talepleri de, bu taleplerle birlikte meşrûlaşan değişimlerin de devam edeceğini bilmek gerekmektedir. Ancak, bugün gelinen târihî ânda, insan haklarının, negatif, pozitif ve aktif haklar kategorileri içinde yer alan haklar olarak anlaşılabildiği ama bunları dikine kesen eksenler olarak da işçi, kadın, çocuk, azınlık hakları ile kültürel hakların önem kazandığı gözlenmektedir.[15]
Bu son noktayı biraz daha açıklamak gerekmektedir. Hakların öznelerine göre işçi, kadın, çocuk, azınlık hakları gibi adlandırılmaları mümkün olmakla berâber, her bir hak kategorisi, kendi içinde, negatif, pozitif ve aktif hak kategorilerini de barındırabilmektedir. Örneğin azınlık hakları, hem azınlık olarak tanımlanan insan topluluğuna mensup olanların, örneğin eğitim faaliyetlerinde serbest olmalarına imkân veren bir negatif hak kategorisini içerebilir ve aynı zamanda da azınlık mensuplarının meselâ kendi dillerini kullanabilmek için bâzı imkânlara sâhip olmalarını mümkün kılmak üzere kamu otoritesinden belirli taleplerde bulunmaları anlamında bir pozitif hak kategorisini veyâ azınlık kimliğinin siyâsî ifâdesini ortaya koyabilme imkânını veren aktif hak kategorisini de kapsayabilir. Bu cümleden olmak üzere belirtmek gerekir ki, günümüz dünyâsında, modern zamanların tekkültürlü siyâsî yapılanma ideâl tipini oluşturan ulus-devletlerin karşı karşıya kaldıkları “çokkültürlülük” sorunu da, kültürel farklılıkların ifâdesinde negatif, pozitif ve aktif hak kategorilerinin birlikteliğinin değişik tarzlarını işâret eden bir zenginliği sergileyebilmektedir.[16]

İNSAN HAKLARI AÇISINDAN TÜRKİYE’NİN SORUNLARI

            Türkiye, devraldığı târihî miras de hesaba katılırsa, neredeyse iki yüz yıldır modern hukuk düzenini yerleştirmeye çalışmaktadır. Böyle bakıldığında, Tanzîmat Fermânı’ndan (1839) bu yana, Türkiye’nin iki hedefe birden yöneldiği görülmektedir. Hedeflerden biri devlet düzenini (yâni yasama, yürütme ve yargı erklerinin örgütleniş esaslarını ve kurallarını) rasyonel-hukukî bir temele oturtmak ise diğeri, bu devlet düzeni içinde geçerli olacak hukuk düzenini modernleştirmektir. Birinci hedef, Max Weber’in terminolojisini kullanmaya devam ederek söylersek, patrimonyal devletten rasyonel hukuk devletine geçmeyi anlatıyorsa, ikinci hedef de, yâni hukukun modernleştirilmesi de, hukuk önünde eşitlik ilkesinin somutlaştırılmasını anlatmaktadır.[17]
            Bu iki hedefin birbirinden ayrılamayacağı bilinmekle birlikte, özellikle ikinci hedef üzerinde, yâni hukukun modernleştirilmesine özel bir dikkât gösterdiğimizde, şu noktaların öne çıktığını görmekteyiz. Bir kere, hukukun modernleştirilmesi demek, devlet düzeni içinde geçerli olan hukuk normlarının “hukukî eşitlik” ilkesine göre oluşmuş olması, kısaca hukuk önünde kişilerin etnik köken, dinî inanç, cinsiyet, toplumsal sınıf veyâ statü gibi ölçütlere göre eşitsiz bir konumda görülmemesi demektir. Bu da, hukuk düzeninin, böyle bir hukukî eşitliğe izin vermeyen ahlâkî, dinî inanç veyâ soy mensûbiyeti gibi alanlarla ilişkisinin koparılması anlamına gelmektedir. Nitekim, 1839 Tanzîmât Fermânı ile başlayıp gelişen süreçte en temel vurgunun hukukî eşitlik üzerine yapılmış olduğunu tesbît edebilmekteyiz.
            Türkiye’de hukukî eşitlik ilkesine dayanan bir modern hukuk düzeninin kurulmasına yönelik târihi reform sürecinin en önemli doruklarından biri, Osmanlı reform sürecinde, eski, geleneksel veyâ  “patrimonyal” devlet ve hukuk düzeninin radikal bir biçimde tasfiye edilmemiş olması nedeniyle yaratılmış olan hukuk ikiliğini (dualism’i), meselâ 1926 târihli Türk Medenî Kanunu ile birlikte modern hukuk düzeni lehine ortadan kaldırmış olması nedeniyle, Cumhuriyet olmuştur. Buna karşılık, Cumhuriyet döneminde dahi, modern hukuk düzeninin “hukukî eşitlik ilkesi” ile bağdaşması mümkün olmayan yasal düzenlemelere ve hukuk uygulamalarına rastlandığı bilinmektedir.[18]
            Cumhuriyet döneminde, hem rasyonel-hukukî bir devlet düzeni kurmak ve hem de modern hukuk düzenini tam anlamıyla gerçekleştirmek yönündeki en önemli sıçrama ise 1961 Anayasası ile gerçekleştirilmiştir. İlk defâ bu Anayasa ile birlikte, Türkiye’nin devlet ve hukuk düzeni “insan haklarına dayandırılmış,” insan hakları devlet ve hukuk düzeninin üzerine inşâ edildiği bir temel olarak anlaşılmış; yine ilk defâ bu Anayasa ile birlikte insan haklarının yukarıda belirtilen negatif, pozitif ve aktif hak kategorilerine uygun ayrıntılı bir katologu Anayasa normları hâlinde düzenlenmiş ve yine ilk defâ bu Anayasa ile devletin yasama ve yürütme organlarının işlem ve eylemlerinin insan haklarına aykırı olamayacağını güvence altına almak için bağımsız yargı denetimi kurumsallaştırılmıştır.[19]
            Bununla birlikte, Cumhuriyet döneminin bu önemli ve özgürlükçü hukuk kazanımı, modern demokratik hukuk devletinin tüm boyutlarıyla yerleşmesi gibi bir netîce doğurmamıştır. Böyle bir netîcenin ortaya çıkmamasının önemli ve karmaşık târihî, kültürel, siyâsî nedenleri bulunmaktadır. Ancak, bu nedenler arasında biri özel olarak vurgulanmalıdır zirâ bu, 1961 Anayasası’nın 12 Mart 1971 târihli askerî müdahâle sonrasında gerçekleştirilen 1971 ve 1973 değişiklikleriyle insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti olma niteliğinden hızla uzaklaştırılmasına ve sonuçta 1982 Anayasası’nın insan hakları anlayışını ikinci plâna atan otoriter anlayışına zemîn oluşturan temel nedenler arasında öncelikli bir yere sâhip bulunmaktadır. Bu neden, Cumhuriyet’in bir “ulus-devlet” olarak kurulmuş olması ve böylece ulus-devlete özgü bir “devletin âli menfaâtleri” anlayışının hukuk düzeninin normatif ve pratik boyutları içinde belirleyici hâle gelmesi olarak ifâde edilebilir. Bu belirleyicilik içinde, insan hakları ve temel özgürlükler, her demokratik hukuk düzeninde varolan temel sınırlamaların ötesinde[20], Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını ve bekâsını muhafaza etmek için gerekenlerle de –ki, “devletin âli menfaâtleri” bu anlama gelmektedir– sınırlandırılmıştır. 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından, 1982 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde, 1961 Anayasası’na, fazla özgürlükçü olduğu için devletin varlığını tehlikeye düşüren istikrarsızlıklara ve gevşekliklere yol açtığı yönündeki eleştiriler esas alınmış ve 1982 Anayasası ile artık “insan haklarına dayanan” değil de, insan haklarına “devletin yüksek menfaâtleri”nin öncülüğünde belirlenmiş bir tarzda “saygılı” olan bir devlet anlayışına geçilmiştir. İki anayasa arasında haklar ve özgürlüklerle ilgili olarak ortaya çıkan bu yaklaşım farkı, 1982 Anayasası’nın getirdiği düzenlemeler içinde bir paradoksun ortaya çıkmasına yol açmıştır: Bu paradoks, 1961 Anayasasına göre insan haklarına “devlet otoritesi karşısında daha güçsüz bir konum” vermiş olan 1982 Anayasası’nın “temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddelerin yazımında, Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası insan hakları sözleşmeleri ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile uyum ve paralellik sağlanmasına daha büyük özen gösterilmiş” olmasında ortaya çıkmaktadır. [21]
1982 Anayasası’nın içerdiği bu paradoks , Türkiye’nin insan hakları alanında son dönemlerde yaşamakta olduğu sorunların da ifâdesi olmaktadır. Türkiye, 1982 Anayasası’nın kabûlünden sonraki dönemde, insan hakları alanında kendi iç hukuk düzenindeki değişimleri, büyük ölçüde Avrupa Birliği ile olan ilişkilerine paralel olarak gerçekleştirme yoluna girmiştir. 1987 yılında Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunda bulunan ve aynı yıl Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını ve 1989’da da Avrupa İnsan Hakları Divanı’nın zorunlu yargı yetkisini kabûl eden, ayrıca 1989 târihli “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” uyarınca siyâsî ve hukukî düzeninin modern demokratik devlet anlayışının temel ilkeleri doğrultusunda iyileştireceğini taahhüt eden, ancak bu taahhüdünü 1990’ların ikinci yarısından, AB ile 1995’te gerçekleşen Gümrük Birliği sonrasından başlayarak ve ancak 2000’lerde ciddî ve elle tutulur reformları gerçekleştirebilen Türkiye’nin hâlâ insan hakları alanında yaşamakta olduğu, bazıları gerçekten kronikleşmiş sorunların bu târihî birikimden kaynaklandığı belirtilmelidir. Aslında temel sorun, insan hakları alanındaki çağdaş gelişmelerin, özellikle de Avrupa Birliği bağlamında ortaya çıkan yeni ulus-ötesi (transnasyonal) hukuk ve devlet anlayışının Türkiye Cumhuriyeti’nin târihî müktesebâtı ve dayandığı güçlü “ulus-devlet” anlayışı ile çoğu kez uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, sâdece Türkiye’nin tam üye olma perspektifiyle ilişkilerini derinleştirme yoluna girdiği AB değil, Birleşmiş Milletler tarafından da kabûl edilmiş olan uluslararası insan hakları normları veyâ çerçeveleri de Türkiye’nin kavramakta ve uyum sağlamakta zorluk çektiği yenilikleri içermektedir.
Bu bağlamda, iki sorun dikkat çekicidir. Bunlardan ilki, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası andlaşmaların temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak, iç hukuktaki kanunlarla çatışması hâlinde ortaya çıkmaktadır. Burada sorun, biçimsel olarak, “usûlüne göre yürürlüğe konmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” diyen Anayasa’nın 90. maddesinde, bu andlaşmalar hakkında Anayasa Mahkemesi’ne gidilemeyeceğinin de düzenlenmiş olmasından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Anılan Anayasa maddesindeki bu ifâdenin nasıl yorumlanacağı, daha doğrusu bu madde ile birlikte usûlüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası andlaşmaların anayasaya aykırılıkları ileri sürülemediğine göre iç hukuktaki kanunlardan farklı, onlardan daha üstün ve dolayısıyla öncelikli bir yere sâhip olduklarının kabûl edilip edilemeyeceği, hukuk öğreti ve pratiğinde tartışılan bir konu olmuştur. Bu tartışmaların burada ele alınan insan hakları konusuyla ilgisi şudur: Türkiye’nin taraf olduğu bazı uluslararası andlaşmalar, meselâ Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları ile ilgili olarak Türkiye’nin kendi iç hukukundaki kanunlardan daha geniş kapsamlı bir hak ve özgürlükler anlayışına sâhip bulunabilmektedirler. Böylece, örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki ifâde hürriyeti ile ilgili düzenlemeyle Türk Ceza Kanunu’nun ifâde özgürlüğünü uluslararası andlaşmalardaki ölçülerden daha katı sınırlamalara tâbi tutan hükümleri arasında bir çatışma ortaya çıkabilmektedir. Böyle bir çatışmanın ortaya çıkması durumunda, Türkiye’deki yargı organı uluslararası andlaşmaya göre mi yoksa kanun hükmüne göre mi karar verecektir? Aslında birinci yolun seçilmesi ve böylece Türkiye’nin hukuk pratiğinin daha özgürlükçü bir yöne sevk edilmesi  mümkünken, uygulamada böyle yapılmayıp, temel hak ve özgürlükler konusunda daha sınırlı bir düzenleme getiren iç hukuk kurallarına öncelik verilmesi nedeniyle, sorunun çözümü için Anayasa’nın anılan 90. maddesine bir fıkra eklenmesi gerekmiştir. 2004 târihli bu ek fıkraya göre, “usûlüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Böylece bu sorun, nihâyet temel hak ve özgürlükleri genişleten bir yaklaşımın Anayasaya derc edilmesi sûretiyle çözülmüşse de, böyle bir sorunun yaşanmış olması, Türkiye’deki hukuk (yasama ve yargı) pratiğinin özgürlükleri genişletme konusunda, en hafif deyimle ne kadar çekingen davrandığını, çoğu kez de direnç gösterdiğini ortaya koymak bakımından ilgi çekicidir.  
İkinci sorun, Birleşmiş Milletler bünyesinde yer alan ve her ikisi de 1966 tarihli olan “Medenî ve Siyâsî Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” ve “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki sözleşme de Türkiye tarafından ancak 2000 yılında imzâlamış, 2003 yılında TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe konulmuştur. Buradaki gecikme, sözleşmelerin imzâ ve onay aşamalarının Türkiye’nin insan hakları alanındaki reformlarına AB ilişkileri bağlamında hız vermeye başladığı döneme denk gelmesi de düşünüldüğünde, Türkiye’nin uluslararası alanda insan hakları ile ilgili yeni ve daha geniş özgürlükler içeren gelişmeleri benimsemekteki isteksizliğinin bir kanıtı olarak görülebilir. Ancak, bundan da önemli olanı, Türkiye’nin örneğin birinci sözleşmeye bir “çekince” koymuş ve sözleşmeyi “Lozan Barış Andlaşması ile Ekleri’nin ilgili hükümlerine göre uygulama hakkını saklı tuttuğunu belirtmiş olmasıdır.[22] Bu çekinceyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olarak uluslararası alanda kendi tescil belgesi olarak gördüğü Lozan Andlaşması’ndan daha farklı, daha geniş bir hak ve özgürlükler alanını tanımlamaya yönelen insan hakları ile ilgili uluslararası hukuk gelişmelerini kendi varlığı açısından bir tehlike gibi algıladığı biçiminde yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Türkiye’nin insan hakları ile ilgili reformları gerçekleştirme konusundaki isteksizliğini gösteren bu “çekinceli” durum, aslında bir iki noktada daha da somutlaşmaktadır. Şöyle ki:
(1) Türkiye, insan haklarını ve temel özgürlükleri genişleten ve ilerleten uluslararası gelişmelere uyum sağlamakta gecikirken ve nihâyetinde bu uyumu gerçekleştirmeye yöneldiğinde de, Lozan Andlaşmasını esas alan “çekinceler” getirirken, aslında insan hakları alanındaki yeni gelişmelerin ülke içinde Lozan Andlaşması’nda yer verilmemiş azınlık gruplarının yaratılmasını önlemek ve böylece “ulus-devlet”in varlığını muhafaza etmek amacını gütmektedir. Bununla birlikte, Baskın Oran’ın azınlıklar ile ilgili incelemesinde de haklı olarak işâret ettiği gibi, Lozan Andlaşması’nın sâdece azınlıklarla ilgili düzenleme getiriyormuş gibi anlaşılan hükümlerinin bâzılar aslında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümü için, hattâ bâzen “Türkiye’de oturan herkes” için Türkiye devleti tarafından kabûl ve taahhüt edilen hakları içermektedir.[23] Bu bakımdan, Türkiye Cumhuriyeti, aslında Lozan Andlaşması’nın hem azınlıklarla hem de tüm vatandaşlarla ilgili olan hükümlerini gereğini gibi uygulamamakta, ama bu andlaşmayı insan haklarını genişleten uluslararası sözleşmeleri onaylarken bir “çekince” nedeni olarak gösterebilmektedir. Burada çok ciddî bir çelişki bulunmaktadır ve bu çelişki, çok somut olarak, bâzı alanlarda Türkiye’nin insan hakları ile ilgili çağdaş ölçülerin gerisinde kalması gibi bir netîce doğurmaktadır.
(2) Bu geride kalışın somut bir örneği “anadilde eğitim” konusunda karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, eğitim hakkı hem 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’ne, hem de Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne göre bir temel insan hakkıdır. Eğitim hakkı, ayrıca, 1966 târihli BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 13. maddesinde daha ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Buna göre,
“Bu Sözleşmeye Taraf Devletler, herkese eğitim hakkı tanır. Sözleşmeci Devletler, eğitimin insan kişiliğinin ve onurunun tam olarak gelişmesine ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmesine yönelik olarak verilmesi konusunda birleşirler. Devletler ayrıca herkesin özgürlükçü topluma etkili bir biçiminde katılmasını sağlayacak, bütün uluslar ile butun ırksal, etnik ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu geliştirecek  ve Birleşmiş Milletlerin barışın korunması için yaptığı faaliyetlerini ilerletecek bir eğitim verilmesi konusunda anlaşırlar.”

Bu sözleşmelerde eğitim hakkının pratiğe aktarılmasında dil konusuda doğrudan yer verilmemekte, eğitimde din ve felsefî inançların yerine temas edilmekle yetinilmekte ve yukarıdaki paragrafta da eğitimin insan kişiliği ve onuru arasındaki kuvvetli bağ üzerinde durulmaktadır. Buna karşılık, Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Örgütü (UNESCO), “Uluslararası Anadil Günü” faaliyetleri çerçevesinde, insan kişiliğinin en mükemmel bir biçimde anadilde eğitim yoluyla geliştiğini kabûl etmekte ve dilsel çoğulculuğun teşvik edilmesini hedeflemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da, önce 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” hükmüne yer vermekte, daha sonra da, “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığı altında yer verdiği 42. maddesinde, “eğitim hakkı”nı gâyet devletçi bir anlayış ile düzenlemektedir. Bu maddedeki düzenleme göre, hiç kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacaktır ama “[e]ğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri” açılamayacaktır.
             Aynı maddenin “[e]ğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz” ifâdesini içeren 4. fıkrası ise, eğer lâf olsun diye yazılmamışsa, devletçiliğin diğer yüzü olan hak ve özgürlüklerin Anayasaya aykırı olarak kullanılabileceği endişesinin varlığından kaynaklanmış olmalıdır; temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılamayacağına dâir genel bir hüküm zâten mevcut olduğu hâlde eğitim hakkı ile ilgili olarak böyle bir hükme neden gerek duyulduğu, gerçekten anlamak zordur.
            Bu maddenin asıl önemli fıkrası ise, doğrudan anadilde eğitim hakkı ile ilgilidir. Buna göre, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. . . . Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.”
            Burada dikkât çeken iki husus vardır. Birincisi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa  düzeylerindeki uluslararası normların ve örgütlerin kabûl ettiği üzere, anadilde eğitim kişinin gelişmesindeki en etkili araçtır. Türkiye Cumhuriyeti de kişinin maddi ve manevi gelişimini bir hak olarak kabûl etmiştir. Peki, bu kişisel gelişim, anadilde eğitim olmadan nasıl tam olarak gerçekleşebilecektir? Burada, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 17. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de içinde yer aldığı uluslararası normatif çerçeve ve anlayış ile Anayasa’nın 42. maddesi’nde anadilde eğitim yasağı getiren hüküm arasında tutarsızlık olduğu görülmektedir.
            “Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır,” ibâresi bu tutarsızlığı gidermek bakımından yeterli değildir. Çünkü Türkiye, anadilde eğitim hakkını, sâdece Lozan andlaşmasında sözü geçen gayri müslim azınlıklara tanıma eğilimindedir. Gerçekten de, Lozan andlaşmasının 41. maddesinde yer alan “Genel [kamusal] egitim konusunda, Türk Hükümeti, Müslüman-olmayan uyrukların önemli bir oranda oturmakta olduklari il ve ilçelerde, bu Türk uyruklarınin çocuklarina ilk okullarda ana dilleriyle ögretimde bulunulmasini saglamak bakimindan, uygun düsen kolayliklari gösterecektir. Bu hüküm, Türk Hükümetinin, söz konusu okullarda Türk dilinin ögrenimini zorunlu kilmasina engel olmayacaktir” hükmüne bakarak anadilde eğitimin gayri müslim azınlıklarla sınırlı olduğu yorumu yapılabilir ve yukarıda değinilen Anayasa’nın 42. maddesi uyarınca da anadilde eğitimin –milletlerarası andlaşma hükümleri saklı olduğuna göre– sâdece bu gruplara tanınacağı sonucu çıkarılabilir. Buna karşılık, Lozan’ın 39. maddesine göre, “[h]erhangi bir Türk uyrugunun, gerek özel gerekse ticaret iliskilerinde, din, basin ya da her çesit yayin konulariyla açik toplantilarinda, diledigi bir dili kullanmasina karsi hiç bir kisitlama konulmayacaktir. ” Burada herhangi bir Türk uyruğu denildiğine göre, artık azınlıklar söz konusu değildir. Kritik ibâre ise “dilediği bir dil”den ne anlaşılacağıdır? Bunun anadil olarak anlaşılması pekâlâ mümkündür ve bu madde kapsamındaki faaliyetlerde herhangi bir Türk uyruğu anadilini kullanmayı tercih edebilir. Dolayısıyla bu hüküm karşısında, Türkçeden başka bir dilin okullarda anadil olarak okutulmasını yasaklayan Anayasa hükmünün hukukî geçerliliği tartışmalıdır. Zirâ, Lozan’ın 37. maddesi, sözü edilen düzenleme de dâhil olmak üzere, 37-45. maddeler arasındaki düzenlemelerle çelişen veyâ bunları ortadan kaldıran herhangi bir yasal düzenlemenin Türkiye tarafından yapılamayacağını hükme bağlamaktadır. Kaldı ki, Lozan hükümlerinin saklı olduğu Anayasa tarafından da kabûl edilmiştir. Ayrıca, Anayasa’nın değişik 90. maddesi, temel haklar ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşma hükümlerine iç hukuk kuralları karşısında üstünlük veren bir düzenlemeye sâhiptir.
            Hâl böyle iken, uluslararası hukukta ve uluslararası toplulukta, özel olarak da Avrupa Birliği’nde daha geniş bir özgürlükçü eğilim kabul görmekteyken, Türkiye’nin bu alanda “devletin bekası” kaygısıyla dar yorumlar yapma yolunu seçmesini kabûl etmek zordur. Konuyla ilgili olarak, Eğitim-Sen ile ilgili bir davada, sendikanın tüzüğünde anadilde eğitimi savunmasını kapatma nedeni olarak yorumlayan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun (HGK) kararının gerekçesi de hayli şaşırtıcı ifâdelerle yüklüdür. Gerekçe’den anlaşıldığı kadarıyla, HGK, insanların anadilleri olduğunu kabûl etmekte, fakat anadilde eğitimi talep etmenin, bunu savunmanın anayasaya aykırı olduğu sonucuna varmaktadır.[24] HGK, burada Anayasa’nın 3. maddesi ile 42. maddesini bir arada ele almakta ve anadilde eğitimi savunmanın “ülke sınırları içersinde eğitim ve öğretim alanında anadil birliğinin sürdürülmesi yönündeki ulusal istencini işlevsiz kılmaya yönelik” [vurgular eklenmiştir-LK] bir amaç taşıdığı sonucuna ulaşmaktadır. Türkiye cumhuriyeti’nin üniter bir devlet olduğu ve buna uygun olarak da Türkçe’den başka bir dilin okullarda anadil olarak okutulamayacağı hükmünün getirildiğini düşünen HGK, bu hükmü “eğitimde anadil birliğinin sağlanması” diye anlamakta ve bunun da bir “ulusal istenç” konusu olduğunu kabûl etmektedir ki, gerçekten vahim bir durumdur. Çünkü, insanların anadilleri, doğuştan getirdiğimiz en temel ve tabiî farklılıklar arasındadır ve bu farklılıkların “istenç” ile giderilmesi mümkün değildir. Bunu ileri sürmek, yer çekimi yasasının bir kanun çıkarılarak kaldırılabileceğini ileri sürmek ile eşdeğerdir. HGK, insanların anadilleri olduğunu –neyse ki– kabûl etmekte, ama anadil birliğini ülkenin üniter yapısının gereği olan bir istenç konusu olarak anlamaktadır ki, 2005 yılında üretilen bu yüksek mahkeme içtihâdının nasıl bir insan hakları zihniyetinin ürünü olduğu da böylece ortaya çıkmış olmaktadır.
            Türkiye’nin insan hakları alanındaki bir diğer önemli, örnek sorunu “ifâde özgürlüğü” ile ilgilidir ve son yıllarda, hukuk reformlarının en önemli parçalarından birini oluşturan yeni Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesiyle ilgili olarak gündemdedir.[25] Bu madde, “Cumhurbaşkanına hakaret”i düzenleyen 299. ve “Devletin egemenlik alametlerini aşağılama”yı hükme bağlayan 300. maddeden sonra gelmekte ve “Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama” başlığını taşımaktadır. Madde, aynen şöyledir:
“Madde 301- (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
            (2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
            (3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
           (4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”

Bu maddenin ifâde özgürlüğü önünde önemli bir engel oluşturduğu, özellikle birinci fıkrasındaki “Türklük” tâbirinin çok soyut ve geniş bir içerik taşıdığı, soyutluğu nedeniyle “aşağılama” konusu oluşturamayacağı gibi, kapsamının genişliği nedeniyle de ifâde hürriyetinin önünde büyük bir engel oluşturmaya elverişli olduğu ileri sürülmüştür. Başta Adalet Bakanı olmak üzere, yasanın bu maddesini âdetâ sâhiplenenler ise, benzer düzenlemelerin Avrupa ülkelerinde de bulunduğunu, uygulamanın beklenip görülmesi gerektiğini iddiâ etmişlerdir.
Bugün gelinen noktada, TCK md. 301 ile ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapmak gerekmektedir: (1) Bu maddede yer alan “Türklük” tâbiri, herhangi bir çağdaş demokratik hukuk devletinin yurttaş kitlesini anlatmaya yönelik “ulus” kavramına uygun bir tâbir değildir. Maddenin gerekçesinde de belirtildiği üzere, Türklük deyiminden maksat, dünyanın neresinde ya­şarsa yaşasınlar Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır. Bu varlık Türk Milleti kavramından geniştir ve Türkiye dışında yaşayan ve aynı kültürün iştirakçileri olan toplumları da kapsar.” (vurgular eklenmiştir-LK.). Bu ifâdelerden açıkça anlaşılıyor ki, maddeyi hazırlayanlar bu hükmü, yayılmacı (irredentist, ulusal sınırların ötesinde varolan Türklük unsurlarını da kapsayacak biçimde) bir milliyetçilik ideolojisini benimseyerek kaleme almışlardır. Böylece madde ile korunan hukukî menfaât, bir siyâsî ideoloji olarak milliyetçilik, hattâ onun yayılmacı, etnik ve ırkçılık ile hemzemin olan türevi olmuş, böylece maddenin kendisi bu siyâsî ideolojiye karşı olan herkesin ifâde hürriyetini engelleyebilecek bir genişlik içinde anlaşılmaya imkân verir tarzda hukuk düzenindeki yerini almıştır.
Nitekim, son yıllarda bu maddenin uygulanmasındaki hızlı artış ile bu artışa paralel olarak gelişen etnik Türk milliyetçiliği hareketinin kamusal yükselişinin senkronize bir biçimde gündeme gelmeleri, bunun neticesinde tanık olmak durumunda kalınan cinâyet, saldırganlık ve başlı başına suç oluşturan ırkçı ve ayrımcı propaganda eylemleri karşısındaki –fikir insanlarını 301’den yargılamak ve mahkûm etmek için gösterilen gayretkeşliğe taban tabana zıt olan– atâlet, maddenin insan hakları düzeni açısından nasıl bir engel oluşturduğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen, maddenin kaldırılmasını bırakın, değiştirilmesi yönünde bile ciddî herhangi bir girişim henüz ortada yoktur; getirilen bâzı değişiklik önerileri ise herhangi bir hukukî anlam taşımaktan uzaktır. Sorunun bir bölümü de, elbette uygulayıcıların yetişme tarzında ve edindikleri hukuk kültüründe de aranmalıdır.
* * *

            Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’nin insan hakları alanında özellikle son yirmi yıl boyunca ama en hızlı ve radikal bir biçimde de son on yıl içinde önemli hukuk reformları gerçekleştirdiği bilinmektedir. Bu reformlar, Türkiye’nin daha çok uluslararası ilişkilerdeki konumunun, özel olarak da AB’ne tam üyelik sürecinin damgasını taşımaktadırlar. Reformların, her düzeyde insan hakları düşüncesindeki eleştirel ve kurulu hukuk düzeninin ötesine geçen, mevcût baskıcı uygulamaları deşifre edici, muhalif ve dolayısıyla sürekli değiştirici/dönüştürücü niteliğini yadsımaya yöneldiği ise bir başka gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yapılan reformlarla birlikte insan hakları ile Türkiye devletinin kendi varlık ve bekâ kaygılarınca belirlenen çıkarları uyumlaştırılmak istenmiş, reformların bağlandığı insan hakları düşüncesi, bu anlamda, devletin yüksek menfaatlerine eklemlenmeye çalışılmıştır. Bunun yapılamadığı yerlerde ise, Türkiye’nin ya ayak dirediği ya da reformları uygulamada anlamsızlaştıracak esnek ve kaypak düzenlemelere yöneldiği anlaşılmaktadır. Devletin yüksek menfaâtlerini koruma kaygısını inan hakları ile uyumlaştırmaya çalışmak gibi “zor” ve aslında netîcede insan hakları nosyonunu güdükleştiren bu durum, AB ile ilişkilerin eski reformları destekleyici hızını yitirdiği günümüz ortamında, toplumun insan haklarıyla çoğu kez çatışan geleneksel değerlerinin ve bu değerleri de içeren yeni milliyetçilik/ulusalcılık dalgalarının etkisiyle, şimdiye kadarki kazanımların da tehlikeye düşmesine neden olabilecektir. Bunun engellenmesi ise,  insan hakları düşünce ve pratiğini canlı tutacak duyarlı hak ve özgürlük takipçilerinin kamusal varlığı olmadan mümkün olamayacaktır.


Levent Köker


* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, İ.İ.B.F., Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi.
[1] Burada, AİHM’nin, Avrupa Birliği’nin değil, Türkiye’nin de kurucu üyeleri arasında yer aldığı Avrupa Konseyi’nin bir kurumu olduğunu hatırlatmak ve Türkiye’nin mevcut hukuk düzenini insan hakları ölçülerine uygun bir biçimde iyileştirmesi gereğinin sâdece AB üyeliğine bağlanamayacağını işâret etmek gerekmektedir.
[2] Selâhattin Keyman, Hukuka Giriş, Ankara: Yetkin yay., 2000.
[3] Ibid., s. 139.
[4] Ibid., s. 144.
[5] Ibid., s. 139-144.
[6] Hukukî pozitivizm için bkz. Keyman, op .cit., s. 194-209.
[7] Özcan Karadeniz, Roma Hukuku, Tarihi Giriş-Kaynaklar-Genel Kavramlar-Kişiler Hukuku-Hakların Korunması, Ankara: Yetkin yay., 2004, s.122. Karş. Ziya Umur, Roma Hukuku Ders Notları, İstanbul: Beta yay., 1999, s. 146-149.
[8] Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10.12.1948 târih ve 217 A(III) sayılı kararıyla ilân edilen bu beyannâme, Türkiye Cumhuriyeti tarafından 06.04.1949 târih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla onaylanarak kabûl edilmiş ve böylece Türkiye pozitif hukukunun bir parçası hâline gelmiştir.
[9] Bkz. Jack Donnelly, Teoride ve Uygulamada Evrensel İnsan Hakları, çev. Mustafa Erdoğan ve Levent Korkut, Ankara: Yetkin yay., 1995, s. 22-30.
[10] Bu tür hakların kişilerarası ilişkilerde de ileri sürülüp sürülemeyeceği hakkındaki tartışma için bkz. Karl Doehring, Genel Devlet Kuramı (Genel Kamu Hukuku), çev. Ahmet Mumcu, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2002, s. 263 vd.          .
[11] John Locke’un görüşleri hakkında bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, Filiz Çulha Zabcı ve Reyda Ergün, Kral-Devletten Ulus-Devlete, Ankara: İmge Kitabevi yay., 101-232; burada özellikle s. 173 vd.
[12] Alman hukukçusu Georg Jellinek’in negatif, pozitif ve aktif statü hakları biçimindeki üçlü tasnifi hakkında bkz. Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa Ekin Kitabevi Yayınları, 2004, s.146-151 (www.anayasa.gen.tr/temelhaklar.htm. 15 Mayıs 2004).
[13] Pozitif hakların târihî gelişimi ve hukukî niteliği hakkında bkz. Bülent Tanör, Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar, İstanbul: May yay., 1978.
[14] İnsan haklarının bu nitelikleri ve târihî-hukukî gelişimi hakkında bkz. İbrahim Ö. Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, İnsan Haklarının Hukuksal Yapısı Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Afa yay., 1994.
[15] İnsan haklarının içeriği ile daha ayrıntılı ve felsefî bir açıklama için bkz. Larry Alexander, İfade Özgürlüğü Hakkı Var mı?, çev. H. Çetinkaya-A. Çakıroğlu, İzmir: ARA-lık yay., 2006, s. 21.
[16] Bkz. Charles Taylor, Çokültürcülük ve Tanınma Politikası, yay. haz. Cem Akaş, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000; Will Kymlicka, Çokkültürlü Yurttaşlık Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı yay., 1998.
[17] Devleti hükümdarın mülkü olarak gören geleneksel otorite tipi olarak patrimonyalizm ile modern devletin hukukî-rasyonel bir otorite örgütlenmesi olma özelliği arasındaki farklar ve bu farklar açısından Türkiye hakkında bir değerlendirme için bkz. Metin heper, Türk kamu Bürokrasisinde Gelenekçilik ve Modernleşme, İstanbul: Boğaziçi yay., 1977. Ayrıca bkz. Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, İstanbul: Doğu-Batı yay., 2006.

[18] Bkz. Coşkun Üçok, Ahmet Mumcu ve Gülnihal Bozkurt, Türk Hukuk Tarihi, Ankara: Savaş yay., 2002, s. 276-310.
[19] Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin yay., 2005, s. 39-55.
[20] Karş. ibid., s. 99-113.
[21] Ibid., s. 98-99.
[22] Raija Hanski ve Martin Scheinin, der., İnsan Hakları Komitesi’nin Emsal Kararları, çev. Defne Orhun, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s. 627. Türkiye’nin aynı çekinceyi Ekonomik, sosyal ve Kültürel Haklar Milletlerarası Sözleşmesi için de koyduğu anlaşılmaktadır.
[23] Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Lozan, İç Mevzuat, Uygulama, İstanbul: TESEV yay., 2004.
[24] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun E. 2005/ 9-320   ve K. 2005/355 sayılı kararı.
[25] Bkz. Levent Köker, “301. Madde Neden Kaldırılmalıdır?”, Birikim, Sayı: 214, Şubat, 2007, s. 49-51.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder