Giriş
TBMM
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun (Komisyon) yeni anayasa üzerindeki çalışmaları
iki yıla yakın bir zamandır devam ediyor. Hatırlatmak gerekirse Komisyon,
nedenlerini burada tartışamayacağımız bir mantıkla, yeni anayasa metni üzerinde
“oybirliği” ile karar verilmesi esasını benimsemiş bulunuyor. Bugün gelinen
noktada da üzerinde oybirliği sağlanan madde sayısı 56-57 olarak ifâde
edilmekte. Bu sayının daha da artırılması
yönünde çabaların devam ettiği de biliniyor. Bununla birlikte, ulusal ve
uluslararası gündemi etki altına alan çeşitli güncel gelişmeler nedeniyle,
Komisyon çalışmalarının gerçekten yeni anayasa yapımı ile sonuçlanmayacağı
konusunda zaman içinde artan bir kötümser yargı da mevcut. İşte tam da bu
noktada Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacının kaynakları, bu ihtiyacın
karşılanması konusunda, özellikle 2007’den beri gelinen nokta üzerinde bir
genel değerlendirme yapmak yerinde olacaktır.
Önce bir
hatırlatma ile başlayalım. Hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasası, son derece
yüksek bir evet oyu ile halk tarafından kabul edilişinden bu yana pek çok kez
değiştirildi. Bu değişiklikleri hiç ayrıntıya girmeden şu kronoloji içinde
sıralayabiliriz: Önce 1987’de 12 Eylül darbesinin “eski” siyasî kadrolara getirdiği
yasaklar kaldırıldıktan sonra, Anayasa’nın özü bakımından önemli denebilecek
ilk değişiklik 1995’te gerçekleşti. 12 Eylül darbesini meşrulaştıran Başlangıç
paragrafının kaldırılmasına ilâveten toplumsal örgütler ile siyaset arasındaki
ilişkiyi engelleyen kurallar siyasî katılımı mümkün kılacak biçimde
değiştirildi. 2001 değişiklikleriyle temel hak ve hürriyetler üzerindeki
kısıtlamalar daraltıldı, 2004’te de hem idam cezası tamamen Anayasa’dan
çıkarıldı hem de temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası andlaşmaların
kanunlara göre üstünlüğü benimsendi. Biraz ileride 1982 Anayasası açısından
önemli bir kırılma ânı olarak görmemiz gerektiğini belirteceğim 2007’de ve
2008’de anayasa iki defa değiştirildi. Bunlardan Cumhurbaşkanı’nın halk
tarafından seçilmesini öngören değişiklik halk oyu ile benimsendi. Buna
karşılık “yüksek öğretim kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçlayan”
2008 değişiklikleri TBMM’de 411 oyla kabul edilmesine rağmen Anayasa Mahkemesi
(AYM) tarafından iptal edildi. Bunu,12 Eylül 2010’da referandumla kabul edilen izlemiştir.
2010 değişiklikleriyle getirilen en önemli yenilikler arasında askerî yargının
yetki alanının sınırlandırılması, HSYK’nın oluşumunda yargıçların da etkili
olabilmesinin sağlanması, AYM’ne bireysel başvuru hakkının tanınması ve AYM’nin
kuruluş, örgütlenme ve çalışma esaslarının yeniden düzenlenmesi gibi hususlar
özellikle öne çıkmaktadır.
Ana
hatları ile altını çizdiğimiz bu değişikliklere rağmen, Türkiye’nin yeni
anayasa sorunu çözülmüş değildir. Çünkü Türkiye, yeni bir anayasaya duyulan
ihtiyacın kaynağını meydana getiren sorunları çözebilecek bir ilke ve kurallar
bütünü üzerinde anlaşabilmiş değildir. Komisyon’un hâli hazırda devam etmekte
olan çalışmalarını da bu açıdan değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bu
değerlendirmeyi yapabilmek için de, kısaca bir anayasanın ne anlama geldiği
konusunda bir iki noktayı öncelikle akılda tutmak gerekmektedir. Anayasa
deyince genellikle (1) bir devletin temel örgütlenmesini, yani yasama, yürütme
ve yargı organlarının kuruluş ve işleyişi ile ilgili kuralları belirleyen ve
(2) buna ek olarak devletin faaliyet alanının hukuk kurallarıyla sınırlandıran
ve böylece kişilerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alan bir hukukî
belge anlaşılmaktadır. Bu doğru olmakla birlikte, her anayasanın aynı zamanda
batı dillerindeki “constitution” sözcüğünün çok iyi ifâde ettiği gibi, toplumu
ve devleti birlikte kuran, dolayısıyla bu kuruluş işlevi bağlamında siyasî
nitelik taşıyan bir belge olduğu gözden kaçabilmektedir.
Bu
noktaları vurgulamaktaki amacım, Türkiye’nin yeni anayasa arayışının çoğu kez
zannedildiği üzere basit bir örgütlenme sorunu ile sınırlı olmayıp, esasen
toplum ve devletin birlikte yeniden inşasını da içeren kapsamlı bir arayışı
ifâde ettiğini ortaya koymaktır. Nitekim 1987’den bu yana yapılmış olan onca
değişikliğe rağmen yeni anayasa ihtiyacının hâlâ devam etmesi bunun kanıtıdır.
Bu nedenle, Türkiye’nin yeni anayasa arayışının en temel sebebleri üzerinde
durarak bugün geldiğimiz noktayı değerlendirmeye başlamak yerinde olacaktır.
1982 Anayasası’nın Dönüşümünde bir Kırılma Ânı:
2007
1982
Anayasası’nın geçirdiği değişiklikler arasında bugün gelinen noktayı belirleyen
en önemli kırılma ânı 2007 Nisanında yaşanan Cumhurbaşkanlığı krizi ve
sonrasındaki gelişmelerdir. 1982 Anayasası’nın kapsamlı bir biçimde
değiştirilmesine veya yeni bir anayasa yapılmasına yönelik TÜSİAD, TOBB, TBB,
sendikalar gibi toplumsal örgütlerin yirmi yılı aşkın çabaları ortadadır. Bununla
birlikte bugün TBMM’nde bir Uzlaşma Komisyonu’nun yeni anayasa çalışmalarını
sürdürmekte olması, 2007 Nisanından itibâren yaşanan anayasa krizlerinden
kaynaklanmıştır.
Belirtmeye
çalıştığım gibi, 2007’ye kadar pek çok kez esaslı değişikliklere uğramış olan
Anayasa, 2007 Nisanında çok ciddî bir krize neden olmuş gibi göründü. Kriz,
hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak AYM’nin verdiği ünlü
“367 kararı” idi. Bu kararla AYM, aslında 1962’ye kadar giden kuruluş târihinde
pek çok kez yaptığı şeylerden birini yapmıştı. Bu da, aslında kendi denetim
yetkisi kapsamında olmayan bir konuyu kendi denetim yetkisi içinde görmüş,
bununla da kalmayıp, Anayasa’nın Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddesini,
bilinen bütün mantık ve yorum kurallarını ihlâl edercesine (terim yerindeyse
karakuşî bir biçimde) yorumlamıştı. Bu karardan sonra artık TBMM’nin toplanıp
yeni Cumhurbaşkanı’nı seçme imkânı da kalmamıştı. Sonuçta Anayasa’dan
kaynaklanıyor gibi görünen ama özünde siyasî nitelik taşıyan bir kriz ortaya
çıkmış oluyordu. Krizi ortaya koyan AYM kararıydı ama bu kararın böyle
oluşmasında askerî ve sivil bürokrasinin demokratik süreç üzerindeki vesâyetçi
denetimi olarak nitelendirebileceğimiz bir siyasî yapılanmanın etkisi açıkça
görünmekteydi.
Bu kriz,
2007’de birkaç ay öne alınan genel seçimler öncesinde özellikle AK Parti’nin
“yeni, sivil ve demokratik anayasa” sloganıyla önayak olduğu bir kamusal
ortamda, bugün sürdürmekte olduğumuz yeni anayasa arayışının fitilini de
ateşlemişti.
2007
Temmuz seçimlerinden galibiyetle çıkan iktidar partisi olarak AK Parti, yeni
anayasa sürecini harekete geçirmesi beklenirken, bu defa MHP’nin önayak olduğu
iki maddeye yönelik bir dar kapsamlı anayasa değişikliğine imza atınca, bu kez
seçimlerin çözer gibi olduğu krizin yeni bir ivme kazandığını görmüş olduk.
AYM, bu defa “yükseköğretim kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırmayı
amaçlayan” Anayasa değişikliklerini, yine son derece tartışmalı ve zorlama bir
yorumla “laiklik ilkesine aykırı” bularak iptal etti. Bu iptal kararı, bir
yönüyle TBMM’nin siyasî irâdesi üzerindeki bürokratik vesayeti pekiştiren bir
nitelik taşırken, diğer yönüyle AK Parti aleyhine açılan kapatma davasının da
en temel gerekçesi oldu.
2007 ve
2008’de yaşananlar Anayasa’nın hem içerdiği vesayet mekanizmaları ve hem de bu
vesayetçi mekanizmaların haklılık dayanağını meydana getiren “otoriter (veya
demokratik olmayan) lâiklik yorumu” gibi konular bakımından, gerçekten yeni,
demokratik bir anayasanın yapılması gerektiğini gözler önüne sermiş oluyordu.
Daha doğrusu sorun sâdece demokratik siyasî süreç üzerinde varolan vesayet
denetiminin tasfiye edilmesinden ibaret olmayıp, bunu haklılaştıran devlet
ideolojisinin önemli sacayaklarından birini meydana getiren din ve vicdan
hürriyetini kısıtlayıcı lâiklik anlayış ve uygulamalarına da uzanıyordu. Bu
anlayış ve uygulamaların sadece başörtüsü sorununda simgelenen bir tarzda
ortaya çıkmadığını, zorunlu din kültürü dersleri ve Diyanet’le ilgili boyutları
üzerinden Alevi kesimin taleplerine ve daha farklı bir bağlamda ise gayrimüslim
Türkiye vatandaşlarının maruz kaldıkları baskı ve hak yoksunluklarına
bağlandığını da bilmekteyiz.
Bütün
bunların üzerine, 1984’ten beri aralıklı duraklamalarla devam eden şiddet
eylemleriyle içinden çıkılması güçleşmiş Kürt sorununu da eklemeliyiz. 2007
öncesinde, Kürt sorununun önemli boyutlarından biri olan Kürtçe’nin
özgürleştirilmesiyle ilgili önemli yasal ve kurumsal değişiklikler ve
yenilikler yapılmış olsa da, sorunun Anayasa’dan kaynaklanan temelleri
varlığını sürdürmekteydi ve bugün de bu durumda bir değişiklik yoktur.
Anayasa’da varolan anadilde eğitim yasağı ile devletin temel örgütlenmesinin
“üniter yapıyı” emrettiği yolundaki AYM içtihadı ve bunu merkeziyetçi-vesayetçi
bir idarî sistem ile destekleme anlayışı, Kürt sorununun çözümünü engelleyen en
temel iki alan olarak karşımızda durmaktadır.
İşte
2007 krizinin ve kapatma davası sürecinde ve sonrasında yaşananların aslında
açığa çıkardığı bu temel sorun alanları, 1982 Anayasası’nın neden onca
değişikliğe rağmen sorun yaratmaya devam ettiğini de göstermiştir. Hâl
böyleyken, AK Parti, 2008’de yaptığını bir kez daha tekrar edip 2010’da
referandumla bir anayasa değişikliği yapma yoluna gitti. 2008’de iptal edilen
değişikliklere karşılık bu defa başarılı oldu ama bu başarı “yetersiz”di:
Askerî ve sivil bürokratik vesâyeti geriletmenin ötesinde, Anayasa’nın
temellerinden kaynaklanan ve toplumun ve devletin demokratik çoğulculuk
temelinde yeniden kuruluş ihtiyacına cevap vermiyordu.
Yeni Anayasanın Temel Sorun Alanları ve Bu
Bağlamda Uzlaşma Komisyonu’nun Geldiği Nokta
Buraya
kadar ortaya koymaya çalıştığım gelişmeler, yeni anayasa ihtiyacının kaynağını
oluşturan temel sorun alanlarını da esasen belirginleştirmiştir: (1) Yeni bir
toplum-devlet ilişkisi, (2) devlet örgütlenmesinde demokratikleşme, yani
vesâyetin kaldırılması, merkez`yetçiliğin tasfiyesi ve katılımcılığın
güçlendirilmesi, (3) Temel hak ve hürriyetlerin uluslararası standartlara uygun
bir biçimde kabûlüyle birlikte etnik, din ve inanç, cinsiyet ve cinsiyet
yönelimi, sınıf ve benzeri toplumsal farklılıkları tanıyan bir çoğulculuğun
benimsenmesi.
Komisyon’un
bugün geldiği noktada üzerinde uzlaşma sağladığı söylenen yaklaşık 60 madde
arasında yukarıda belirttiğim başlıklara değinen esaslı herhangi bir madde
bulunmamaktadır.
Örneğin1982
Anayasası’nın hiçbir çağdaş demokratik hukuk devleti anayasasında
göremeyeceğimiz bir biçimde, “Türk Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk
Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa” diyen Başlangıç bölümü
hakkında veya “Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet” ilkesinin
değiştirilemezliğine karşı ne yapılacağı konularında herhangi bir uzlaşma
olmadığı gibi, sürecin siyasî olarak en etkili partisi olarak AK Parti’nin
önerdiği Başlangıç metnindeki “biz Türk Milleti” ibâresine, tahmin edileceği
gibi BDP’den itiraz gelmektedir. Bir diğer deyişle Komisyon, yeni anayasanın
temel kuruluş ilkelerini belirleme noktasına henüz gelmiş değildir. Bununla
birlikte, insan onuru ile ilgili maddenin formülasyonunda “İnsan onur ve
haysiyeti dokunulmazdır” denildikten sonra “İnsan onur ve haysiyeti insan
haklarının ve anayasal düzenin temelidir” hükmüne yer verilmesi daha özgürlükçü
ve demokratik bir devlet ve toplum anlayışına dair ümit verici bir unsur olarak
görülebilir.
Komisyon halihazırda “yürütme ve idare” başlığı
altında yer alacak olan herhangi bir konuda uzlaşma sağlayabilmiş değildir.
Bunun önemli bir sebebi AK Parti’nin gündemde tuttuğu “başkanlık sistemi”
önerisidir ki bu öneri nedeniyle yasama organıyla ilgili uzlaşma sağlanan
maddeler de esasen yasama-yürütme ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine ilişkin maddeler
değildir. UZlaşma sağlandığı söylenen maddelerin devlet örgütlenmesiyle ilgili
olanlarının önemli bir bölümü yargı ile, daha çok da AYM ve bireysel başvuru
hakkı ile ilgili maddelerdir. Bu bağlamda, demokratikleşme, merkeziyetçiliğin
tasfiyesi ve katılımcılığın yerel düzeyden başlayarak yeniden düzenlenmesi ve
hatta üniter yapı içinde bölgeli devlete geçiş gibi öncelikle Kürt sorununun
çözümü bakımından hayatî önem taşıyan konular üzerinde herhangi bir gelişme
sağlanmış değildir.
Komisyon, en çok temel hak ve hürriyetlerle ilgili
maddelerde uzlaşma sağlamış gibi görünmektedir. Bunların sayısı 43 olarak
belirtilmektedir. Bununla birlikte, bir yandan Türkiye’nin homojen bir millî
(ulusal) devlet olarak tasavvur edilmesinden kaynaklanan sorunların anayasal
ifâdesi olarak görülebilecek olan “Türkçe dışındaki dillerde anadilde eğitim
yasağı”, din ve vicdan hürriyetinin yeniden tanımlanması bağlamında zorunlu din
dersleri, Diyanet’in devlet içindeki konumu, vatandaşlık tanımı, siyasi
partilerin tabi olacağı yasaklar ve parti kapatma konuları ve son günlerde Gezi
olayları nedeniyle öne çıkan bir gündem maddesi olarak toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkı gibi maddelerde iki dsakıncadan biri yer yer göze çarpmaktadır:
Komisyon ya hiçbir uzlaşma sağlamamıştır, ya da uzlaşma sağladığı zaman da
ortaya koyduğu formülasyon ilgili temel hak ve özgürlük bakımından yeterince
özgürlükçü olmamıştır.
Örneğin Komisyon anadil, zorunlu din dersleri,
Diyanet’in status, vatandaşlık tanımı, parti kapatma sebebleri ve usulü konularında
uzlaşma sağlayamamıştır. Yeni anayasa ihtiyacının özünü meydana getiren
konulardaki bu uzlaşma yokluğu, esasen en başta yeni anayasanın nasıl bir
toplum ve devlet inşa edeceği konusundaki uzlaşma yokluğuyla yakından
ilişkilidir.
Buna karşılık, üzerinde uzlaşma sağlanan bazı
maddelerde ise ilgili temel hak ve özgülükle ilgili sakıncalı formülasyonlar
ortaya konulduğu söylenebilmektedir. Örneğin yaşama hakkı ile ilgili olarak
Komisyon’un uzlaştığı metinde, yaşama hakkının istisnası düzenlenirken “suçla
mücadele esnasında kanunun cevaz verdiği durumlar” ifâdesi sorunludur zira
kanun, uluslararası insan hakları ölçülerine aykırı durumlara “cevaz” verebilir
ki, bugün insan hakları ile ilgili yaşadığımız temel çelişkilerden biri
kanunlarla uluslararası sözleşmeler arasındaki uyumsuzluktur.
Bir diğer önemli örnek, Komisyon’un üzerinde
uzlaşma sağladığı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı”dır. Komisyon’un
benimsediği metne gore “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız
toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme ve bunlara katılma hakkına sahiptir.”
Ancak, yine aynı metinde “İdari makamlar, kanuna dayanarak toplantı ve gösteri
yürüyüşünün yapılacağı yeri, güzergâhı ve zamanını hakkın demokratik işlevini
ve etkisini dikkate alarak belirler” denilerek “önceden izin almadan”
ifâdesinin adetâ içi boşaltılmış olmaktadır. Bu düzenleme, kanımca 1982
Anayasası’nın dahi gerisindedir.
Komisyon çalışmalarıyla ilgili son bir noktayı daha
belirtmek gerekirse, Komisyon tartışmalı bazı konularda üzerinde uzlaşma sağlanamayan
hususları madde gerekçesine yazma yolunu tercih etmektedir. Gerek Komisyon
üyeleri ve gerekse diğer ilgili çalışanlar biliyor olmalıdırlar ki madde
gerekçelerinin hiç bir kişi ya da makam üzerinde bağlayıcı herhangi bir etkisi
yoktur. Dolayısıyla bu zevahiri kurtarmaktan öte bir mana taşımaz.
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti’nin çoğulculuğu azamî ölçüde
sınırlandıran, otoriter ve bürokratik-vesâyetçi bir millî (ulusal) devlet
olarak tasavvurunun zirve noktasını belirleyen 1982 Anayasası’nın yeni, özgürlükçü,
çoğulcu, demokratik bir anayasa ile değiştirilmesi ihtiyacı, 2007-2008
tecrübesinden bugüne siyasî partiler ve toplumsal örgütler tarafından süreç
içinde neredeyse tam bir mutabakat ile dile getirilmiştir. Bununla birlikte, bu
yeni anayasanın nasıl bir anayasa olacağı ile ilgili, temel anlayış, devlet
örgütlenmesi ve haklar ve özgürlükler konularında herhangi bir esaslı uzlaşmaya
varılabilmiş değildir.
Türkiye siyasetinin 2002 Kasımından beri en güçlü
aktörü olan AK Parti’nin yeni anayasa konusundaki yaklaşımı, kâgıt üzerinde
dâvetkâr olmakla birlikte, 2008’de ve 2010’da yeni anayasa yapmaktansa kısmî
anayasa değişikliklerine yönelme biçiminde ortaya koyduğu pratik problemlidir.
Problemin nedeni de AK Parti’nin örneğin tek başına ve referandum yoluyla
anayasa değişikliği yapmaya yöneldiği 2010’da bile yeni anayasa ihtiyacının
kaynağı olan Kürt sorunu başta olmak üzere temel hiçbir soruna doğrudan değinen
bir esaslı değişiklik önerisi getirmemiş olmasıdır. Benzer bir biçimde, bugün
de Komisyon çalışmaları devam ederken “başkanlık sistemi önerisi”ni gündeme
getirmiş ve gündemde tutmaya devam etmektedir. Oysa Türkiye’nin yeni anayasa
ihtiyacının esas kaynakları başkanlık sistemi önerisinin gerekçesinde sunulan
hükûmet istikrarı gibi konulardan çok daha başka ve özlü konularla ilgilidir.
AK Parti’nin bu yaklaşımı, muhalif siyasî aktörlerde iktidar partisinin yeni
anayasa konusunu kendi iktidarını devam ettirmenin bir aracı gibi görmekte
olduğu kanaatinin güçlenmesine neden olmaktadır.
Buna karşılık, CHP ve MHP’nin yeni anayasa ile
ilgili olarak ortaya koydukları kırmızı çizgiler diye tâbir edilen sınırlar
esas itibariyle yeni anayasa ihtiyacını doğuran Kürt sorununu (özellikle
vatandaşlık, anadil ve yerel demokratik özerklik boyutlarında) çözümsüz bırakan
ve otoriter laiklik anlayış ve uygulamalarını destekleyen özellikler
taşımaktadır. Kürt sorununun siyasî alandaki temsilcisi sayabileceğimiz BDP’nin
yaklaşımı ise Kürt sorununun çözümü için gereken değindiğim demokratikleşme
taleplerinin Türkiye toplumuna yönelik genel demokratikleştirici etkisi de
hesaba katıldığında, demokratikleşme taleplerinin gerektirdiği ölçüde esnek ve
olumlu bir yaklaşım olarak görünmektedir.
Görülebileceği gibi, yeni anayasa ihtiyacının esas
kaynaklarına yönelme bakımından AK Parti kanadında muhafazakârlığın getirdiği
sınırlılıklara eklenen bir isteksizlik, CHP ve MHP kanadında ise homojen ve
üniter Türk millî (ulusal) devletine bağlılık içeren “kırmızı çizgiler” ile
BDP’nin temsil ettiği Kürt sorununun çözümü için yapılması gerekenler arasında
derin bir uyumsuzluk devam etmektedir. Bugünden yarına bu uyumsuzluğun
uzlaşmaya dönmesi neredeyse imkânsız görünmektedir. Bununla birlikte pratik siyasetin
gerekleri, 2014-2015 yıllarındaki üç seçim bağlamında, özellikle Kürt sorunu
temelinde yaşadığımız barış ve çözüm sürecinin gelişebilmesi için yeni anayasa
olmasa bile demokratikleşme yönünde beklenmedik sürprizler de yaratabilir.
Levent Köker